Perihan Koca
2020 yılının sonuna yaklaşıyoruz. Bütün “kötü” mefhumları 2020 yılına yükleyerek, komplo teorileriyle işin içinden çıkmaya çalışan yaklaşımları bir kenara bırakarak, gerçekte olan bitenlere odaklanacak olursak, daha net bir çıplaklıkla görüyoruz ki, çoklu krizler yapısallaşıyor, çelişkiler derinleşiyor. Sınıfsal uçurum her geçen gün daha da keskinleşiyor.
2020, 11 Mart tarihi itibariyle, Dünya Sağlık Örgütü’nün COVİD-19 salgınını pandemi ilan etmesiyle birlikte, kriz halindeki dünyada virüs gerçekliği mevcut krizleri tetikleyerek daha da görünür hale getirdi. O tarihten bu yana, tüm dünyada yönetenler, virüsün ayrıcalık tanımadığı lafzıyla, kamuoyu önünde takdiri ilahiye sığınıp, pandemiyi krize kalkan yapmaya soyundular.
Mart ayından bugüne, on ay geçti. O arada dünyanın en zenginleri listesi, 31 yeni milyarder daha eklenerek genişledi. 1 milyar doların üzerinde parası olan en zenginler listesi, üç beş ay içinde 2 bin 158’den 2 bin 189’a çıktı. Sadece 2020 Nisan-Temmuz arası dönemde, 1 milyar doların üzerinde parası olan milyarderlerin servetlerine 10.2 trilyon dolar daha servet eklendi. Böylece milyarderlerin servetleri salgın sürecinde yüzde 27,5 artış gösterdi. İsviçre Bankası UBS’nin hazırladığı ayrıntılı rapora göre, en büyük servet artışı ise yüzde 36-44 artışla, teknoloji, sağlık ve sanayi alanında oldu.
Dolar milyarderleri bu süreçte zenginliklerine zenginlik katarken, servetlerini vergiden muaf ve güvende tutacakları kendi ülkeleri dışındaki kimi ülkelerde “vergi cennetleri” yaratıyorlar. Bir nevi kara para aklama üslerine dönüşen belli kentler ise bu iş için işlevsel kılınıyor. Zira, sermaye ile göbekten bağlı olan dünya ölçeğindeki iktidarlar, çıkardıkları yasalarla bu kayıt dışılığı meşrulaştırıp, normalleştiriyor.
2021 bütçesinde, çoğunluğu dolaylı vergilerden oluşan 922,7 milyar TL vergi geliri hedefleniyor. Bunun 213,7 milyar TL’sini özel tüketim vergisi (ÖTV), 195,3 milyar TL’sini ise gelir vergisi oluşturuyor. Kimin cebinden kesilecek? Elbette ki, emekçinin cebinden.
Elbette bu tablodan Türkiye de azade değil. Pandemi ile birlikte ekonomik krizin ağırlaşan basıncı ülke atmosferini belirlerken, yılın son günlerinde, 2021 bütçesi belirlendi. 4 Aralık tarihi itibariyle de asgari ücret görüşmeleri başladı ve bu ay içinde milyonları etkileyecek olan 2021 asgari ücreti, içerisinde işçilerin ve işçi temsilcilerinin yer almadığı bir tespit komisyonu tarafından, hükümet sözcülerinin öncülüğünde belirlenecek. Bütün bir yıl için geçerli olacak olan bu ücret, sadece asgari ücret alacak olan milyonları değil, tüm emekçilerin cebine girecek ücreti doğrudan belirleyecek. Zira, asgari ücret milyonlarca insanın yıllık ücret artışının belirlenmesindeki ana dayanak noktası.
Dolayısıyla milyonlarca işçi Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nun belirleyeceği rakamı bekliyor. Ancak şimdiden öngörebiliyoruz ki, belirlenecek ücret, komisyonun başındaki iktidar-sermaye bloğunun çıkarları doğrultusunda saptanacak. Ve bu komisyonun belirleyeceği sözleşmede, işçilere Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) tarafından kabul edilmiş bir hak olan grev hakkı dahi yok. Yani, komisyonun belirleyeceği ücrete işçilerin itiraz etmeleri durumunda başvurabilecekleri haklarına bile, yasalar önünde sahip olamayacaklar.
Gelinen aşamada, Türkiye artık kırılganlığı her geçen gün artan bir krizler ülkesi. Türkiye artık, açlık sınırının bile altındaki bir “asgari ücretliler” ülkesi. İşsiz ve güvencesiz nüfusu her geçen gün artarken, 10 milyonu aşkın insan asgari ücretle çalışıyor ve 3.3 milyon insan asgari ücrete bile erişemiyor. Üstelik bu nüfusun içerisinde en niteliksiz ve ucuz işlerde istihdam edilen kadınların yarısından fazlası asgari ücretin altında çalışıyor. DİSK-AR Aralık ayı raporuna göre, 1,4 milyon kadın, yani her dört kadından biri asgari ücretin altındaki ücretlere çalışıyor. Bir haneye iki asgari ücretli bile düşmüyor.
Yetmezmiş gibi, ekonomik kriz koşullarında dövizin hareketliliği ile birlikte, asgari ücrette yaşanan erime ve temel ihtiyaçlara getirilen ardışık zamlarla alım gücü giderek düşüyor. Asgari ücret bu denli erirken, emekçilerin ücretleri üzerindeki vergi yükü ise tersinden arttıkça artıyor. Asgari ücrete çalışan bir emekçi en iyi ihtimalle yılın üçüncü ayında vergi dilimine takılıyor. Asgari ücretli, ücretinden kesilen gelir vergilerini ödemekle kalmıyor, aynı zamanda aldığı mal ve hizmetler üzerinden KDV’sinden ÖTV’sine dolaylı vergi de ödüyor. Emekçinin cebine giren açlık sınırının bile altındaki üç kuruşluk ücret eridikçe eriyor.
AKP iktidarı döneminde, 2008 yılında ilki yapılan ve geçtiğimiz günlerde bir yenisi daha yasalaştırılan “varlık barışı” adı altında yedinci kez büyük sermaye gruplarına vergi affı getirildi. Söz konusu yeni torba yasa ile, ülkedeki kimi servet zenginlerinin kayıt dışı servetleri de meşrulaştırılmış oldu. Üstelik pandemi sürecinde büyük sermaye güçleri vergi denetimine bile tabi tutulmayacak. Bir yandan da pandemi gerekçesiyle Türkiye sermayedarlarına teşvik paketleri sunulup, milyarlık borçları bir kalemde siliniverdi. Ancak, belirlenen 2021 bütçesinde en büyük artış yine vergi üzerinden hesaplandı. E bu vergi zenginlerden alınmayacaksa, o halde vergi artışı kim üzerinden hesaplanıyor dersiniz?
2021 bütçesinde, çoğunluğu dolaylı vergilerden oluşan 922,7 milyar TL vergi geliri hedefleniyor. Bunun 213,7 milyar TL’sini özel tüketim vergisi (ÖTV), 195,3 milyar TL’sini ise gelir vergisi oluşturuyor. Kimin cebinden kesilecek? Elbette ki, emekçinin cebinden. Yani vergi adaletsizliğinden bahsetmek bile abesle iştigal oluyor. Zira, vergi dediğimiz şey en büyük bütçe artış kalemini oluştururken, aynı zamanda vergi salt halktan toplanan bir gerçeklik haline gelmiş durumda. Öyle ya, “barış” çatısı adı altında vergi afları sadece zenginlere sunuluyor, halka ise acı reçete kesiliyor. 2021 yılı bütçesinde savaş politikalarına ayrılan 220 milyar TL’lik bütçe kaleminin de gösterdiği gibi; zenginlere vergi barışı, halka ise kriz ve salgın ikliminin içerisinde savaş hali reva görülüyor.
Uzun çalışma saatleri ve ağır çalışma koşulları ise artık ülkenin yerleşikleşmiş “normali” haline getirildi. Salgın koşullarında yönetemedikleri yetkili mecralardan, zenginlere “evde kalın” çağrısı yaparken, işçi sağlığı ve güvenliğine dair önlem almak bir yana, emekçiler fabrikalara, atölyelere, işyerlerine kapatılıp hastalıkla ve ölümle burun buruna çalışmaya zorlandı. Kamuoyu önünde, salgın sürecinde işten çıkarma olmayacak sözleri verilip, milyonlarca işçi işten çıkarıldı, sendikal ve örgütlü mücadele yasak kılınıp, işçi eylemleri engellendi. Velhasıl-ı, krizin de salgının da faturası emekçiye kesildi.
İşte bugün, sınıfsal uçurumun derinleştiği bu koşullarda, 2021 bütçesi ve asgari ücret görüşülüyor. Artık ülkenin yönetilemediği, siyasi iktidarın kriz içinde olduğu herkesin malumu. Berat Albayrak’ın istifası ardına Hazine ve Maliye Bakanlığına atanan Lütfi Elvan aracılığıyla, iktidardakiler mikrofonlara TÜSİAD ile özdeşleşmiş kavramlarla konuşarak, piyasalara güven ve itibar sözü veriyor. Bu doğrultuda ekonomide reform propagandasıyla, sermaye grupları milyarlık yeni paketlerle ihya ediliyor. İktidar doğası gereği tercihini sermaye sınıfından yana kullanmaya devam ediyor.
Bu anlamıyla, 2021 bütçesinin belirlenmesinde olduğu gibi, asgari ücret de sermayenin çıkarları gereğince belirlenecek belli ki.
Ancak, işçilerin, emekçilerin, halk güçlerinin parça parça da olsa devinim halindeki çıkışları, krizler sarmalında iyiden iyiye sıkışan iktidar koalisyonunun basıncını artıran ve yeni dönemi belirleyecek esas belirleyen konumunda. Dolayısıyla, pandemiyle birlikte giderek daha da keskin ve vurucu bir gerçeklik halini alan ekonomik kriz koşullarında, asgari değil insanca yaşam talebini, herkese verilecek temel bir gelir güvencesi ve servete vergi yaptırımı talepleriyle toplumsallaştırılacak siyasal bir talep haline getirmenin adımlarını atmak gerekiyor. Hele ki, şimdilerde tüm dünyada yeniden tartışılmaya başlayan ve kimi ülkelerde denemelerinin de yapıldığı servet vergisi ve temel gelir çıkışlarının öne çıktığı bu vakitlerde…
Kaynak: El yazmaları