Hülya DURUDOĞAN
BİA Haber Merkezi
Kanımca farklılık üzerine düşünmek ne eşitliğe karşı körlük geliştirir; ne de “davaya” ihanettir. Eğer bir eşitlikten bahsedeceksek bu, ancak farklılıkların (olan ve olabilecek bütün farklılıkların) hepimize maledilmesi, bir anlamda bizim olması ve dolayısıyla farklılık olmaktan çıkması ile mümkün.
Feminizmin politik boyutuna baktığımız zaman feminist hareketin, bütün politik tavırlar gibi söylemini bazı kavramsal çerçeveler dahilinde oluşturduğunu görürüz.
Bu söylemin içinde bazı motifler ön plana çıkıp kişilerin harekete geçirilmesini, durumların iyileştirilmesi ve yapılmak istenilenin aktarılmasını kolaylaştırır, sloganlarda kullanılır, konu ile ilgili yazılan kitapların başlıklarında sık rastlanır olur vesaire.
Biyolojik cinsiyet ile toplumsal cinsiyetin farkı da feminist hareketin temel aldığı bir motif halini almış ve bu farkın vurgulanması, elde edilmek istenilen hak ve eşitlikler tartışmasında odak noktasına konulmuştur.
“Kadın doğulmaz, kadın olunur”
Biyolojik cinsiyet ve toplumsal cinsiyetin ilişkisinden bahsederken adını anmadan geçemeyeceğimiz Simone de Beauvoir’ın biyolojik ve toplumsal cinsiyetin ayrımına dair olan “kadın doğulmaz, kadın olunur” fikri ve günümüzde çok tartışılan “öteki” kavramının bir anlamda mutlak halini kadınla ilintilendiren “bilinen tüm toplumlarda kadın hep öteki/başkası olarak ele alınmıştır” iddiası, özellikle Beauvoir’ın yaşadığı dönem itibari ile çığır açıcı niteliktedir.
Bu iki önerme birbiri ile ilintilidir. Beauvoir “kadın doğulmaz, kadın olunur” diyerek biyolojik cinsiyet-yani dişil ve eril olmayı-toplumsal cinsiyetten-yani kadın ve erkek olmaktan-ayırmış ve biyolojik cinsiyeti, dişil bedenin olgulara dayanan yönleri şeklinde tanımlayıp, toplumsal cinsiyeti ise bu bedenin üstlendiği kültürel anlam ve form olarak açıklamıştır.
Beauvoir’a göre beden bir konumdur ve tarihsel bir konum olması itibari ile tekrar tekrar yorumlanmaya/tanımlanmaya da açıktır. Kültürün imkan verdiği olasılıklar dahilinde söz konusu olabilen bu yorumlar ve tanımlar ise toplumsal cinsiyeti oluştururlar. Başka bir deyişle, toplumsal cinsiyet, olasılıkların üstlenilip gerçekleştirilmesi, bedeni yorumlama süreci ve bedene kültürel bir form verme şeklinde anlaşılmalıdır.
Toplumsal cinsiyetin bedensel olandan farkının anlaşılmasının sosyal, politik ve ekonomik değişime imkan vereceğine olan inanç neden ile toplumsal cinsiyet kategorisi merkeze konmuş ve bu bağlam, kadının ikinci plana atılması, ezilmesi ve Beauvoir’ın deyimi ile “kadının hep öteki/başkası olarak ele alınmasına” yol açan doğa/kültür ve beden/akıl gibi diğer temel ayrımların irdelenmesine olanak sağlamıştır.
Kadının durumunun iyileşmesi amaçlandığı için, bunun bedensel olanın değil toplumsal olanın yani toplumsal cinsiyetin vurgulanması ile mümkün olacağı fikri geçerlilik kazanmıştır.
“Anatomi kader midir?”
Biyolojik cinsiyet ve toplumsal cinsiyetin farklı kategoriler olduğu düşüncesi bazı metafizik, politik ve etik çıkarımlara da yol açar. Biyolojik cinsiyet yönünden kadın ve erkekler deneyle saptanan bazı bedensel özellikler cinsinden farklıdırlar ve bu bir anlamda değişmez bir haldir.
Fakat toplumsal cinsiyet aidiyeti kültüre ve topluma bağlı beklentiler, baskılar ve değerler dolayımıyla öğrenilip içselleştirilir. Dolayısıyla biyolojik cinsiyetin bir anlamda değişmez ve önceden belirlenmiş olmasından farklı olarak toplumsal cinsiyet, belli sınırlar dahilinde zaman içinde değişen ve değiştirilebilen bir doğaya sahiptir.
Toplumsal cinsiyetin bazı feministlerin gündeminde merkezi önemde olması değişimi mümkün kılacağına dair olan inançla ilintilidir. Bir anlamda sabit olan biyolojik cinsiyeti merkeze almak hiçbir kazanım getirmediği gibi kadının tarih boyunca “öteki” olarak ele alınmasında etken olan ayrımcılığa esas teşkil eden anlayışların, mesela erkeğin aşkınlık, kültür, akıl, rasyonalite, kamusal alanda olan olarak algılanıp, kadının içkinlik, doğa, beden, duygusallık, özel alanda olana indirgenmesinin olumsuz sonuçlarını da yeniden üretir.
Toplumsal cinsiyet kategorisini anlayışlarının ve aktivizmlerinin merkezine koyan feministler için bedene ve kadına has bir öze atıfla feminizm yapmak ve daha kötüsü, bedensel olana atıf olarak algıladıkları cinsiyet farklılığına vurgu yapmak bir ceşit ihanettir. Bu perspektiften bakıldığında biyolojik/toplumsal cinsiyet karşıtlığına aynılık/farklılık ve iyi/kötü gibi bazı metafizik ve etik karşıtlıklar eklemlendiğini görürüz.
Amaç toplumsal cinsiyet alanında hiyerarşik olarak yapılanagelmiş ve kadını ikincil konuma koyan ayrımcılığın sonlandırılması olduğundan, kadın ve erkek konumlarını toplumsal cinsiyet kategorileri olarak ele almak “iyi” yani bir anlamda istenen olarak kabul edilmiştir. Buna bağlı olarak da biyolojik cinsiyeti, bedeni ve cinsiyet farklılığını sorgulamaya devam edip, anlayışları içinde bunlara yer verenler “kötü” ve anti-feminist olarak eleştirilmişlerdir.
Bu bakımdan metafizik bir karşıtlık olarak düşünebileceğimiz aynılık/farklılık ayrımında aynılığı temel aldığımız zaman bir eşitlikten bahsetme ve bunu gerçekleştirme imkanı da doğuyormuş gibi olurken, bir anlamda mutlak bir farklılığa dayanan biyolojik cinsiyetin kadın ve erkekler arasında böylesi bir eşitliği tesis etmesi hiçbir zaman mümkün değilmiş gibi durmaktadır.
Şöyle ki, bu anlayış dahilinde eğer toplumsal cinsiyet, yani kadın ve erkek olma hali toplum tarafından üretilmiş haller ise, toplumlarda hep erkek olma hali üstün tutulmuş olsa da kadının erkekle sosyal ve politik anlamda eşit haklara ulaşması mümkündür.
Zira kadınlık sabit ve değişmez bir durum olmadığına göre, yani Beauvoir’ın dediği gibi “kadın doğulmayıp, kadın olunduğuna göre” o anda ve o toplumda geçerli olan “kadınlık durumu” da değişime açıktır ve cinsiyetler arası eşitlik de pekala mümkündür. Bu fikir “dalga ya da akım” kavramını tarihsel olmaktan çok tavır olarak ele almamız gereken anlamda 1. dalga feminizmin gündemini oluşturmuştur.
1970’ler boyunca “ikinci dalga” adıyla anılan feminist kuramcılar kadınların sorunlarının çözümü için sosyal ve dilsel temsil düzenlerinin ikisini de kapsayan psikosembolik yapının irdelenmesi gerektiğini fark ederek, özdeşleşme yerine farklılığı esas almak suretiyle feminist söylemi başka bir boyuta taşımışlardır. Bu farkındalık ikinci dalga kuramcıların kadın ile erkek arasındaki farkı güç, dil ve anlam bağlamlarında incelemelerinin yolunu açmıştır.
“Cinsiyet farklılığı özcü değildir”
Bu iki kuşak feministleri birbirinden ayıran en önemli hususlardan biri, farklılığı eşitleme çabası için uğraşan birinci dalga feministlerin aksine, ikinci dalga feministlerin “farklılık” fikrini esas alıp bir önceki kuşağın amaçları doğrultusunda göz ardı ettiği “kadın olma” halinin değerini ön plana çıkarmalarıdır.
İkinci dalga feministlere ama özellikle Irigaray, Cixous ve Kristeva gibi Fransız düşünürlere göre kadının içinde bulunduğu durumu değiştirmeye yönelik çabalar, gözlem ile fark edilmesi güç etkileri yani bedene, bilinç dışına ve toplumsal yapıya dair etkileri göz önüne almadıkları sürece başarısızlığa mahkumdur.
Dolayısıyla kadının kendine has doğasını çıkış noktası yaparak “kadın doğası”nı anlatmak, kadınlar olarak onu yaşamak ve erkek egemen toplumun anlayışına hizmet eden dil, felsefi düşünce, psikanaliz ve sosyal pratikleri bu doğa bağlamında yapıçözüme tabi tutmak gerekir.
Kristeva, Irigaray, Cixous ve onlar gibi düşünenlerin ortak olarak benimsedikleri strateji şöyle özetlenebilir: Batı düşüncesinde hakim olan erkek merkezci modellere karşı çıkmanın yolu olarak, kadınların bedensel deneyimlerini ön plana çıkarmak.
İkinci dalga Fransız feministlere getirilen eleştirilerin başında, féminité-kadına has olan-ve écriture féminine-(kadın için) kadın yazını-kavramlarının farkı esas aldıkları anlamda özcü kavramlar olduğu gelir. Tam olarak ifade edilmelerindeki güçlük nedeniyle kuramsal olarak belirsiz görülen bu kavramlar, aynı zamanda yapıcı bir politik tavırla da uyuşmaz addedilmiş ve yalnızca Fransa’da değil, Amerika’da da tepkilere yol açmışlardır.
Yöneltilen eleştirilerden bazıları şu sorular etrafında oluşur: Beden kişinin kendisi hakkındaki bilginin kaynağı olabilir mi? Kadın cinselliğinin toplumsal yaşam ve deneyime öncüllüğü olabilir mi ya da topluma rağmen oluşan bir kadın cinselliğinden bahsedilebilir mi? Kültürel faktörlerden hiç etkilenmemiş bir kadınlık tecrübesi ve beden algısından bahsetmek mümkün müdür?
Kadının erkekten farklılığının ifadesi olan féminité kavramının, esas olarak bu farklılık ve dolayısıyla kadının ötekileştirilmesi yoluyla temellenen erkek merkezci anlayışla mücadele meselesinde ne yönde bir katkısı olacaktır? Kadının içine düştüğü olumsuz durumdan kurtulması için kadının erkekten öz bakımından farklı olduğunun anlaşılmasının ne gibi bir faydası olacaktır? …
Kanımca cinsiyet farklılığını bu sorularda vurgulanan problemler nedeni ile reddetmek bir çeşit yanlış okumanın eseridir. Kültüre şekil veren bütün alanların erkek merkezci bakış açısını tek ve esas olarak tesis ettiğinin açık ve seçik olarak gösterilmesinin gerekliliğine işaret eden cinsiyet farklılığı perspektifi, biyolojik cinsiyetin fizyolojik farka dayalı doğallığı ve değişmezliği önermesini temellendiren öncüller üzerine inşa edilmez.
Kanımca bu eleştiriler cinsiyet farklılığının genel olarak kadınlar, özel olarak bu eleştiriyi yönelten kimi feministler tarafından henüz kısmen ya da tamamen anlaşılmamış olmasından ileri gelir. Zira toplumsal cinsiyeti hep biyolojik cinsiyetle ilişkili olarak ele alan feministler biyolojik cinsiyeti erkek merkezci paradigmadaki anlamı cinsinden okuduklarını ve dahası, cinsiyet farklılığını biyolojik cinsiyetle eş anlamlı tutuyor olduklarını pek de fark etmemektedirler.
Beden, annelik, kadın yazını, dil düzlemine girmeden önceki halin anlamlandırma ve dil üzerindeki etkisi ve “kadına has olan” gibi konuların özcü bir farklılık durumunu çağrıştırmalarının nedenlerini (özellikle ezberin ve bir anlamda yüzeyselliğin etkisi eklemlenince) görmek zor olmasa da; farklılık kavramı, en azından kadının sosyal ve politik zorlukları aşmak adına takılıp kaldığı “bütün kadınları kapsayan bir toplumsal cinsiyet kategorisi” ile çözüme kavuşmayacak yapılara işaret ettiği anlamda çok önemlidir. Nitekim, bütün kadınları kapsayan bir kadınlıktan bahsetmenin problemleri sık sık dile getirilmektedir.
“Farklılık olmadan eşitlik olmaz”
Farklılık kavramının tepki almasının en önemli nedenlerinden biri de Avrupa felsefe tarihinde farklılığın “öteki” kategorisi ile olan ilişkisidir. Farklılık kavramı “öteki” kategorisini de yaratarak ikili karşıtlık kurar. Bu karşıtlık cinsinden olan farklılık mutlak bir başkalığa işaret eder. Bu anlamdaki farklılık tahakküm ve dışlama ile birlikte düşünülegelmiştir. Farklı olan esas olandan daha az değerli, aşağı olandır.
Beauvoir İkinci Cinsiyet kitabında “bilinen tüm toplumlarda kadın hep öteki/başkası olarak ele alınmıştır” diyerek tam da buna işaret etmiştir. Biyolojik cinsiyet/toplumsal cinsiyet ayrımında bir anlamda temel teşkil eden biyoloji/toplum ve doğa/kültür ikilikleri de kadının-farklılığın bu özelliği anlamında-öteki olarak görülmesinde rol oynamışlardır.
Kuramlarını toplumsal cinsiyet üzerine kuran feministlerin, Irigaray, Cixous, Kristeva gibi bizi farklılığı düşünmeye davet eden kuramcılara verdikleri tepkinin kaynağı bu tip fikirlerin kadının yeniden öteki olarak görülmesine yol açacağı yönündeki korkudur. Zira biyoloji, doğa, annelik, kadına has olan ve kadın yazını gibi kavramların üzerinden konuşmak böylesi tehlikeli bir farklılığı ve dolayısıyla “ötekiliği” yaniden üretmek olarak yorumlanmaktadır.
Ama aynı zamanda da bu problem, farklılığın düşünülmesindeki zorluğun, bir temsil aracı olarak dilin her zaman erkek merkezci (fallogosentrik ) olmasından ileri geldiğinin ip uçlarını da verir bize. Dilsel anlamlandırma hep erkek merkezli olarak tesis etmiştir. Dil düzleminin kastedildiği simgesel söylem, erkeğin dünyayı kendi anlayışına göre somutlaştırmakta kullandığı bir diğer araçtır. Simgesel söylem tam anlamıyla erkeğin elindedir. Erkek herkes ve her şey adına konuşur; elbette buna kadın da dahildir.
Henüz alternatifi (en azından tam olarak) oluşmamış erkek söylemi esas olan ve öteki olan karşıtlığı üzerine kurulmuş olduğu için “öz” kavramını da dışlayıcı olarak tesis etmiş ve değişik olanın var olmasına imkan tanımayan bir duruma sebebiyet vermiştir.
Toplumsal cinsiyetin sosyal olarak yapılandırılmış, dolayısıyla değiştirilebilir olduğu fikri “kadın olanı” hem kendine has bir tanımdan yoksunluğa mahkum etmiş; hem de eşitlik arzusu içindeki “kadının” esasında kendini “erkek olanla” özleştirdiğini fark etmesini güçleştirmiştir. Evet biyolojik cinsiyetin bir anlamda mutlak, doğal ve değişmez doğası kadına zararlı bir özcülüğe neden olmuştur ama toplumsal cinsiyetin sosyal olarak kurgulandığının farkındalığına takılıp kalındığı zaman ortaya çıkan hal de cinsiyet farklılığının bahsinin bile neredeyse davaya ihanet olarak algılanmasına neden olmuştur.
Halbuki daha önce de belirttiğimiz gibi kendine çıkış noktası olarak kültüre şekil veren alanların erkek merkezci bakış açısını tek ve esas olarak tesis ettiğinin açık ve seçik olarak gösterilmesinin gerekliliğini alan cinsiyet farklılığı perspektifi, biyolojik cinsiyetin fizyolojik farka dayalı “doğallığını” temellendiren öncüller üzerine inşa edilmez.
Kanımca farklılık üzerine düşünmek ne eşitliğe karşı körlük geliştirir; ne de “davaya” ihanettir. Eşitlik ve farklılık kavramları kesinlikle bir çatallanma/ikili bir karşıtlığa neden olmaz. Aksine, eğer bir eşitlikten bahsedeceksek bu ancak farklılıkların (olan ve olabilecek bütün farklılıkların) hepimize maledilmesi, bir anlamda bizim olması ve dolayısıyla farklılık olmaktan çıkması ile mümkündür.
Farklılık olmadan asla eşitlik olamaz. Ne neye eşit? Kim kime eşit? Farklılık farkındalığı olmadan bu soruları soramamız bile mümkün değildir. Dolayısıyla eşitlik bir anlamda farklılığa mecburdur.
Kadın maruz kaldığı dışlanmışlık ve baskıda kendine ifade alanı bulamamış ve bunun neticesi olarak da ya sessizliğe itilmiş ya da erkek söylemini benimsemek durumunda kalmıştır. Kadın hep erkeğin ona olduğunu söylediği biçimde “farklı” olmuştur.
“Hangi farklılık?” sorusu irdelendikçe başka bir farkındalık da oluşmaktadır. Kadın erkeğin ona biçtiği “farklılığı” kendini erkekten farklı kılan olarak anlamış; buna zaman zaman isyan da etmiştir.
Erkekle eşitlik istemiştir. Fakat çoğu zaman Simone de Beauvoir’ın İkinci Cinsiyet kitabında “ebedi kadın miti” diye betimlediği “ağzına bir parmak bal çalan” ve kadını “cennetin ayaklarının altında” olduğuna inandıran bu farklılığın cefası ile birlikte sefasını da sürmüş; başka türlü bir farklılığı düşünme gereğini de fazla duymamıştır.
Dahası, bunu öylesine içselleştirmiştir ki, erkeğin yardımı olmadan düş bile göremeyecek; hayal bile kuramayacak hale gelmiştir. Bu yüzden “kadınlar erkeklerin düşleri aracılığı ile düş görürler,” der Beauvoir.
Kadınlar olarak bu düşten biraz da olsa uyandık gibi duruyor. Ama karabasan misali düş içinde düş görüyor olmayalım?
Belki de Irigaray’ın Éthique de la différence sexuelle kitabında dediği gibi cinsiyet farklılığı çağımızın (en önemli) sorusudur. Üstüne düşünmeden abartıp abartmadığını anlayamayacağımız…