Müdahil Dergi
7 Haziran 2015’ten 15 Temmuz 2016 ‘ya kadar geçen bir yıl; parlamenter siyasetin sınırlılıkları, liberal şiddet algısı, sokak mücadelesi gibi meselelere dair düşünme biçimlerimizi yeniden değerlendirmeyi zorunlu kılıyor. Zira geçen bir yıl içerisinde tüm bunlar, salt kavramsal tartışmaların konusu olmaktan çıkıp hızla dönüşen siyasal atmosferde günlük yaşamımıza değen meseleler haline geldi. AKP’nin geriletilmesi anlamına gelen 7 Haziran HDP zaferini kutlarken zafer kazanılan alanın burjuva diktatörlüğünün en kalın zırhlarından biri olduğunu hatırda tutamadığımız ölçüde, AKP’nin HDP’yi parlamenter sistemin dışına atmakla cezalandırma çabası karşısında söz üretmekte zorlandık. Gever, Silopi, Silvan, Cizre, Sur, Varto, Yüksekova … yakılıp yıkılırken liberal şiddet karşıtı söyleme eklemlendiğimiz ölçüde öz yönetim taleplerini ve işaret ettikleri siyaset biçimlerini anlamaktan uzaklaştık, OHAL’in nasıl da yayılıveren bir şey olduğunu düşünmez olduk. DAİŞ militanlarının göz göre göre can aldığı bir dönemde, polis-yargı-DAİŞ üçgeninde her an hangi birinin hedefinde olduğumuzu ve korkunun beslediği öfkeyi yönelteceğimiz düşmanı kestirmekte zorlandıkça sokaktan giderek uzaklaştık.
Geldiğimiz noktada, darbe girişimini takip eden OHAL uygulamasıyla parlamentonun alanı yeniden belirlenirken burjuva siyasetinin iki temel rejimi arasında askıda Türkiye siyaseti: modern devlet ve kapitalizme içkin baskı ve tahakküm biçimleri, parlamenter siyaset görünümü altında giderek faşist bir muhtevaya bürünüyor. Ve artık uzaklaştığımız o sokaklardan tanklar, eylemliliklerine çok da aşina olmadığımız kitleler ve yine içine doldurulduğumuz cezaevi otobüsleri geçiyor.
Elbet bu sıkışmışlık hali içerisinde, en temel kaygı “ne yapmalı” sorusu etrafında şekilleniyor. Biz de bu sayıyla, mücadelenin eyleyicisi olan farklı siyasetlere olası senaryo faşizm” üzerinden sorduğumuz sorulara aldığımız cevapları derlemeye karar verdik. Bu sorulara aldığımız cevapların, yıllardır süregelen ‘Türkiye’de faşist bir rejim olup olmadığı’ tartışmasının içeriğine ışık tutmanın yanı sıra; faşist uygulamaların, iktidarın kullanımı için bir bir askıdan indirildiği bu dönemi anlamlandırmaya da katkı sunacağını düşünüyoruz.
Bu sebeplerle, anti-faşist mücadelenin eyleyicilerine önce durum tespitine (Faşizmi nasıl tanımlıyorsunuz?, Şu an Türkiye’de siyasal rejim olarak faşizmin uygulanmaktan olduğunu düşünüyor musunuz?), sonra da mücadele biçimine (Faşizm ile mücadele yöntemleri olarak neleri öneriyorsunuz?) dair sorduğumuz sorulara aldığımız cevapları bu sayıda derledik. Zira ilkine dair söylenenler, mücadele biçimlerinin belirleyicisi olacak. Bunun yanı sıra, faşizmin siyaset algımızdaki karşılığına dair ilk sorumuzun, faşizm-parlamenter siyaset ilişkisini, içine sıkıştırıldığımız parlamenter siyasetin ötesindeki alternatifleri ve şiddet/baskı- parlamenter sistem ilişkisini yeniden düşünebilmemizin yolunu açabileceğini düşünüyoruz. İkinci soruyla tüm bunların Türkiye’de buldukları anlamları tartışmaksa, eleştiri konusu yaptığımız polis-yargı-DAİŞ üçgenini ve bu durumun bizi sokaktan çekilmeye itişini kavramsal bir düzlemde tartışmamıza ve bu durumun farklı siyasetler tarafından ne şekillerde anlaşıldığını somut bir düzlemde gözlemleyebilmemize olanak sağlıyor.
Son yıllarda, Türkiye siyasetinin temel ekseni haline gelen, tüm yetkilerin AKP elinde toplanması durumu artık başka bir boyutta. 15 Temmuz darbe girişimin ardından 20 Temmuz’da ilan edilen OHAL ile artık AKP/Tayyip Erdoğan eli ile devletin yeniden yapılandırılması ve dönüştürülmesi sürecinin yeni bir evresine girmiş bulunmaktayız. Artık tanklar boğaza indi, başkumandan görev başında; seferberliği ilan etti.
Elbette burada vurgulanması gereken noktalardan biri tankların aslında tümden sistemi dönüştürme saikiyle değil, iktidar içerisindeki bir hesaplaşma telaşıyla sokağa sürülmüş olduğu gerçeği. Bu haliyle darbe girişimi, iktidar blokunun yekpare bir yapıya sahip olmaktan uzak olduğunu gözler önüne sererken cemaatten arta kalan AKP, krizi fırsata çevirmekte gecikmedi: Darbeye karşı polisini, sermayesini kuşanıp milleti sokağa çağıran başkumandan, gücünü kanıtlamakta ve kalıcılaştırmakta ısrarcı. Hali hazırda kendi ordusu haline gelen polis, tehdit gördüğü her unsura karşı bilindik “vatani” görevini yerine getirirken, sermaye odakları da var olan halden şikayetçi görünmüyor; zira şimdiye kadar yapılamayan birçok özelleştirme, torba yasalar ve KHK’lerle hızla devreye sokulmaya başlandı bile. Polisin ve sermayenin bilindik rollerini sürdürdükleri bu süreçte esas anlamlandırılması gereken sokaktaki kitleydi: Kim bu insanlar? Neyle mücadele ediyorlar? Çağrıcısı oldukları “demokrasinin” faşizmle ilişkisi ne? En önemlisi, neden sokağı mesken eylediler?
Memleket OHAL’lere alışık. Ancak ilk defa, Kürdistan’dan alışkın olduğumuz halka karşı OHAL’den ziyade “milletin OHAL’i” gibi tuhaf bir durumla karşı karşıyayız: “Millet OHAL ile sokağı mesken eyledi; demokrasiyi korumak için olağan üstü bir çaba içerisinde; kendisine oynanan oyunu, Recep Tayyip Erdoğan önderliğinde bertaraf etme çabasında.” Burada, Recep Tayyip Erdoğan ve şürekâsının, darbeyi sisteme, millete karşı bir saldırı ilan ederek kitlesini ilahi adaletin tecelli ettiricisi olmakla şereflendirmekteki başarısını göz ardı etmek mümkün değil. Millet tehditlere karşı ordulaşırken, başkumandan tehlikenin bertaraf edicisi ve demokrasinin müjdecisi rolleriyle kutsiyetini pekiştiriyor. Ve artık demokrasi de yeniden tanımlanıyor…
Tankların sokaklara çıktığı, TBMM’nin bombalandığı günlerin ardından ilan edilen OHAL sokaklara, demokrasinin koruyucusu görünümünde hakim kılındı. Bu “milletin OHAL’inde” tekbirlerle, selalarla, linç-idam-cihat çağrılarıyla korundu demokrasi. Geçtiğimiz yıllarda parlamenter siyasetin sınırlarını belirleyen iktidar, şimdi sokakla birlikte demokrasiyi de yeniden tanımlar oldu. Özetle darbe, Tayyip Erdoğan’ın kutsal rolünü pekiştirmesi, iktidarın sokakla bağını kurması ve kendi ekseninde bir demokrasi tanımı geliştirebilmesi noktalarında AKP’nin eline geçen bir fırsat oldu. Tüm bunlar aslında Erdoğan’ın muhtar buluşmaları, aniden dile gelen linç çağrıları, İslami çıkışlar vs. ile hedeflenenin, bir çırpıda gerçekleşmesini mümkün kıldı.
Tüm bu olan bitenin, demokrasi algımızın yanı sıra sokağa dair algımızı sarstığı, dönüştürdüğü aşikar. Geçtiğimiz 3 yılda, Taksim Meydanı’nın muhalif seslerin meskeni olmaktan bir platformdan yönlendirilen, bayrağı-başkumandanı-milleti kutlama/kutsama seremonilerinin sahnesi olmaya evirilişine şahit olduk. Ancak bu yeni durumu anlamlandırma çabasının sıkça yapıldığı üzere basit bir demokrasi nöbeti- Gezi deneyimi karşılaştırmasına sıkıştırılmaması gerektiği düşüncesindeyiz: Esas üzerinde durmamız gereken, muhalif hareketlerin sokaktan uzaklaşmış olmasıyla sokağı dönüştüren (ve onunla dönüşen) “milletin” sokaktaki varlığı arasındaki ilişki. Burada elbette muhalif güçlerin sokaktan çekilişi, yargı-polis-DAİŞ tahakkümünden bağımsız düşünülemeyeceği gibi; demokrasi nöbetindeki milletin kendi polisine olan güvenden aldığı güç de göz ardı edilemez. Peki darbe öncesi süreçte, her eylemlilikte içimizi huzursuz eden ve Antep’te bir kez daha kendini hatırlatan IŞİD tehdidi karşısında “milletin” korkusuzluğunu anlamlandırmak nasıl mümkün? IŞİD’in kendilerine saldırmayacağına dair bir inanç söz konusu olabilir mi? Deneyimle sabit; IŞİD henüz “millete” pek değmedi. Ya da bu korkusuzlukta aslında, AKP’nin kendi kitlesi söz konusu olduğunda (ordu başta olmak üzere güvenlik güçlerinin esamisinin okunmadığı böylesi bir dönemde bile) IŞİD tehdidini bertaraf edebilecek “yetkinlikte” oluşunun sokağa yansımasını mı görüyoruz?
Bir yandan bu kitlenin dışında kalan yurtsever ailenin düğünü IŞİD eliyle cenazeye çevrilirken bir yandan da Ermeni, Alevi mahallelerine yönelik saldırı tehditleri/girişimleri; translara, kadınlara yönelik saldırılar, linçler; gazetecilere yönelik işkenceler; sendikalı akademisyenleri, öğretmenleri hedef alan işten çıkarmalar yeni “demokrasi” hayaline eklemlenemeyenler için hayatı cehenneme çevirmeye devam ediyor. Elbette bu linççi, işkenceci zihniyeti de memleketin içinde bulunduğu savaş halet-i ruhiyesinden bağımsız düşünmek mümkün değil.
Kürdistan’da süregelen savaşın etkileri çeşitli bağlamlarda yıllardır tartışılagelirken, bölgede güçlenen ordunun sivil siyaseti ele geçirme eğiliminde olabileceği düşüncesi etrafında şekillenen darbe mekaniği iddiaları 15 Temmuz’la olgusal olarak desteklenmiş oldu. Bu mesele daha uzunca süre tartışılacağa benziyor. Buna ek olarak, yukarıda da değinildiği gibi, Türkiye Kürdistanı’nda süren ve Suriye’de Türkiye’nin bilfiil dahil olduğu savaş AKP’nin tabanıyla milliyetçilik ekseninde buluşmasını mümkün kılıyor. IŞİD’in Türkiye’deki varlığının yarattığı genel savaş halet-i ruhiyesinin, sokağın da hızlıca bu linççi, işkenceci, faşizan militan muhtevaya bürünmesini mümkün kıldığını gözden kaçırmamak gerekiyor.
Dolayısıyla elimizde bir OHAL, yaygınlaşan bir savaş hali, sokağı militanlaştırarak yanına çeken ve özelleştirmelerle sermayenin artan desteğini kazanan milliyetçi-muhafazakar-baskıcı bir iktidar var. Tüm bunlar faşizmi andırsa da hikayenin sonuna geldiğimizi iddia etmek de pek mümkün değil; zira iktidar bloku yekpare bir yapıya sahip olmaktan uzak görünürken, her geçen gün yapısını güçlendirmeye çalışıyor. Dolayısıyla faşizmin ilanından ziyade giderek yaygınlaşan faşizan bir halden bahsetmek mümkün. Askıda faşizm: ihtiyaç halinde her tür faşizan pratik iktidarın kullanımına hazır.
Bu pratikleri askıdan indirmekte ve kullanmakta pek de tereddüt etmeyen AKP iktidarının faşizan yönelimini anlama ve bu yönelime karşı mücadele yöntemleri geliştirme çabalarına bir katkı sunma amacıyla, darbe girişimi ve OHAL ilanı öncesi muhalif hareketlerden aktivistlere faşizme dair sorduğumuz sorulara aldığımız cevapları derlediğimiz bu sayıyı hazırlarken, muhalefetin geniş bir kısmının da aslında böylesi bir süreci farklı biçimlerde öngördüğünü gözlemledik. Ancak böylesi bir öngörüye rağmen, kişisel güvenlik kaygılarının giderek ön plana çıktığı günlerde kitleselleşemedik, sokaktan çekilmeye devam ettik ve sivil siyasete yapılan saldırılara tepki gösterebilmek açısından özellikle sokakta zayıf kaldık.
Öte yandan derlediğimiz yazıların hemen hemen hepsi (ister Türkiye’de faşist bir rejim olduğu iddiasında olsun ister bu iddianın karşısında dursun), gidişatla mücadele söz konusu olduğunda, muhalefetin faşist pratiklere karşı mücadelesini mümkün kılacak ortak bir cephe kurulmasının aciliyetinden dem vurmakta. Kağıt üzerinde ve derlediğimiz yazılarda oldukça etkili bir alternatif olarak ortaya çıkan bu çağrının nasıl ve ne biçimlerde mümkün kılınabileceğine dair nitelikli tartışmaların yokluğunun yarattığı büyük eksikliği 15 Temmuz ve ardından ilan edilen OHAL’in ilk günlerinde tecrübe ettik. O kadar ki, ne olup bittiğinin anlamlandırılmaya çalışıldığı günlerde “askeri darbeye de sivil/saray darbesine de hayır” sloganı etrafında geliştirilen refleks, muhalefetin bir kısmını OHAL demokrasisinin kutlandığı eylemliliklerin parçası yaptı. Bu noktada, ortak bir cephenin yokluğunda CHP’nin çağrısıyla Taksim meydanını dolduran muhalif güçlerin, AKP’nin yeniden tanımlamakta olduğu demokrasi anlayışının neresinde durduğunun, bunun ne kadar dışına çıkabildiğinin hatta böylesi bir tanımın yeniden üretilmesine katkı sunup sunmadığının eleştirel bir biçimde tartışılması gerektiğini düşünüyoruz. Belki de muhalefetin sokakla ilişkisinin değişimi Gezi ile yapılan bir karşılaştırma üzerinden anlaşılacaksa, bu okuma Gezi ile milletin demokrasi nöbetlerinin karşılaştırılmasının ötesine gitmeli ve Gezi deneyimini yine Gezi’nin katılımcılarının da parçası olduğu darbe karşıtı CHP mitingi ile karşı karşıya koymalı.
Muhalefet içerisinde böylesi bir eleştirel tartışmanın doğurulması hem ortak cephe eksikliğinin kriz anlarında yarattığı olumsuz etkileri hatırda tutmak hem de böyle bir cephenin kurulmasının koşullarını ve biçimlerini ortaya koymak açısından faydalı olacaktır. Tüm bunların yokluğunda darbe girişimi ve OHAL sonrasında dahi böylesi bir cephenin kurulması konusunda ne ölçüde aşama kaydedebildiğimiz tartışmaya açık.
Öte yandan, kurulmuş olan Emek ve Demokrasi İçin Güç Birliği girişimi, derginin ilerleyen sayfalarında derlediğimiz faşizm tartışmalarının işaret ettiği mücadele biçimleri açısından da oldukça önemli bir yerde duruyor. Ancak, henüz başlangıç aşamasında olan bu girişimin çeşitli örgütlerin alışılagelmiş taleplerinin sıralanmasından öteye giderek geçtiğimiz bir yıla dair etkin söz ve eylemlilikler üretebilmesi gerekiyor. Bu noktada, 7 Haziran – 1 Kasım arası sürecin parlamenter siyasetin sınırlılıklarına dair işaret ettiklerini; 1 Kasım sonrası giderek saldırganlaşan DAİŞ-Yargı-Polis tahakkümünün sokakla kurduğumuz ilişkiyi ne biçimlerde körelttiğini; AKP’nin özel harekat timleriyle, askeriyle polisiyle Kürdistan’daki özyönetim taleplerini ve bir bütün olarak Kürt kentlerinin topyekün imhası üzerine kurduğu katliamcı politikaları sürerken Fırat’ın batısında mücadelenin vicdanlara sıkışan, taziye çadırlarının sınırını aşamayan boyutlara sıkışmasının yarattığı sonuçları; giderek genelleşen savaş halet-i ruhiyesinin sokağı ve zihinleri ne biçimde dönüştürdüğünü tartışmaya açabilmenin, içinde bulunduğumuz koşullarda siyaset üretebilme iddiasının olmazsa olmazı olduğu düşüncesindeyiz. Ayrıca, tüm şiddeti ile abluka ve katliamlar sürerken söz verilen baharın bir türlü gelmeyişinin nedenlerini ve doğurduğu politik sonuçları değerlendirmeden bu kıskaçtan kurtulmamız mümkün görünmüyor.