Acun Karadağ
17 Nisan 2022 Pazar günü Zoom üzerinden Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi’nin paneline dinleyici olarak katıldım. Moderatör Burcu Çelik Özkan sunumunda ölüsüne saygısızlık yapılan aileleri dinledik.
Ölüye saygısızlık denilince cenaze geçerken ayağa kalkmamak, mezarın üzerine basmak, arkasından dedikodu yapmak ya da en ileri boyutta yapılabilecek olan arkasından beddua etmek filan geliyor akılımıza değil mi? Biz küçükken mezarı parmağımızla gösterdiğimizde “çabuk parmağını acıtana kadar ısır ve üzerine ayağınla bas” denilirdi. Onu parmakla işaret etmek bile büyük saygısızlık, büyük günahtı. Çok değil 40 yıl öncesinden söz ediyorum. Bu toplumun içinden biraz sonra okuyacağınız saygısızlık boyutuna gelen insanlar nasıl çıktı düşünelim bence.
İlk konuşmacılardan birisi Aysel Tuğluk’un ağabeyi Alaattin Tuğluk’du. Annelerinin mezardan çıkartılıp, başka bir yere tekrar defnedilmesi haberlerini okumuşsunuzdur. Olayı anlattı kendisi de. Ben burada anlatmayacağım. Konuşmanın bir yerinde dedi ki Tuğluk “Cenazemizi Ankara’dan getirdik. Dersim’e defnettik. Defnederken kalabalık arasından şöyle seslenildi; Artık topraklarındasın, kimse sana dokunamaz, rahat uyu. Ben bu sözü unutamam.”
Siz unutabilir misiniz?
Ankara Gökkuşağı Aileleri Derneği’nden Nedime Hanım, LGBTİ+ bireylerin aileleri olarak konuştu. LGBTİ+ bireylerin yaşam koşullarından, hedef gösterilmelerinden, işkence ve şiddete maruz bırakılmalarından, ölen bu bireylerin ölülerinin bile aileleri tarafından sahiplenilmediğinden bahsetti. Konuşmanın sonunda dedi ki “Ölüm bile her şeyi eşitlemiyor maalesef. Oysa biz aileler ve tüm toplum bu sonsuz gökyüzünün altında birleşebiliriz.”
Birleşmemize engel nedir?
2014’de Kobani’de IŞİD tarafından öldürülen Aziz Güler’in abisi Ersin Umut Güler, cenazelerini sınır ötesinden alma mücadelesini anlattı. Normalde IŞİD gibi vahşi bir örgütün öldürdüğü vatandaşımızı törenle ülkeye getirmemiz gerekir diye düşünüyorum. Oysa öyle olmuyor. IŞİD’le savaştığı için cezalandırılıyor neredeyse aile. 59 gün getiremezsiniz denilen cenazelerini 63.gününde Gazi mezarlığına defnediyor aile. “Kimse Aziz’in cenazesini göremedi diyor abisi. Çünkü Aziz’in kaldığı yerde morg yoktu ve 59 gün buz kalıplarının arasında tutuldu.” Düşünsenize aile yakınları normalde cenazesinin “soğuk yüzünü görme” hakkına sahiptir. Ama Aziz’i gösterememişler.
Delirmek işten değil!
Cumartesi Anneleri’nden Hazni Doğan Seyhan Doğan’ı, Jitem Davası olarak bildiğimiz ve zaman aşımına bırakılmaya çalışılan dava ile ilgili kardeşini anlatacak bize. Abisi olarak tanıtılıyor. Hazni Doğan düzeltiyor; “Abisi değil kardeşiyim. Çünkü Seyhan’ın büyümesine izin vermedi bu sistem.” Olay anlatılıyorken, korku filmine benzer sahnelerden geçiyorum, gözlerim fal taşı gibi açılıyor. Seyhan’ın cenazesini arıyorlar yıllarca. Sonra buluyorlar ama asıl trajedi bulduklarında başlıyor. Seyhan 13 yaşında. Onun gibi çocukları bir kuyuya doldurmuşlar. Abisi diyor ki “hani şu bize hayat veren suyu aldığımız su kuyusuna atmışlar. Atmaları yetmemiş. Üzerine odun yığıp yakmışlar cesetleri…” Kömür olmuş kemikleri bulmuşlar. DNA için İstanbul Adli TIP’a göndermişler. Adli Tıp Kurumu test sonuçlanınca kemikleri siyah çöp torbasında göndermiş geri. Dava devam ediyormuş ama başka bir eziyet yöntemi olarak dava ailelerden uzak bir yere Mardin’den Adıyaman’a alınmış. “Aslında” diyor Hazni Doğan “Karşı tarafın avukatı bir konuşmasında dava ile ilgili gerçeği bir duruşmada itiraf etti. Dedi ki; ”Yargılamaya çalıştığınız devletin astsubayı, yüzbaşısı. Siz kimi yargılıyorsunuz?”
Devlet 13 yaşındaki çocukları bir su kuyusunda öldürüp, üzerine odun yığıp, kömür olana kadar yakar mı diye düşünüyorum dinlerken. Dehşet içindeyim. Ama Hazni Doğan daha dehşet verici bir şey söylüyor. “Buralarda böyle yüzlerce su kuyusu daha var ama devlet burayı yasaklı bölge ilan etmiş. Kimse giremez!”
Su kuyularını su almak için kullanacağımız bir ülke yaratmak çok mu zor?
Bir anne çocuğunun cenazesi için başvuruyor. Başvuru 3 yıl bekletiliyor. Cevap gelmiyor. Sonra aileden adres isteniyor. Size bir paket geldi adliyeye gidin deniliyor. Anne adliyeye gidiyor. Orada birçok hakarete maruz bırakılıyor. Adliyeden çıkıp evine dönüyor. Sonra tekrar paketin var diye adliyedeki emanete yönlendiriliyor. Anne tekrar gittiğinde eline bir kargo paketi veriliyor. İçinde oğlunun kemikleri var deniliyor. Anne “Dondum kaldım” diyor. “Oğlum bir kutuya sığmış” Ne ağlayabiliyor, ne bir tepki verebiliyor. Bu duruma dair bir şeyler söylemeyi düşünüyor ama oğlumun kemiklerini de alırlar elimden diye eve dönmek zorunda kalıyor sessizce. Konuşmasını Kürtçe yapıyor Agit İpek’in annesi Halise İpek. Bazı kelimeler tanıdık gelse de tam anlayamıyorum. Ama sonundaki cümleyi çok iyi biliyorum “Edi Bese!”
Artık yeter! Artık yeter!
Sur’da cenazesi bekletilen Musa Seviktekin’in abisi İhsan Seviktekin “Kardeşim öldürüldü. Nerede öldüğünü devlette biliyordu biz de biliyorduk. Sabah alır defnederiz diye düşündük ama bizi 10 gün oyaladılar. Cenazemizi alabilmek için 10 gün sonra açlık grevine başladık. 1 ay açlık grevinden sonra savcılık bizi çağırdı. Sen 1 nolu cenazeye, sen de 2 nolu cenazeye bak dediler. Cenazemizi defnettik. Ama bununla kalmadı. Cenazelerimizin mezar taşlarının önce yazılarını sildiler sonra, kırdılar. Biz bunları anlatmaya çalışırken yas tutamadık. Bu acılar şimdi başlamadı ki yüz yıllardır bu topraklarda var bunlar…”
Mezarın taşına düşmanlaşan bu zihniyetten kurtulmak çok mu zor?
LGBTİ+ birey aileler adına İstanbul’dan Tülay Savaş anlatısının bir yerinde “trans bireylerin cenazesinin yıkanması konusunda bile sorun çıkıyor” diyor. Aklınız alıyor mu cehaletin boyutunu? Erkek iken kadın olmuş ya da kadın iken erkek olmuş bir bireyden bahsediyoruz. Cinsiyeti açık… Ama yıkayacak olan şahıs öncesinin ne olduğunu sorgulayabiliyor. Sana ne diye bağırasım geliyor. Bir ölü bedeni yıkayacaksın. Ne sen ona ne o sana bir şey söyleyebilir artık… Bunu anlamak çok mu zor! Tertemiz yıkayalım, toprağına yatıralım, artık huzur bulsun demek çok mu zor?
Tülay Savaş bunu çok güzel ifade ediyor. “LGBTİ+ bireyler konusunda, hukukçusundan, kolluğuna, doktorundan imamına kadar herkes cahil” diyor.
Ermeni halkından Sayat Tekir öyle güzel özetliyor ki her şeyi… “Yüzlerce yıldır böyle bu sistem. İnsan canının önemli olmadığı yerde insanın cenazesi de önemli olmadı. Değişen bir şey yok…”
Küçük burjuva rahat yaşamlarımızda bunlardan haberdar mıyız? Ne güzel törenlerle defnediyoruz yakınlarımızı. Yedisi, kırkı filan, pide ayran dağıtıyoruz. Helvasını kavuruyoruz. Ağlıyoruz, anılarını anlatıyoruz. Yavaş yavaş sakince çıkıyoruz yas sürecinden ve hayatımıza devam ediyoruz. Mezarına çiçekler bırakıyoruz özel günlerde. Bahçıvanlar tutuyor çiçeklerle donatıyoruz. Ayy biraz ot çıkmış diyor temizliyoruz. Konuşup sohbet ediyoruz mezarının başında. Olması gereken gibi…
Neden başkalarının da “olması gereken gibi” yasını yaşayamadığından, yaşadıkları işkencelerden haberimiz olmuyor?
Hayat böyle keser gibi hep bize mi yontsun neşeyi, eğlenceyi, güzelliği? Daha adil bir dünya mümkün iken, olmuyorsa bunun sorumlusu biraz da bizim körlüğümüz değil mi?
Ölülerimize dokunan, ölülerimizi toprağından çıkartma kötülüğünü yapan güruh kimlerden oluşur? Onları bu kötülüğe iten nedir? Ölüler üzerinden dirilere gözdağı vermek hangi insafsız zihniyetin pratiğidir? Ölüden şeytan bile elini çekmiş diyen bir toplum bu olan bitene nasıl göz yumuyor? Bu soruları sormamız gerekmez mi? Soru sormak yetmez. Gittikçe zalimleşen egemenlerin bütün topluma zarar verdiğini-vereceğini görmek için ille de başımıza gelmesi mi gerekir? Artık adil ve insanca bir dünyada yaşamak için insani değerlere dönme, başkalarının acılarına yüzümüzü dönme zamanı geldi de geçiyor değil midir?
Not: Zoom toplantısı Bianet’te yayınlacacak.
Kaynak: Gazete Davul