Sarkis Varbed

[ A+ ] /[ A- ]

Rober KOPTAŞ
Agos Gazetesi

1916’da doğmuş. Dile kolay, doksan üç yıl önce. O doksan üç yılda, üç kuşağın Yoldaş Sarkis’i, Sarkis Amca’sı, Sarkis Usta’sı olmuş.

Onu on-on iki yıl önce tanıyan biz zibidiler içinse, Sarkis Varbed oldu hep. Ermenilikle muhalifliği bir bedende harmanlamaya çalışan körpeler için, tarih öncesinden gelmiş bir armağandı sanki. O yaşında ezberden Taniyel Varujan şiirleri okuyan, Ermenice şiir yazan, marşlar, ağıtlar söyleyen, başka, bambaşka hayalleri olan bir dünya insanı.

Alt tarafı bir marangoz hem de!

1915’ten önce, Ermeniler, bu topraklarda bir sürü şeydiler. Kunduracı, taş ustası, hemşire, ev kadını, bakkal, doktor, tüccar, köylüydüler. Oysa bugün, yaşadığımız zamanda, başka herhangi bir şey olmadan önce, isteseler de istemeseler de, onlar Ermeniler. Öğretmen de olsalar, boyacı da, tefecilik de yapsalar, önce Ermeni’ler. Bundan kaçamazlar.

Bu memlekette yaşamak için her nasılsa direnmiş, biraz garip mahluklar. Müzelik kelaynaklar.

Sarkis Varbed, bize belki de ilk kez, önce Ermeni değil kendi olarak Ermeni olmanın ve daha da bir sürü şey olmanın yordamını gösterdi. Göstermeden, öğretmeden, öylece yaşayarak.

Sarkis Varbed, önce emekçiydi. Sınıfının insanıydı. Marangozdu, ustaydı, hünerliydi. Dünyayı bu ilişkiler ve çelişkiler yumağı içinden anlamaya çalışırdı. Sosyalistti. Sosyalist olmayı tercih etmişti. Önce vicdanı, sol memesinin altında parlayan cevher, ondan sonra da aklı götürmüştü onu oraya.

Oğuldu, babaydı, kocaydı, dedeydi.

Ve Ermeni’ydi elbette. Nasıl olmasındı? Suriye’de bir çadırda, anasının tehcir yürüyüşünün orta yerinde gelmişti dünyaya. O Ermeni değilse, kimdi Ermeni?

Ermeniliği sırtında İsa’nın çarmıhı gibi taşırken, daha güzel bir dünya hayalini hep canlı tutmuştu. Mazlumdan, ezilenden, muhtaçtan yanaydı gönlü. Hayat hikâyesini, “Dünya hepimize yeter” diye adlandıracak kadar açıktı paylaşmaya.

Böyle kaç kişi tanıdınız hayatta?

Böyle kaç kişi kaldı?

Garip olan ne?

Kadıköy’de, başına bayrak geçirilip boğazına bıçak dayanarak rehin alınan misyonerle ilgili haberleri okudunuz, görüntülerini izlediniz mi?

Yüce basınımız, olayı “Garip rehin alma olayı” başlıklarıyla duyurmayı tercih etse de, bu ve benzeri ‘eylem’ler, memlekette birilerini dehşete düşürmeye, birilerinin kanını dondurmaya devam ediyor.

Daha, İstiklal Caddesi’nde bir Alman turistin öldürülmesinin üzerinden kaç gün geçti? Gregor Kerkelink’in gerçekten 1 lira için mi, yoksa Hıristiyan olduğu için mi öldürüldüğünü henüz öğrenemedik. Öğreneceğimiz de şüpheli, çünkü ilk günün şaşkınlığı geçtikten sonra, gazetelerimiz, televizyonlarımız, cinayetin izini sürmemek üzere sözleşmiş gibi, sessizliğe gömüldüler. Yetkililerden ise çıt yok.

Alman bir turist mi öldürüldü? Katil, “Canım bugün bir Hıristiyan öldürmek istedi” mi dedi? Hadi canım!

Her nedense “garip” bulunan bu son rehine olayı da, öncesi ve sonrasına tam anlamıyla vâkıf olamamamız için haberleştiriliyor adeta. “Allahsızlar, kitapsızlar, misyonerlik yapıyorlar!”, “Ne mutlu Türk’üm diyene!” çığlıkları altında, başına bayrak geçirilmiş, boğazlanmayı bekleyen bir adamın eline bir de Türk bayrağı veriliyor. Polisler izliyor, çevredekiler olan biteni sakin sakin kameraya çekiyor.

Kahraman ve vatansever iyi çocuk olmanın yeni yolu bu. Bir Hıristiyan öldürmekten, bir misyonerin boğazını kesmekten aşağısı kimilerini kurtarmıyor artık. “Ülkemizde kiliseler yer yer apartman katlarına yayıldı. Kimi vatandaşlarımız kâh ikna, kâh çıkar sağlanarak Hıristiyan yapılıyor. AB’ye gireceğiz derken dinimiz elden gidiyor. Takkenin üzerine haç geliyor” diyen Ecevit çiftinin kulakları çınlasın.

*

Yabancı olana, ‘biz’den olmayana karşı öfke, toplumsal kriz zamanlarında ortaya çıkan bir sosyolojik olgu, ve salt Türkiye’ye özgü de değil elbette. Baskın Oran, geçen haftaki yazısında 1920’li ve 30’lu yıllarda Yahudilere sövmenin, hakaret etmenin, Almanya’da nasıl meşru görüldüğünü anlatıyordu. Halil Berktay’ın o dönemle atıfla ‘Weimer Türkiyesi’ diye andığı bugünkü Türkiye’de de, vatan haini olarak görülen aydınlara sövmek serbest. Bir Hıristiyan dövmek, misyoner bıçaklamak, öldürmekse, vatanseverler cennetinden yer ayırtmanın garantisi.

En önemli varoluşsal etkinlik haline gelen ‘tüketim’e katılamadığı, sınıfsal olarak bu hakkı elde edemediği için kendini dışlanmış hisseden, dolayısıyla ‘biz’den biri olamayan bireyin bulduğu, ya da toplumun ona sunduğu kurtuluş yolu… Akdeniz’de, Sakarya’da, Karadeniz’de, Trakya’da çalışmaya gelmiş mevsimlik Kürt işçileri “Kürtleri istemiyoruz” diye taşlayanları hatırlayın.

Salt bizim gibi az gelişmiş memleketlerde değil, müreffeh Batı toplumlarında da, bilhassa 11 Eylül’den sonra ayyuka çıkan bir karabasan bu. ‘Zaman Avrupa’dan Ünal Aslan’ın haberinden öğrendiğimize göre, daha geçenlerde, Almanya’nın Dresden kentinde, Merve El-Şerbini adlı Mısırlı bir kadın, bir mahkeme salonunda, hem de polislerin gözlerinin önünde, Alex W., isimli bir ırkçı tarafından 18 yerinden bıçaklanarak öldürüldü. İşin tuhafı, polis, kadını ve kocasını saldırgan zannetmişti. Hatta polis, El-Şerbini’nin kocasına ateş etmiş ve onu ağır yaralamıştı. Alex W., bir çocuk parkında rastladığı Mısırlı kadına durduk yerde “Pis Müslüman terörist” diye hakaret etmiş, kadın da mahkemeye başvurmuştu.

Yabancı düşmanlığı, ötekine karşı duyulan korku ve ondan kaynaklanan nefret, dünyanın birçok yerinde, özellikle genç kuşakları etkisi altına alıyor.

Galiba bizim memleketin farkı, yönetici koltuğunda oturanların, kitleler üzerinde söz sahibi olanların, adaletin terazisini elinde tutanların, aklıselimi savunmak yerine yangına körükle gitmeyi tercih etmesinden ileri geliyor.