Şiddet ve kurban

[ A+ ] /[ A- ]

Nazan ÜSTÜNDAĞ
Özgür Gündem

Şiddet, dinsellik ve kurban üzerine yazılarıyla tanınan Rene Girard, toplumsal infazların ve katliamların ne zaman ortaya çıktığı ile ilgilenir. Girard’a göre toplumsal infazlar, kurumların çalışmadığı ve toplum içinde yaşayanların birbirleri ile ilişkilerinin düzenlenemediği durumlarda ortaya çıkar.

Kurumlar (aile, okul, devlet vs.) hem insanlar arasında farklılıklar yaratır hem de farklı değerler, anlatılar ve deneyimler arasında güvenilir bir hiyerarşi kurarlar. Kurumlar çöktüğünde bu hiyerarşiler alt üst olur ve tüm değer, anlatı ve deneyimler eşitlenir. Ancak bu eşitlik özgürlük getirmez. Tam tersine.

Kurumların çöktüğü dönemlerde dolaşıma giren onlarca hikayenin tamamı büyük bir hırs ve hevesle adalet aramaktadır. Ancak kurumların çökmesi bu adalet arayışının da fark gözetmemesine sebep olur, herkes birbirinin peşine düşer. Gizlenmiş onlarca anı, fikir ortaya saçılır. O yüzden de bu dönemler toplumun tüm farklılaşmış kesimlerinin de birbirine düşmanlaştığı dönemlerdir. Üstelik zaman ve mekan algısı da kurumlarla beraber alt üst olmuştur. Herkes çok kısa zamanlarda birbirine cevap yetiştirmeye, ağzının payını vermeye, cezasını kesmeye yarışır. Çok uzakta olan bir olayı tenimizde hissederiz. Yakında olanı görmeyebiliriz. Ayrıca kurumsal bilgi akışı da kesintiye uğramıştır. Dedikodu ve komplo teorileri ile idare ederiz.

Ne yazıktır ki tarih boyunca insanlar, bu güvensizlikten kurtulmanın yolunu kurbanlaştırmada bulmuşlar, kurbanlaştırma sayesinde ahlaki hiyerarşilerini düzene sokarak otoriteyi tamir etmişlerdir. Genellikle bir günah keçisi bulunur. Toplumun tüm felaketinin müsebbibi o ilan edilir. Onun yok oluşu ile yeni bir başlangıçın olabileceği hayal edilir. Toplumların kendilerinin tekrar “biz” olarak tanımlamak için seçtikleri kurbanlar da benzerlik gösterir. Bu kurbanlar “biz”e bizi ilgilendirecek kadar benzemeli ama ölenle ölünmeyecek kadar farklı olmalıdır. Akıtılan kan, alınan öç, ete batırılan bıçak, katliam, bir boynun kırılışı, bir nefessiz bırakış. Bu amansız yarışta bir durak olur. Tüm masallar, mitolojiler biraz bunu anlatır.

Türkiye kurumların sıklıkla iflas ettiği bir ülke. Bir yanda bir soykırım; bir yanda bir inkar-imha günahının üzerine kurulu olması, soykırım ve sömürge hakikatini saklamak ve bastrımak için tüm kurumlarını seferber ederek devleti derinleştirmesi, sonra o derinleşenlerin krizleşmesi… Böyle bir döngü işte; kurulduğundan beri.

Kurumlarına hiç güven olmayan, sistematik olarak sır, ayrımcılık ve ırkçılık üreten Türkiye’de sürekli birbirimizin peşine de düşüyoruz. Bir kurban, bir itiraf. Özürler verilmiyor, özürler yetmiyor. AKP ile cemaat belgelerle, kasetlerle savaşıyor, biz yazılarla dövüşüyoruz.

Bu arada hatırlatırım: Parti Cephe akıl almaz bir biçimde seks işçisi kadınların evlerini basıyor, dövüyor, ifşa ediyor. O da kendi kurbanının peşinde.

***

Ermeni yazar Zabel Eseyan soykırımı önceleyen Adana katliamında Ermenilerin Osmanlı’nın demokratikleşmesinin kurbanları olduğunu sanır önce. Bu katliamdan sonra, çöküş döneminde tamamıyla değerleri alt üst olmuş Osmanlı’nın, yeni bir değerler sistemine, bir başlangıç hissine, bir arzuya kavuşacağını sanar. Öyle olmaz. Katliam soykırıma dönüşür.

Buralarda kurban olarak hep önce Ermeniler ve Aleviler seçilmiştir zaten. Devlet Kürtlere herşeyi yapmış, Türkler seyretmiştir. Ama halklar önce Müslüman sonra Sunni olmayanları kurban etmiştir. Bundan dolayıdır ki bu ülkede Müslüman olmayanlar çok derin bir hakikat bilgisine sahiptir. Kadim bir hakikat. Sonra sıra “gerçeklere” “olgulara” “analizlere” gelebilir, hatta kanımca gelmeyebilir. Üstelik söz ifade etmeye soyunduğu gerçeklik kadar dünyada yaptığı işten de, açtığı yaradan da sorumludur.

Ahlaki hiyerarşileri, değerleri, içerici anlatıları kuramayan bir devletle yaşamanın güzelliği işin başa düşmesi. Yüzleşmek, yeniden başlamak, ağır zamanları, dolu mekanları inşa etmek, bilgi kanalları kurmak; bunları kendimiz yapma imkanının belirmesi.