Yazı Dizisi: Erivan Günlüğü 3

[ A+ ] /[ A- ]

Birgün Gazetesi
Adnan Genç

BİNLERCE YILLIK ERMENİSTAN’IN DAĞLARDAKİ İZLERİ: MANASTIRLAR

Issız dağların ortasında, taş bezemeciliğinin muhteşem örnekleri olan, manastırları geziyoruz. Fotoğraflar çekiyoruz. İncecik merdiveninden tırmanıp olağanüstü akustiği olan yapının içinde bir arkadaşımız Ortodoks ezgileri seslendiriyor. Çok etkileyici…

Erivan’dan ayrıldık. Yakın yöredeki bir manastıra ve köyleri görmeye gidiyoruz. Yol boyu hemen sağımızdan ve dünyanın çok geniş bir tabandan yükselen en büyük dağı Ağrı (Ararat) Dağı yolculuğumuza eşlik ediyor. Yol ayrımlarındaki tabelaları izliyoruz; Masis (Ağrı Dağı) Meghri, Shahumyan, Tapekaran’ı geçiyoruz… Alabildiğince geniş düzlüklerde tarım yapılıyor. Büyük bir ovanın ortasındayız ve rehberimiz Arpi Çankar’ın dediklerine göre ulusal simgelerden saydıkları kayısı bu bölgede çok miktarda üretiliyor… Çevreye yayılmış çok sayıda eski ya da eskiliğiyle öylece bırakılmış fabrika ve atölye görünüyor… Anız (ot yakma) işlemi burada da hayli yaygın… Doğrusu hepimiz için başlangıçtaki gizem bu coğrafyada kayboldu. Anadolu’nun yollarında ne görüyorsanız burada da aynısı var. Traktörler ve neredeyse sadece beyaz renkli Lada marka arabalar, at arabaları, ayakları ve üzerleri çıplak çocuklar, asma ve mısır bahçeleri, geçen her otobüse merakla bakan köylüler… İnsan tipolojisi de zerre kadar farklı değil…

KHOR VIRAP MANASTIRI

Ayıptır söylemesi; gözümüz çok alıştığından olsa gerek ya da yıllar içinde hasbelkader içine girdiklerimiz olduğundan da mı nedir; Türkiye’de camilere pek gitmezken, yurtdışına çıkınca manastır, kilise gezmekten imanımız gevrer. Bir de zahmetlidirler; Türkiye’deki gibi erken dönem Hıristiyanların yaptıkları tapınaklar –koru(n)ma amaçlı olarak- dağların gökyüzüyle buluştuğu noktalara yapılmış. Tırman dur… Hayırlısı.

Khor Virap köyü içinden dağlara dönüyoruz. Turistik bir gezi otobüsü olduğumuzu anlayan çocuklar el sallıyor. Kevork Çavuş’un (Sasonlu bir fedainin) heykeli yakınından Derin Çukur anlamına gelen manastıra yaklaştık. Eteklerde mezarlık var. ‘Meg Varyan’ -Bir Dakika- diyerek bizi otobüste tutan rehberimiz anlatıyor: 301 yılında Hıristiyanlığı yayan Krikor (Işık Yayan) Lusavoriç, söylenceye göre senelerce hapse (çukura) atılıyor… Kral Dırdtat hastalanıyor. Ölmek üzereyken, rüyalarını yorumlatıyor. Krikor’un iyileştirebileceği söyleniyor. Çukurdan çıkartılıyor ve krala dua ediyor ve güya iyileşiyor. Putperestlikten kurtulup Ermeni halkını Hıristiyan yapmaya yönleniyor. Dünyanın millet olarak ilk Hıristiyan’ı oluyorlar. Bartev denilen bir milletin (Aynı zamanda Kayseri’de yaşayan bir ailenin) çocuğu kurucu Luzavoriç… Aslında iki temel kurucu olan İsa’nın havarilerinden Tateos ve Bartelemeos’tan da bilgiler vererek sözü seyyar satıcılara getiyor. ‘Kuşlara siz dokunmayın. Onlar bir dilek eşliğinde göğe salsınlar’ diyor.

Klimalı otobüsten bir fırının içine iniyoruz. Güneşe karşı ter bezlerimizi test ediyoruz… Tırman terle… Terle, eriyorum san! Neyse, manastır içindeki badem ağaçlarının altı serince… Sığınıyoruz. Dahasını isteyenler kurucu azizin çukuruna iniyor… Karen isimli bir Ermeni şoförle sohbet ediyorum. Kentte ya da köylerde pek çok kişiyle Türkçe konuşulabiliyor… Şoför; “Abi, ben 12 yıldır sınırdan İranlı taşıyorum. Erivan’ı gezdiriyorum. Günlüğüm 50 dolar. Yakıt falan da içinde. İdare ediyorum işte. Eşimin adı Karin ve İranlı kendisi… Ben sadece İranlı gezdiriyorum. Dillerini biliyorum. Kolay anlaşıyoruz. Benim telefonum onlarda var. Ararlar, gezeriz.”

Bıraksan, her konuya girecek… Dilinin farsi etkiler taşıdığını söylüyorum ama Doğu Ermenicesi böyle. Farsça duyar gibisiniz… Güçlü bir etki. Zaten Ruslar ve İranlıların etkisinde kalmış dilleri ve kültürleri. Bu nedenle Hemşin coğrafyasının kapalı toplumunun, özellikle kadınların dillerinin arkaik Ermenice olduğu iddiası bu yüzden tartışılıyor…

NORAVANK MANASTIRI…

Daha yürüyeceğimiz güneşli yollar varmış. Başka tepelere yöneliyoruz. Burası daha hareketli bir yer. Issız dağların ortasında taş bezemeciliğinin gene muhteşem örneklerinin görüldüğü bir kilise. Manastır, yoktur deniyor. Yani çok sayıda din adamının bulunduğu yerler pek bulunmaz diyorlar. Ama bu yapıtların tanımsal karşılığının ‘Manastır’ olduğunu da ekliyorlar… Burada biraz dolanıyoruz. Fotoğraflar çekiyoruz. İncecik merdiveninden tırmanıp olağanüstü akustiği olan yapının içinde bir arkadaşımız Ortodoks ezgileri seslendiriyor. Çok etkileyici… Aktif olmayan bu yapıda da özel ve dini bir etkilenme yaşayan görmüyoruz. Kentteki görece yeni kiliseler böyle değil. İşten çıkmış evine giderken ya da pazardan dönerken bile birkaç dakikalığına da olsa girip, huzur bulabiliyor insan. Kendi başlarına kalıyor ve dua ediyorlar. Ama dağ başlarında sadece bir tarih gezintisi içindeki duraklara uğramış oluyoruz..

KALABALIKLARIN ARASINDAYIZ…

Bebeklerin vaftiz edildiği bir kiliseye geliyoruz Novarank Manastırı içindeyiz… Dağların ortasındayız ama daha da tepelerde üzeri haçlı mağaralar var. Biz etekleri tercih ediyoruz. Burada da kurban kesme adeti var. Reddeden bakışlarla izliyoruz. Zavallı koyuncukları ite kaka kesmeye götürüyorlar. Bebeciklerin ağlamalarına koyunların iniltileri karışıyor… Hediyelik çikolatalar dağıtılıyor. Zaten kilise duvarının yamacına yerleşmiş seyyarlarda envai tür yiyecek var. Özelikle ‘kate-kete-‘ dedikleri değirmi ekmek muhteşem. Hafif tatlı ve cevizlisi de var. Tabii cevizli kayısı sucukları ve pestilleri de satışta. Küçük haçlar ve değişik örtüler… Uyduruk ritmli yöre müzisyenleri de tıkırdayıp duruyor. Bin darama (üç dolara) 20 saniye çalıyorlar. Otomat gibi. Tık diye de, duruyorlar… Çok sayıda İranlı ziyaretçi burada da var… Arabalar, otobüsler, bebekler ve koyunlarla tıkış tıkışa bir dağ başındayız…

PUTPEREST TAPINAĞINA GİDİYORUZ…

Yapıldığı tarih bilinmeyen, ama altında bir Urartu tapınağı olduğu söylenen eski zamanların bir tapınağına gidiyoruz. Garni’deki putperest tapınak 1679’da deprem görmüş ve yanındaki kiliseyle birlikte yıkılmış. Tapınak ayakta ama kilise ve zemini olağanüstü mozaiklerle bezeleri hamam, kalıntı halinde duruyor. Çok güzel bir çevre düzeni ve bilgi sunumu ile buradan hoşnut ayrılıyoruz. Çünkü kapısına kadar otobüsle gitme olanağı var ve küçük hediyelik dükkânları, tertemiz tuvaletleri ve oturma birimleriyle bir turistin arayacağı her tür konfor var…

SEVAN GÖLÜNDE SERİNLİYORUZ…

Geghard bölgesinden bu kez Sevan Gölü’ne uzanıyoruz… Bir saate yakın bir yolculuk daha ve göl kıyısında piknik… Tam umduğumuz gibi. Ama beklediğimiz gibi kesinlikle değil… Camları ve kapıları açık arabalardan yayılan arabeskle taverna müziğinin bire bir benzerlerinin elektronik zımbırtılara bulaşmış hali, yemeğimize eşlik ediyor. Mangallar harlanıyor… Sırtında havlu, ayağında hamam terlikleriyle koşuşturan erkekler. Kadınlar burada da zarif olma çabasında… Jet-ski’ler de kiralık. Alıp, vızır vızır kafa şişirebilirsiniz. Akşam olur da gideriz, derken tepeden bütün göle hakim manzaralı başka bir kilise imdadımıza yetişiyor. Hacı olmak üzereyiz… Küçük ama leb-i derya sayılabilecek kiliseye de tırmanarak çıkıyor arkadaşlarım. Ben buz gibi bir çayı önüme çekiyor ve etrafının gürültülü sahil kasabası görüntüsünü izliyorum…

Akşama şehre döneceğiz ve Arto Tunçboyacıyan’ın kulübüne gideceğiz…