TCK 301 ve 216’lı Hikâye(m)

[ A+ ] /[ A- ]

Temel DEMİRER

“Siz bu hükmü okurken korkuyorsunuz, fakat ben dinlerken korkmuyorum!”[1]

TCK 301 ve 216’lı hikâye(m), Hrant Dink’in katledilmesini protesto için, cinayetin ertesi günü (20 Ocak 2007’te) Ankara Yüksel Caddesi’nde yaptığım konuşma ile başladı; ardından “Türkiye Cumhuriyeti devletini alenen aşağılama” ve “kin ve düşmanlığa tahrik” iddiasıyla dava açıldı.

24 Aralık 2007 tarihli iddianameyi kaleme alan Cumhuriyet Savcısı Levent Savaş, “…şüphelinin açıklamaları, Türk tezini reddeder” ibaresine yer verirken; Ermeni Soykırımı hakkındaki beyanlarım, resmi Türk tezini inkâr bağlamında, 301 kapsamına alındı. Böylelikle “Ermeni Soykırımı var” dediğim için yargılanmamın önü açıldı.

Üç hâkim eskiten dava(m) altı yıl sürdü ve 19 Şubat 2013 tarihinde Ankara 2. Asliye Ceza Mahkemesi, ‘3. Yargı Paketi’ kapsamında ertelendi, donduruldu, ötelendi

Hem de ben, ısrarla “Ya beraat ya da mahkûmiyet; ama asla ‘ertelenme’ değil!” dediğim hâlde ve bu talebime karşın…

Öncelikle ve özellikle bir şeyin altını çizmem gerek: Bu davanın açılmasını da, ‘ertelenmesi’ni de ben istemedim; davayı ben itiraz ettiği hâlde onlar açtı, onlar erteledi…

Bu hukuk adına bir ‘garabettir’…

Gelin bu garabete dair birkaç noktayı hızla hatırlatalım: 24 Aralık 2007 tarihli iddianameyi kaleme alan Cumhuriyet Savcısı Levent Savaş, “…şüphelinin açıklamaları, Türk tezini reddeder” ibaresine yer verirken; Ermeni Soykırımı hakkındaki beyanlarım, resmi Türk tezini inkâr bağlamında, 301 kapsamına alındı. Böylelikle “Ermeni Soykırımı var” dediğim için yargılanmamın önü açıldı.

Davaya konu olan konuşmamda şunları demiştim:

“Çok kısa konuşacağım.(…) Gerçekleri haykırmamanın cinayete ortak olmak olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Hrant sadece Ermeni olduğu için değil, bu ülkede soykırım olduğu gerçeğini ifade ettiği için katledildi. Türkiye aydınları eğer 301 kere 301 suçu işlemezlerse Hrant’ın cinayetine ortak olmuş demektirler. Tarihimizde bir soykırım vardır. Adı Ermeni Soykırımı’dır. Hrant bu gerçeği hepimize kanı canı pahasına anlattı. Suç işliyorum, herkesi suç işlemeye çağırıyorum. Bu katil devlet karşısında suç işlemeyenler Hrant Dink cinayetine ortak olanlardır. Dün Ermenileri katledenler bugün Kürtlere saldırmaktadırlar. Halkların kardeşliğini isteyenler bu tarihle hesaplaşmak zorunda. Dün Ermenilerin başına gelenin bugün Kürtlerin başına gelmemesi için suç işlemeliyiz. Hepinizi suç işlemeye, 301 kere 301 suçu işlemeye çağırıyorum. Evet, bu ülkede Ermeni Soykırımı olmuştur.”

Dediklerimin hâlen ve kesinlikle arkasındayım.

Kaldı ki bunu, 5 Şubat 2013 tarihinde Ankara 2. Asliye Ceza Mahkemesi’ne sunduğum ‘Beraat ya da Mahkûmiyet; Ama ‘Ertelenme’ Değil!‘ başlıklı belgede bir kez daha beyan ettim.

Söz konusu belgedeki alt başlıklarda davaya ilişkin konumumu bir kez daha beyan ettim.

Ayrıca ÇHD’li avukatların bile tutuklandığı hukuk(suzluk) düzlemine ilişkin olarak ‘Hayvanların Yaşam Haklarını Koruma Derneği’ temsilcisi Eva Aksoy’a e-posta aracılığıyla, “Benim ülkem sana dar gelir, sen Erivan’a git”, “Senin sonun darağacı”, “Taşnak kırıntısı” gibi sözlerle hakaret ve tacizde bulunduğu için yargılanan Mehmet Ali Özçarıkça da 3. Yargı Paketi sayesinde kurtulduğu için ben bu ‘düzenlemeden’ faydalanmak istemediğimin altını özellikle çizdim.

Basın davaları ve ifade özgürlüğü dosyalarını yinelenmemesi koşuluyla üç yıllığına erteleyen ‘3. Yargı Paketi’ ile ‘yargılanan’ muhalif düşünce sahiplerini ve gazetecileri ‘üç yıllığına oto-sansür’e iten uygulamayı kabullenmediğimi beyan ettim.

Çünkü eski Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’in “Ben devletime katil dedirtmem” diyerek bakanlık onayı verdiği TCK 301 davam konusunda avukatım Levent Kanat, “301. maddeden soruşturma veya dava yetkisinin savcılardan alınıp Adalet Bakanlığı’na verilmesiyle veya bu davaların 3. Yargı Paketi uyarınca erteleme hükümlerine tabi tutulmasıyla düşünce özgür kalmıyor.” derken; ben de bu saptamanın altına imzamı atıyordum…

Tüm bunların nedeni, düşünceleri özgürce ifade özgürlüğünün asla bir ‘suç’ olmadığı, olamayacağına dair kesin kanaatlerimdi; F. Dostoyevski’nin, “İnan bana, dünyamızda yapılacak çok iş var”; Jean-Paul Sartre’ın, “Cellatlarına saygı duyan kurbanlardan nefret ederim” sözlerine atfettiğim büyük önemdi…

Bu bağlamda dava(mın) süreci altı yıllık, öğretici bir sergüzeştti…

Aslında söz konusu sergüzeşt TCK 141-142’den ilk yargılandığım gün başlamıştı… (O günler çok gençtim…)
Orta yaşa merdiven dayadım “141-142 bitti!” dediler ki, TCK 159’dan, 312’den yargılanmaya başladım…
Ardından da yeni ‘düzenlemeler’ ile TMY 8’i ikame ettikleri TCK 301 ve 216’dan ‘sanık’ oluverdim…
Kanımca mesele benden öte, sürekliliği tartışma götürmeyen bir devlet aklı (akılsızlığı mı desek!?) yani resmî ideolojik güvenlik devleti taassubuydu; düşünce ve ifadeyi kelepçeleyebileceğine inanmış bir otoriterlikti…
Ben, biz, hepimiz bunun için ‘yargılandık'(?) ve ‘cezalandırıldık'(!)
Ama bir dakika: Birileri iktidara, düşünceleri özgürce ifade etmenin bir ‘suç’ olmadığını veya ‘Yargı Paketleri’ saçmalığıyla bize ‘ihsan’ edebilecekleri bir lütuf olmadığını hatırlatabilmeli değil mi?

William Shakespeare’ın, “En çok pişman olduğum şey, pişman olacağım diye yapamadıklarım ve dokunamadıklarımdır.” uyarısını unutmayan birisi olarak devletin benim neyi düşünüp, ifade edeceğime ilişkin bir dayatmasına “Evet” demem mümkün değildir…

Tam da bunun için 19 Şubat 2013’de 2. Asliye Ceza’da şunları dedim:

“2007’de ‘Ermeni Soykırımı vardır. Hrant’ın katili devlettir’ demiştim. Bugün de hâlen bu görüşteyim… Yaptığım açıklama düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamındadır. Ben ceza verilmesi hakkında da gocunmam. Burada yargılanan ifade özgürlüğü ve tarihi gerçeklerdir. Bu totaliter rejimlerde gerçekleşen bir yargılamadır. Bu bağlamda vereceğiniz karar Türkiye’nin totaliter olup olmadığını gösterecektir…

Beni beraat ettirebilirsiniz. Bu düşünce ve ifade özgürlüğünün gereğidir. Bana ceza da verebilirsiniz, bundan hiç gocunmam. Ama burada mahkemeniz, devlet bir kez daha tarihe geçecek bir yargılama yapmaktadır. Erteleme kararı verilmesini istemiyorum.”

Sonra yargıç, gözümün içine baka baka kararını açıkladı: “Kovuşturmanın 6352 sayılı yasa gereği ertelenmesine…”

Ama buna “Evet” diyemezdim! Duruşmanın hemen ardından adliye girişinde, üç yıl beklemeden, destek için gelen dostlar(ım)a ve kamuoyuna seslendim:

“Mahkemeye biraz önce ‘Beni ya cezalandırın ya da beraat ettirin,” dedim. Ama onlar yine erteleme kararı verdi. Talebime rağmen üç yıl boyunca ‘Ermeni Soykırımı’nı devlet yaptı. Hrant’ın katili devlettir.’ sözlerimi söylememem kaydıyla ertelendi. Üç yıl değil duruşmadan beş dakika sonra söylüyorum: ‘Ermeni Soykırımı yapılmıştır. Dostumuz, yoldaşımız, kardeşimiz Hrant’ın katili de devlettir’ Adaletsizlik Bakanlığı’na da buradan sesleniyorum. Dava açın. Adalet Bakanlığı, savcılık, polis dava açmazsa suç işlemiş olurlar. Ben kimseyi suç işlemeye teşvik etmiyorum. Düşüncelerimi ifade ediyorum. Gücünüz yetiyorsa yine yargılayın. Fikirlere pranga vurulamaz.”

René Descartes’ın, “Düşünüyorum, öyleyse varım”; Henri Bergson’un, “Bir düşünce insanı gibi hareket etmek, eylem insanı gibi düşünmek gerekir”; Publilius Syrus’un, “Yaptıklarından pişman olan, kendi kendini cezalandırır”; Bertrand Russell’ın, “Düşünce özgürlüğü lehindeki temel sav, bütün inançlarımızın kuşku götürür olmasıdır” saptamalarına büyük değer vermem boşuna değildir.

Tekçi dayatmalardan, ‘ne’yi, ‘nasıl’ düşünüp/konuşacağınızı size vaaz eden tek kitaplılardan “Korkunuz” diyen Thomas Aquinas’dı değil mi?

Ya da “Herkes aynı şeyi düşünüyorsa hiç kimse pek bir şey düşünmüyor demektir” saptaması Walter Lippmann’a aitti değil mi?

Veya “Herkes tarafından, her zaman ve her yerde inanılan şeyin yanlış olma ihtimali çok kuvvetlidir” notunu Paul Valery düşmüştü değil mi?

Stanislaw Jerzy’nin, “Bazı düşünceler yazılamaz, sadece düşünülür” diye dalga geçtiği otoriterlik dünyasında, hiçbir şeyi derinlemesine düşünmeyen inançlar, düşünce ve ifadeye pranga vurulabileceğini zannederler.

Tam da bu noktada N. Ostrovski, “Kimse düşüncelere hükmedemez” derken; John Stuart Mill de ekler:

“Bastırmaya çalıştığımız düşüncenin yanlış bir düşünce olduğundan hiçbir zaman emin olamayız; emin olsak bile, bir düşünceyi bastırmak kötülük olur.”

Dedim ya, birilerinin iktidardakilere düşünce ve ifade özgürlüğünün ‘suç’ olmadığını, ‘suçlanamayacağı’nı anımsatması gerekiyor!

İktidardakiler, ‘yönettikleri’ni keyfî olarak mahkemeye sürükleyecek sonra da ‘paketler’le keyfî ‘af’lara mazhar kılacak, hükümleri ‘erteleyerek’ şaibe altında bırakacak bir keyfîliğe muktedir olmadıklarını anlamalılar!

Çünkü biz ‘teb’a’ değil; hak ve salahiyet sahibi yurttaş(lar)ız; her ne kadar içinde bulunduğumuz hâl, Metin Turan’ın dizelerine, “Yanlış bir Karacaoğlan’ım kendi ülkemde/ mülteci bir emrah/ dağlarımın koyaklarında yabanıl köroğlu/ benim ülkemde aşk büyükkent mağlubu bilbord”[2] diye yansımış olsa da!

Fazla uzatmadan diyeceklerimi toparlıyorum: Özgürlük biz ona layık olduğumuz ve savunabildiğimiz kadar vardı, vardır ve var olacaktır; ‘paket’ tekerlemelerine inat…

i) Denizli Valiliği Türk Ceza Kanunu’na atıf yaparak Emek Partisi’ne bağlı Emek Gençliği’nin afişini yasakladı. Valilik, “Barış Yoksa Gelecek de Yok! Gençlik Savaşı Durduracak!” yazılı afiş hakkındaki yasaklama kararını, TCK 301. ve 125. Maddelerine dayandırdı. Yasaklanan afişin üzerinde “Ortadoğu’da tüm savaş filmlerinin yapımcısı NATO’dan: PATRİOT” yazıyordu. Sponsor kutucuğunun içerisinde ABD, İngiltere ve Almanya yazan afişte “Başrolde Recep Tayyip Erdoğan” ibaresi yer alıyordu…

ii) 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde Diyarbakır’da yapılacak miting için billboard’lara asılan afişler yasaklandı. Diyarbakır Valiliği’nin şikayeti üzerine TMK 10. maddesine göre görevlendirilen Diyarbakır 1 No’lu Hâkimliği, afişlerin toplatılmasına karar verdi…

iii) ‘3. Yargı Paketi’yle geçmişteki yayın yasaklarının kaldırılmasının ardından Terörle Mücadele Kanunu (TMK) 10. Maddesi ile görevli İstanbul 3 No’lu Hâkimlik, yasal süreden dokuz gün sonra Umut Yayımcılık’tan çıkan üç kitaba el konulmasına karar verdi…

iv) Nihayet “3. Yargı paketi ile sorunların çözüldü” diyenleri haberdar edeyim:
“Kızıldere’de Mahir Çayan ve arkadaşlarının öldürülmesini protesto ederken ‘Dev-Genç Marşı’ okuyarak ve slogan atarak suç işledikleri gerekçesiyle 15 kişi hakkında dava açıldı. ‘Cumhuriyet’ gazetesinden Alican Uludağ’ın haberine göre aralarında yazar Temel Demirer’in de bulunduğu sanıklara yöneltilen suçlama ise, ‘THKP-C ( Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi) örgütünün propagandasını yapmak’…”[3]

Sahi, nerede kalmıştık?

Ha, aklıma gelmişken Adana 10. Ağır Ceza’da (2012/74 E) 12 Nisan 2013’de duruşmam var…

Alın size, Tayyipgiller’in ‘paketler’ Türkiye’sinden hikâye(m)!

Notlar:
1- Giordano Bruno, Diyaloglar, Çev: Sedat Ümran, Berfin Yay., 1997.
2- Metin Turan, Suları Islatan Mecnun, 10. Basım, Ürün Yay., 2012, s.21.
3-Dev-Genç Marşı’nı Söylemek Suç Sayıldı‘, Radikal, 1 Mart 2013.