Birgün Gazetesi
Adnan Genç
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN KADEH KALDIRIYORUZ: ‘GENATZ’
Bu akşam bir köy yerine gidiyoruz. Erivan Belediyesi Kültür ve Spordan sorumlu Başkan Yardımcısı Tikran Hakobyan’ın yazlık evinin bahçesine… Bu kez grubumuz üçe bölündü. Dünyaca ünlü ve iyice yaşlı bir Ermeni gitaristi dinlemek için Opera salonuna giden bir grup müzisyen arkadaşımız daha sonra gelecek… Yerevan Bilimler Akademisi’nin Türkoloji Bölümü öğretim üyelerinin evlerine konuk olan arkadaşlarımız ise ‘belki geliriz’ sözünü tutamadılar. Zaman zaman gözyaşlarının içimize aktığı, kardeşçe ve heyecan dolu bir buluşmayı kaçırdılar. Doğrusu ben de bu geceyi size ne kadar ‘aynen’ aktarabilirim, bilemiyorum.
Bahçedeki büyük dut ağacının altına iki sofra hazırlanmış. Toplamı 25 kişilik bir sofra. Sofrada yok, yok… Ayrıca tandırda ve közün üzerinde değişik etler pişiyor… Gecikmiş de olduğumuz için yüzlerimiz karşılıklı olarak gergindi sanki… Otobüsten ayağımızı toprağa değdiğimiz andan itibaren birden geniş gülümsemelerle ‘Parev’, ve ‘Merhabalar’ sözcüklerinin sıcak tınısıyla, gerginliklerimizi o saniye geride bırakmış olduk. Tokalaşmaların ardından taburelere yerleşiyoruz. Önümüzde her öğünün geleneksel tabakları var. Peynir ve yeşil otlardan oluşan zengin tabaklar… Nar (nur) şarabı ve diğer şarap çeşitleri, hemen arkamızdaki bir teknede demlenen kayısı rakısı ve votka çeşitleri. Yetmez diyenlere dünyanın bir numaralı kanyağı olan Ararat’ın çeşitli boydaki şişeleri. Gece uzun sürecek galiba.
BBelki biliyorsunuzdur; bu yöre toplumlarında ‘Şerefe’ demek için bir konuşma yapılması gerekiyor. İlk ‘Genatz’ konuşması da takdir edersiniz ki, aynı zamanda etnograf olan ev sahibi Tikran bey tarafından yapılıyor. Bir konuya da dikkat çekmek istiyorum. Etrafımızda bizim Hemşinlilerin hemencecik anlaşabildikleri Hamşenehay bir tek kişi bile yok. Hepsi Ermeni. Tikran bey bilerek Ermenice konuşuyor ve Türkçe’ye çevriliyor. Moses ve Samuel yardımcı oluyor bizlere.
KADEHLER, HALKLARIN KARDEŞLİĞİNE …
İnsanlık kadar eski, kadim kardeşlik ve dostluk duygularının kaim olmasına kadeh kaldırıyoruz… Bu birincisi; hep birlikte ayaklanıyoruz ve yakınlarımızdan başlayarak olabildiğince herkesle kadeh kadehe ya da göz göze geliyoruz: “Genatz-Şerefe”… Otururken, yeni bir konuşma başlıyor. Önceleri konuşmaları Tikran bey yapıyor ama sonlara doğru diğerleri ve bizler de kadeh kaldırmaya davet ediyoruz insanları. Tikran bey, bu kez; “Ölmeye yüz tutmuş bir kültürü canlandırmaya çalışan Hemşinlilerin emekleri için içiyoruz” dedi. Tekrar kalktık ve küçük kadehlerimizi dipledik. İçme olayı dudak değdirme ya da minik bir yudumla olmuyor. Tık, gırtlağa… Hepsi çok lezzetli ama ev yapımı içkiler kara zehir gibi yakıyor. İlk etki dil ve küçük dil üzerinde oluyor. Eşzamanlı olarak gözlerinin çevresi kasılıyor ve yangın başlıyor… Sonra boğazının derinlerine inerken içkiniz, geçtiği yolun çeperinde çivilemediği milim yer bırakmıyor. Sonra mide yüzeyinin tamamına doğru yayıldığı sıra; siz yudumladığınız içkinizin hayatta içmiş olacağınız son yudum olduğu duygusuyla tepenizi saran ter taneleriyle, ensenizden sırtınıza süzülen damlacıklarla baş etmeyi düşünüyorsunuz. Tikran bey, üçüncü kadeh için konuşma hazırlığı yaparken küçük bir soluklanma vesilesi olarak kendi yapımı olan ve Mancot –Çotak- adını verdiği çellosuyla konservatuvar hocası, çok sevilen sanatçı Manuk Harutsyun ağacın altına iskemlesini çekiyor… Bilirsiniz, “Eyyamu Bahur” derler, sıcak günlerin en sıcaklarının yaşandığı günler, bu köy yerinde gece bile kendisini hayli güçlü hissettiriyor. Bu kez konuşmalar ve kadehler; Ermenistan, Lübnan, Suriye ve Türkiye’de yapılan türkü derleme çalışmaları için kalkıyor. Bizler kadeh tokuştururken, çellonun hüzünlü tınısı başlıyor. Viola da Gamba ile Çello arasında bir küçümenlikteki sazdan kemon, viyola ve çello sesleri çıkabiliyor. Bir Ermeni ezgisi dinlerken hemen yamacına yerleşen üfleme sazların hepsini büyük marifetle çalabilen Cebrail de yanıma bir tabure iliştirerek, bir Erzincan ezgisine soluk veriyor. Çello büyük marifetle eşlik ediyor. Manuk’un yüzündeki olağanüstü hüzünlü ezgiler havayı değiştiriyor. Bu kez çalgıcılarımız ve ezgileri için ayaklanıyoruz. İçkilere alışıyor muyuz, ne!? Yudumlar kayıp, gidiverdi. Ezgilere şiirler eşlik ediyor. Araştırmacı yazar Aslan Aslanyan kalkıyor ve çello eşliğinde Sayat Nova şiirleri okuyor. Güçlü sesini, haşmetli gövdesini iyi kullandığı jestleriyle süsleyerek kalbimizi çalıyor. Tabii bir kadeh de ozan Nova’ya ve Aslanyan’a… Kalkıyoruz ve küt diye oturuveriyoruz. Galiba bu kadehte kayısı rakısı var. Şaraplar iyiydi ama rakı gevşemeye yüz tutmuş organlarımızı yerli yerine oturtuyor. İyi, gece yeni başlıyor demek ki… Konserdeki arkadaşlarımız da geldiler. Müzik işi biraz daha çeşitlendi. Yerel sazlar hediye edildi. Hepimiz birer Herbie Mann oluverdik. Üfle dur, ne kadar akortsuz ses varsa bizden çıkıyor. Neyse, konuşmalara başladık. Gelenlerin şerefine kadeh kaldırıyoruz… Şiirin hükmü sürüyor: Saban (Çud) olmazsa / Hayat olmaz, / Hayat sabanın / Ucunda büyür… Şiir ve gece uzun… Sohbetlerimizi Osmanlı’da yetişmiş ve Ermenice’yi ancak çocukluğundan 30 yıl sonra öğrenip, Ermeni müziğini sistematize eden Komitas’tan söz ediyoruz. Sözlere ezgilerini eşlik yaparak… Erzurum, Van, Bitlis ve Muş türküleri çalarken, Tamzara başta olmak üzere kimi barlar ve horona durmalar başlıyor… Horona, bara ve dansların hepsine kadeh kaldırıyoruz. Türkülere, şiirlere de ayrıca…
HAYATLARINDA TÜRKİYE’DE YAŞAMAMIŞKEN…
Gençlerde karşılaşmadığımız bir özelliği burada özellikle içimiz acıyarak ve hüzünlenerek saptıyoruz. Herkes Türkçe konuşmak gayretinde… 40 yaşın üstünde herkeste bunu gözlemledik. Şehirde çarşıda aramızda konuşurken kulak verenler bizi çağırıyor ve çay ısmarlıyor. Türkçe konuşuyorlar. Alışveriş için girdiğimiz yerlerde bizi duyanlar hemen soğuk sular getirip, sohbet etmek istiyorlar. Burada da aynı şey oluyor; ya Türkçe konuşma çabasındalar ya da Türkiye’den söz ediyorlar: “Bizim anadilimiz Türkçe ve Ermenice’dir. Kürtçe ve Ermenice’dir… Anadoluluyuz biz. Atalarımızın köylerine pek azımız gitti ama anlatılanlardan oraları yaşıyoruz” diyorlar. Minicik bir ezgiyi dilinin ucuna getiriyor ve çalgılar başlayınca da türkü dilden dile çoğalıyor. Yad etmekle ait olmaklık arasında gidip geliyorlar. Bazılarımızın bile anımsamakta zorluk çektikleri bozlakları, uzun havaları, hüzünlü türküleri onların seslerinden duyuyoruz. Ağlamamak için zor tutuyoruz kendimizi. Kimsenin tehcir meselesini kesinlikle anmadığı ama unutmadığı bir ortamdayız. Dile gelen türküler, tınıyan sazlar her acıyı bütün kıvamıyla anlatıyor…