Natali ESAYAN
Agos Gazetesi
Ermeni toplumunun geçen 19 Ocak’tan bu yana yaşadığı ve bundan sonra da kısa, orta ve uzun vadede varlığını sürdüreceği öngörülen en büyük sorunlarından biri sivil temsiliyet meselesidir.
Her türlü totaliterliğe ve meşrulaştırıcı söyleme karşı durmanın esas olduğu, dünya üzerinde ‘öteki’leştirilen halkların suskunluklarını bozarak sivil alanda hak aramaya başladıkları bir tarihsel dönemden geçiyoruz. İşte böyle bir konjonktürde ortaya çıkan Hrant Dink, öncelikle, mensubu olduğu Ermeni toplumunun sivil mücadele alanındaki mevcut durumunu sorunsallaştırmıştı. Diğer bir deyişle, Hrant Dink dünyada madun grupların sivil alanda hak arayışında oldukları günümüzde, Ermenilerin şu veya bu nedenle sivil alandaki ‘normal’miş gibi görünen suskunluklarını, yani gerektiği gibi temsil edilememelerini, büyük bir sorun olarak görüyordu ve bu durumun topluma pahalıya mal olduğunu düşünüyordu.
Ancak, Hrant Dink, böyle bir rolü tercih etmediğini ısrarla vurgulasa da, kendisini fikren ve/veya fiilen destekleyen Ermeniler tarafından sivil toplum lideri olarak görülmekteydi. Nitekim 19 Ocak ve öncesindeki yaklaşık 10 yıllık süreçte, dini liderliğin doldurmasını beklemenin hem dini liderliğin kendisi, hem de sivil toplum adına haksızlık olacağı, o büyük boşluğa başarıyla ses verebiliyordu. Bunun farkına varan statükocu kesim de O’na şiddetle muhalefet yapmaya başlamıştı.
Lakin maalesef Hrant Dink’i beklenmedik ve acı bir biçimde kaybettik. Hrant Dink’ten sonraki dönemde de sivil temsiliyet meselesi önemli bir mücadele alanı olacak. Hrant Dink yeri kolay doldurulabilecek bir kayıp değil. Ancak O’nun gidişiyle açılan temsiliyet gediğini Ermeni toplumu olarak kapatabilmenin dinamiklerinden yoksun olduğumuz karamsarlığına da düşmemeliyiz. Örneğin, geçtiğimiz haftalarda Helsinki Yurttaşlar Derneği tarafından düzenlenen ‘19 Ocak’tan Sonra Ermeni Cemaati’ adlı seminere (burada “toplum” sözcüğü yerine “cemaat” kelimesinin tercih edilmesi bile halihazırdaki algılama hakkında bize fikir veriyor), Hadig inisiyatifini temsilen konuşmacı olarak katılan Maral Dink ve Tamar Nalcı, ve Nor Zartonk’u temsilen katılan Sayat Tekir’in, bu işin ciddiyetini ve zorluğunu kavradıkları oldukça belliydi. Kendilerine yöneltilen geniş kapsamlı soruları dahi, Nor Zartonk’un yaptığı o meşhur anket ve kendi gözlemleri çerçevesinde ustalıkla yanıtlamayı başardılar. Onların hal, tavır ve sözleri, Hrant Dink’in geride bıraktığı mücadeleyi yıllar geçtikçe daha da olgunlaşarak vereceklerine dair ümit dolu mesajlar verir nitelikteydi.
Öte yanda bir süredir biraz suskun oldukları gözlemlense de aslında her türlü sivil inisiyatife veya hak arayışında olan entelektüellere karşı çıkan statükocu grup varlığını sürdürüyor. Bu grup, 19 Ocak’tan sonra halkın eskiden olduğu gibi suskunlaşmasını bir sorun veya tehlike olarak addetmiyor. Tam tersine çözümü tam da toplumun suskun kalmasında görüyor ve asıl tehlike arz edenin sivil alanda hak aramak olduğunu iddia ediyor. Halbuki yapılan haksızlıklar karşısında suskun kalmanın bedeli her zaman için daha ağırdır…
Bu statükocu kesimin asıl talebi ise, Türkiye Ermenilerinin her alanda dini liderlik tarafından temsil edilen bir cemaat olarak varlıklarını sürdürmeye devam etmeleri. Oysa dini liderliklerden, halklarının dilini, dinini, kültürünü yaşatmaktaki olmazsa olmaz işlevlerinin yanı sıra cemaati bir de siyaseten temsil etmelerini beklemek pek de gerçekçi görünmüyor. Böyle bir temsiliyet, dini liderliğin siyaset zemininde zaten makbul görülmeyen ve kırılgan varlığını gittikçe daha da zayıflatmaktan öteye geçmeyecektir. Çünkü bu, hem İsa’dan miras alınan dini liderliğin doğasına, hem de içinde bulunduğumuz çağın beklenti ve ihtiyaçlarına aykırı. Bugünün, hele ki geleceğin dünyasında, cemaat formatında temsil edilen bir halkın varlığını anlamlı bir biçimde sürdürmesi mümkün gözükmemektedir.
Çatışma ve kural tanımaz rekabetin kendisini tüm hızıyla hissettirdiği günümüzde, özellikle Türkiye Ermenileri gibi neredeyse bir avuç kalmış toplumlar, ancak ellerindeki tüm potansiyellerini seferber edip çağa göre yeniden yapılandırarak ayakta kalabilirler. Hem dini hem cismani anlamda toplumun güçlenmesi, ancak toplumun kendi temsiliyet ağlarını doğru bir biçimde oluşturmasıyla mümkün olabilir.
Zaten son genel seçimlere Ermenilerden katılımın fazla olması ve oyların geleneksel yöneliminin değişmesi de bu “cemaatçilik” kabuğunun artık kırılmaya başladığının göstergelerinden biri olarak yorumlanmıştı. Demek ki varılan konjonktürde, sivil temsiliyetlere, varolan dinamikleri göz ardı ederek karşı çıkmak oldukça yersiz. Cemaat kozasının Türkiye Ermenileri’ni sonsuza dek içinde hapsedebileceğine inanmak ise artık “tahayyül”den öte bir anlam ifade etmiyor.