Türkiye’den kaçma duygusu

[ A+ ] /[ A- ]

İrfan Akan – Gazeteduvar.com.tr

İktidarın baskıcı uygulamalarından rahatsız olan milyonlarca insan ülkeyi terk etmek üzere henüz Avrupa kapılarına dayanmamış olsa da buradaki yerleşiklik duygusunu hızla yitiriyor ve tıpkı Kreuzberg’deki solcu bakkal gibi kendini “askıda” hissediyor.

Geçen gün Berlin’in “Türkiye mahallesi” Kreuzberg’de bir bakkal, 25 yıldır Almanya’da yaşadığını ama gözünün hep kapı eşiğindeki bavulunda olduğunu söylüyor ve ekliyordu: “Bize öyle bir şey yaptılar ki, burada duramıyorum, ama Türkiye’ye gittiğimde orada da kalamıyorum. Ne oralı kalabildim ne buralı olabildim. 25 yıldır havada asılı kalmış gibiyim.”

12 Eylül darbesi ve 1990’ların anti-Kürt savaşı sırasında Türkiye’yi terk eden on binlerce mülteciye şu sıralar yeni on binler ekleniyor. Geride kalan milyonlarca insanın da gözünü yaşanabilir bir ülkeye diktiği bir varsayım değil, gözle görülür bir gerçek.

2012 ile 31 Mart 2016 arasındaki dört yıllık zaman dilimi içinde sadece Almanya’ya göç edip oturum izni alan Türkiye vatandaşı sayısı 37 bin 729! Yani 12 Eylül askeri cuntasında Almanya’ya kaçan politik mülteci sayısından (30 bin) bile fazla. Bu sayıya henüz oturum izni başvurusu kabul edilmemiş veya Almanya’da kaçak-göçek yaşayanları da dahil edersek, Türkiyeli mülteci oranının muazzam bir boyuta ulaştığı görülür.

AKP GÖÇTEN MEMNUN

Peki AKP bu göçten rahatsız mı? Hükümetin Türkiye’yi terk eden yurttaşları hakkında şimdiye kadar herhangi bir açıklama yapmamış olması sizin de dikkatinizi çekiyor, değil mi?

Binlerce kişinin kamudan ihraç edildiği son iki KHK ile bir kez daha görüldü ki AKP, toplumun belli bir kesimine ısrarla “ya sev ya terk et” diyor. TV’lerdeki “arkadaşlık” programlarını bile yasaklayan iktidar, sadece kendisine mutlak biat edecek kesimlere ait bir ülke inşa etmeye çalışıyor. O yüzden de iktidarın, rejimden rahatsız olanların bu diyarı terk etmesinden gayet memnun olduğu açık.

İnsan nerede yaşıyorsa, yurdu orasıdır. Fakat otoriter iktidarların en büyük hedeflerinden biri, muhaliflerinin yerleşiklik duygusunu parçalamaktır. O yüzden de onları en hassas oldukları yerlerden acıtmaya, taciz etmeye başlar, “mahalleyi” terk etmeye zorlarlar.

Osmanlı’dan bu yana düzenli iskân ve tehcir politikalarıyla toplum mühendisliği yapmış olan akıl, geçtiğimiz yüzyıl içinde başta Ermeniler, Kürtler, Rumlar, Aleviler ve sosyalistler olmak üzere oluşturulmak istenen “ailede” “maraz” yaratacak tüm kesimleri sistematik olarak göç ettirdi. Onların yerine de yine sistematik olarak Müslüman-Türk göçmen ülkeye alındı. Örneğin 19. yüzyıl ortalarından Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna kadar Anadolu’ya 5 milyondan fazla Müslüman-Türk getirildi. Bir o kadar Türk olmayan veya gayrimüslim de göç ettirildi. Keza 1923-1997 yılları arasında, toplam 1 milyon 648 bin 077 Müslüman-Türk ülkeye göçmen olarak yerleştirildi, büyük olasılıkla daha fazlası da göç ettirildi.

İktidarlar dönemsel olarak devreye soktukları göç ettirme politikasını, göç edenlerden ziyade kalanlar için uygular. Böylece onların yerlerinde kalmayı lütuf saymalarını, biat etmelerini, en azından isyan etmemelerini sağlamaya çalışır.

YERLEŞİKLİK DUYGUSUNU YOK ETMEK

24 Temmuz 2015 tarihinden itibaren Kürt hareketine karşı başlatılan savaşın “master planı” olarak nakledilen “Çöktürme Planı”nda gözden kaçırılan bir ayrıntı vardı. Varlığı henüz resmen kabul edilmemiş, ama uygulamasına son iki yıldır hepimizin tanık olduğu bu planda “10 bin ila 15 bin imha, 8 bin civarı yaralı, 5-7 bin arası tutuklama, bombalanmış küçük ve büyük yerleşim alanlarında 150-300 bin civarı insanın yer değiştirmesi”nin öngörüldüğü iddia edilmişti.

Peki planda neden bu kadar “az” bir göç öngörüldü?

Büyük olasılıkla iktidar, ülke içi göç ettirmenin yaratacağı sorunlarla karşılaşmak yerine Kürtlere “göç duygusu-korkusu” yerleştirmeyi yeterli buldu. Bulunduğu yerden bir gün sürüleceği korkusu yaşayan insanların isyan etmeyeceğini tahmin etmek devlet açısından isabetli görünebilir. Devletin Kürtler açısından bu tahminde sürekli yanılmış olması, bu refleksi sürdürmeyeceği anlamına gelmez.

Şimdi aynı politika Türkiyeli diğer muhaliflere karşı güdülüyor. İktidarın baskıcı uygulamalarından rahatsız olan milyonlarca insan ülkeyi terk etmek üzere henüz Avrupa kapılarına dayanmamış olsa da buradaki yerleşiklik duygusunu hızla yitiriyor ve tıpkı Kreuzberg’deki solcu bakkal gibi kendini “askıda” hissediyor. Yerleşiklik duygusundan mahrum bırakılmış, kendi ülkesinden kaçma duygusuna kapılmış bir toplum, bugünü kurtarmak için yarına dair umudunu, dolayısıyla direncini ve isyan ettirici bıkkınlığı mecburen askıya alır.

BEKLEME ODASINDA TUTMA SİYASETİ

Örneğin, Suriyeli mültecilerle dayanışmada takdire şayan bir çaba sarf eden Hakların Köprüsü Derneği’nin 29-30 Nisan günlerinde İzmir’de gerçekleştirdiği 2. Alan Kurdî Çalıştayı’nda tanıştığımız bir sağlıkçı, “Elimde ne varsa satmaya çalışıyorum. Herhangi bir malım-mülküm olmasın istiyorum. Çünkü kendimi güvende, burada kalacakmış gibi hissetmiyorum” diyordu.

Aynı çalıştayda “Haklara sahip olma hakkı” başlıklı bir sunum yapan Serdar Tekin, kendisi de Nazi Almanyası’ndan kaçarak uzun yıllar mülteci hayatı süren geçen yüzyılın en önemli düşünürlerinden biri olan Hannah Arendt’e atıfla “statüsüz” bırakılan insanlar için şu tespiti yapıyordu: “Topyekun hukuksuzluk değil, ama güvencesizlik rejimi. Hakların kısmiliği, sürenin belirsizliği, uygulamanın kırılganlığı. Haklara sahip olma hakkının ne yadsındığı ne tanındığı, insanların hukukun bekleme odasında tutulduğu bir durum, belki içeri alınabilecekleri, ama her an dışarı da atılabilecekleri bir belirsizlikte yaşamaya mahkûm edilmeleri…”

679 sayılı KHK ile Ege Üniversitesi’nden ihraç edilmiş olan felsefeci Yrd. Doç. Dr. Tekin her ne kadar mültecilik bağlamında bu sözleri söylese de, aslında şu an Türkiyeli tüm muhalifler tam da bu bekleme odasındaki belirsizliğe mahkûm durumdalar.

Belli aralıklarla yayınlanan KHK’lar, en azından kamu personelinde, yani “devlet çalışanlarında” böyle bir duyguyu tesis ediyor. Fakat son yayınlanan KHK’da “arkadaşlık” programlarının yasaklanması, hükümetin artık bu duyguyu “resmi olarak” toplumun bizatihi kendisine yönlendirmeye başladığını gösteriyor. Sırada evlilik programları var. Ve evlilik programlarının yasaklanması, bu topraklarda reise mutlak biat eden bir “ailenin” tesisi için sembolik anlamı muazzam bir girişim olacak ki, bunu da bilahare konuşalım.