Onurun Yüzü

[ A+ ] /[ A- ]

Karin KARAKAŞLI
Radikal Gazetesi

TMK’dan yargılanan çocukların çocuk olma onurları var. Onlar bu onurdan mahrum edildikçe, bizi de yetişkin kılmayan bir onursuzluk

İnsan, en çok onuru üzerinden sınanır herhalde. Gururdan farklı bir şeydir onur. Varlığın biricikliğine, hayatın kutsallığına dair bir haktır. Birinin onuru incindiğinde orası geri kalanlar için de tekinsizdir. Çünkü o rastgelelik bir kez sizi de vurabilir, devran döndüğünde.

Memleketimizde Terörle Mücadele Kanunu (TMK) mağduru adlı bir çocuk grubu var. Her adlandırma kendi ibretlik hikâyesini barındırır içinde. Ülkenin büyük gündemlerinin kıyısında çocuklar, kendileri için zaten var olan düzenlemelerin uygulanabilir olmasını bekliyor. Birleşmiş Milletler ve Avrupa Çocuk Hakları Sözleşmeleri kabul edilmiş olmasına rağmen, 1991’den bu yana yürürlükte olan Terörle Mücadele Kanunu yüzünden sol ve sağ çeşitli örgütlerle ilişkilendirilen 10 bine yakın çocuk mağdur oldu. Bu mağduriyeti ağır suç kategorisinden çıkarma, erteleme, para cezasına çevirme gibi pek çok seçenekle telafi etmek mümkün. Ve bu telafi zaten imza atılan anlaşmaların gereği. Ama dahası var, hiçbir taahüt olmadan da vicdan temelinde teslim edilmesi gereken haklardan bahsediyoruz aslında.

Mevcut yaklaşım ise tam da kişiliklerini oluşturdukları bir süreci onlara yetişkin mahkûmiyeti olarak dayatarak, eğitimlerinden, normal hayatlarından alıkoyarak geri dönülemez bir noktaya sürüklüyor. Oysa onların çocuk olma onurları var. Onlar bu onurdan mahrum edildikçe, bizi de yetişkin kılmayan bir onursuzluk.

Güler Zere de sağlığında geri dönülemez noktada durmuş bekliyor. Kımıldayamadığı mahkûm koğuşu yatağında kelepçelenmiş olarak, aylardır gelmeyen Adli Tıp Genel Kurulu raporunu bekliyor. Geçirdiği üç ağır ameliyat, ışın ve kemoterapi tedavisi sonrası, Türk Tabipler Birliği Kanser Danışma Kurulu 26 Ekim’de yayınladığı raporda, Zere’nin “huzuru ve vedalaşma hakkı tanınması için serbest bırakılması” istedi. Baskıya girdiğimiz gün bütün konuşlara rağmen Zere hala içerdeydi. Ve bir baba bize seslendi: “Ben artık buradan çocuğumun cenazesini alıp gitmeyi bekliyorum. Bana sağ vermelerinden ümidim kesildi. Bir ailenin böyle acı çekmesi dünyada yapılabilecek en büyük işkencedir. Ben tüm hasta tutsaklarının aileleri adına konuşuyorum. Onlar da aynı durumdalar. Kimse böyle bir acı çekmemeli.” Güler Zere’nin hasta olma onuru var. O bu onurdan mahrum edildikçe, bizi de hasta edecek bir onursuzluk.

Aşk ve direniş

Onuru aradığımı fark ettim deli gibi. Ve beklenmedik bir yerde buldum onu. Bulunca da tek yapabildiğimi yapıp onu yazıyla paylaşmak istedim sizlerle. Çoğalalım diye. Aras Yayıncılık’tan çıkan Bir Özgürlük Tutsağı Manuşyan başlıklı biyografi, Fransız direniş ordusuna katılan ve 22 arkadaşıyla birlikte kurşuna dizilen Misak Manuşyan’ın hayat hikâyesi. Onura adanmış bir hayatın, o hayata ortak olmuş bir eş ve yoldaş tarafından sunulmuş tanıklığı.

1906’da Adıyaman’da başlayan, Suriye üzerinden Marsilya’ya varan bu öksüz-yetim hikâyede o çokça tanıdık, toprağından koparılma özü gizli. Kendisi de Anadolu ve Yunanistan yetimhanelerinde büyümüş olan Meline, bu açıdan Fransa’da yolları kesiştiğinde Misak’a, bir hayat telafisi gibi gözükmüş olmalı. Bir mucize tescili.

“Manuş’un bana, zayıf bir ışıkta, Küçük Prens’i baştan sona okuduğunu hatırlıyorum, ikide bir de başını kaldırıp gözlerini gözlerine diktiğini… Aradığı neydi?” diye soruyor kitapta Meline. Bana sanki çocukluğundan çalınan ve ancak aşkta, o kaynaşılan ruhta yeniden bulunan aidiyet gibi geldi aradığı. Aradığı ve bulduğu aidiyet.

Yoksullukla sınanmış ama hep umutla var edilmiş bu yaşamda Misak ve arkadaşları, Alman ordusunun işgali karşısında kendilerine vatan olan bu toprağı savunmaya koyulur. İkisi dışında direnişçilerin hepsi Ermeni, Yahudi, İtalyan, İspanyol ve Polonyalı olmak üzere yabancı kökenlidir. Nazizme, faşizme ve en genel haliyle insan onurunu çiğnemeye kalkışan bir iktidar mekanizmasına direnirken aslında kendi kimliklerinin onuru için de mücadele verir hepsi. Başarırlar da, ta ki bir ihanet onları yakalatana kadar.

“Birkaç saat içinde, artık bu dünyada olmayacağım. Bugün öğleden sonra 15.00’te kurşuna dizileceğiz.” Sonradan filmlere, şiirlere, tiyatro oyunlarına, şarkılara konu olan o 21 Şubat 1944 tarihli unutulmaz mektubuna böyle başlar Misak Manuşyan ve sonrasında sevgili küçük yetimi Meline’ye ve hepimize seslenir: “Gönüllü asker olarak Kurtuluş Ordusu’na girmiştim, Zafere ve hedefe iki adım kala ölüyorum. Bizden sonra yaşayacaklara ve yarının özgürlüğünün ve barışının güzelliğini tadacaklara ne mutlu. Fransız halkının ve tüm özgürlük savaşçılarının hatıramıza gereğince saygı göstereceklerine eminim. Ölüme bunca yaklaşmışken, ne Alman halkına ne de başka bir kimseye kin duymadığımı ilan ediyorum; herkez layık olduğu cezayı ve mükâfatı bulacak.

Alman halkı ve diğer bütün halklar, çok sürmeyecek olan savaşın ardından barış içinde ve kardeşçe yaşayacaklar. Ne mutlu onlara… Seni mutlu edemediğim için derin bir pişmanlık duyuyorum. Bir çocuğumuz olsun çok isterdim, senin de hep istediğin gibi. Onun için senden ricam, savaştan sora muhakkak evlenmen, beni mutlu etmek ve de son arzumu yerine getirmek için bir çocuk yapman. Seni mutlu edebilecek biriyle evlen.”

Deliler gibi âşık olduğu kadına evlen ve çocuk doğur, mutlu ol diyebilen bir adam. Kendisinden çalınan hayata inat, ölüm anında gelecek düşleyebilen bir adam… Ve Meline de ondan aşağı kalır bir ruh değil: “O beni, olağanüstü zenginliği içinde yaşanan anı sever gibi seviyordu; ben onu, aklının olanca tutkusuyla insanın kendi içinde taşıdığı bir ideali sever gibi seviyordum. O hayatı kaybetti, yani dünyada kuşkusuz en çok değer verdiği şeyi. Teninin ta içinde hissettiği güneşi, tabiatı, güzelliği. Bense mutluluğu kaybettim, yani dünyada en çok arzu ettiğim şeyi. Beni, bir anlamda bedbahtlık içinde bıraktı diyebilirim. Son arzusu evlenmem, bir çocuğumun olması, mutlu olmamdı; benim arzumsa onun yaşaması ve beni ‘o’nun mutlu etmesiydi. Hayat bazen garip yanlış anlamalarla doludur.” İçine dahil edildiğim bu hayatta aşkın ve direnişin onurunu buldum. Doğmamış, doğamamış bir çocuğun onurunu. Gelecek güzel günlerin onurunu. Kendini feda etme ve bunun için kimseleri suçlamama onurunu. İdealleri ve düşleri için mücadele etme, yoktan var etme onurunu.

Manuşyan’ın o sert hatlı yüzüne baktım, baktım… Onurun yüzüne. Sevince, gülünce kimbilir ifadesi nasıl da yumuşayan, nelere tanık olmuş o yüze. Ama en büyük onur payını, kendini geri çekerken yücelen Meline’ye bıraktım. “İstisnai bir kadın değildim” derken, istisnanın ta kendisi olan Meline, daha 37 yaşındayken elinden alınan sevgilisini, yoldaşını bizlerle paylaşıyor. “Manuşyan’ın hayatının nasıl da geleceğe dönük bir varoluşun örneğini sunduğunu göstermek istedim” diyor bize. Birlikte yaşadıklarını, birlikte yaşlandıklarını hissediyorsunuz. Misak’ı kimselerin öldüremediğini. Onuru kimsenin çiğneyemediğini. Hayat ve aşk bundan fazla ne olabilirdi ki?