Rober KOPTAŞ
Agos Gazetesi
Milliyetçiliğin insanları nasıl ayırdığı, nasıl tasnif edip etiketlediği, dünyayı anlama çabasını nasıl kaba bir dost-düşman ayrımına indirgediği ve sair zararları üzerine duymadığımız söz, söylenmemiş fikir kalmadı muhtemelen. Milliyetçiliğin bir tür hastalık olduğunu ve insanlığın yararına olmadığını, hatta ve hatta sonumuzu getirebilecek bir lanet olduğunu biliyoruz (Milliyetçi olmayan bir ‘biz’den söz ediyorum elbette).
Biliyoruz… Milliyetçilik ayırır, tasnif eder. Türk der mesela size; bir anda Gürcü, Laz, Çerkez, Arap, Kürt kimliğinizin üstü çizilir. Diliniz yasaklanır, kültürünüz eve hapsolur, zamanla unutulur. Gelenekleriniz sokaktan, hayattan, çarşı pazardan çekilir.
Türk der mesela size. İster ki dininizi onun belirlediği şekilde yaşayın. Kimi zaman Alevi olduğunuz için, kimi zaman Sünni olduğunuz için, onun size biçtiği dona sığmaz, ayazda kalırsınız.
Size Türk der mesela. Kendinizi bir anda öteki olarak bulursunuz. Hıristiyan, Ermeni, Rum, Yahudisinizdir. Ne yaparsanız yapın, ne olursanız olun, karşı kampta yer alırsınız; size güvenilmez. Milliyetçinin ‘öteki’ye, ‘öteki’lere ihtiyacı vardır çünkü. Ondan sonra bütün ömrünüz dört kulaklı ve kuyruklu bir yaratık olmadığınızı ispat etmeye çalışmakla geçer.
Milliyetçilik öldürür. 20 yaşındaki çocuklara öldürmeyi öğretir. Hipokrat yemini etmiş doktorlar, Kürt olduğu için bir hastaya bakmayı reddedebilir. Kimin yasını tutacağımızı bile milliyetçilik belirler. Şehit askerin en sevdiği yemeği, nişanlısının adını, askerliğinin bitimine kaç gün kaldığını öğreniriz gazetelerden, ama “ölü ele geçirilen teröristin” ne adını biliriz ne yaşını. Onun anası, babası, kardeşi hiç olmamıştır; o yaşamamıştır, ‘yokinsan’dır.
Miliyetçilik, bir ulus tahayyül eder. Kendisini en güçlü kılacak bütünü yaratmaya koyulur. Bütünü bozacağını düşündükleri, “ya sev”ecek, “ya terk edecek”tir! Bu uğurda kimsenin gözünün yaşına bakılmaz.
Mücadele yolları
İşte böyle, milliyetçiliğin ne olduğunu, ne büyük felaketlere sebep olduğunu iyi biliriz. Peki, onun kötü bir şey olduğunu bir tür büyü misali tekrarlayıp durmamız, insanları milliyetçi olmaktan vazgeçirir mi?
İki yüz küsur yıllık bir tarihi olan, bir vakitler kalabalıklara bir ideal ve onunla beraber bir kişilik vermiş, ‘tebaa’yı ‘vatandaş’ haline getirmiş bu ideolojinin yol açtığı korkunç tahribat ortadadır, evet, ama onun geniş kitleler nezdinde gördüğü kabul, milliyetçilikle mücadelenin, çok, ama çok karmaşık, çok çetin bir mesele olduğunu gösterir.
Milliyetçilik, hayatımızın çok farklı boyutlarıyla ilişkili olduğu için, onunla baş etmek de topyekûn bir mücadeleyi gerektiriyor. Erkek egemenliğinden militarizme, her tür hiyerarşiden sınıfsal uçurumlara, yoksulluktan işsizliğe pek çok toplumsal olgu, milliyetçilik için verimli birer üreme sahası. Bu nedenle, milliyetçilikle mücadele de, ancak, uzun soluklu, sabırlı ve inatçı bir bakış açısıyla mümkün.
Birkaç nesil sonra alacağı meyveleri hedefleyen bir mücadelenin, misal, öncelikle ders kitaplarından başlaması şart. Oralardaki cinsiyetçi, ayrımcı öğeleri ayıklamadan; Hayat Bilgisi kitaplarındaki, annelere yemek yaptırırken babalara salonda ayaklarını uzatıp gazete okutan çizimleri çöpe yollamadan; tarih kitaplarında savaşın yüceliklerini, milli faziletlerimizi anlatıp durmaktan vazgeçmeden, milliyetçiliğe karşı gerçek bir mücadele verdiğimizi söyleyebilir miyiz?
Milyonlarca insanın haber kaynağı olan medyanın olaylara yaklaşımında, düşmanlıkları körükleyici unsurların öne çıkmasını engellemeden, bu alanda çalışanların insan haklarını ve demokratik düşünceyi temel alan bir duyarlığı içselleştirmesini sağlamadan, milliyetçiliğin ortadan kalkması mümkün mü? Etnik kökene, cinsiyete, toplumsal statüye göre tavır belirleyen, suçlu olanı yargısız infazla mahkûm eden bir medya, milliyetçiliği, şiddeti körükleyip nefret duygularının hâkimiyetini sağlamak dışında neye yarar?
Gencecik çocuklara ‘savaş sanatı’nı öğreterek kişiliklerini emir komuta zinciri altında öğüten, onların özgürlüklerini kısıtlayıp kayıtsız şartsız itaat etmeyi kanlarına işleyen orduyu ve askerliği yüce bir değer olarak hayatımızın orta yerine yerleştirmişken, milliyetçiliğin yoluna taş koyabilir miyiz?
Günlük hayatımızda, dilimizde var olan, çoğu zaman farkında dahi olmadığımız, ayrımcılıktan, ırkçılıktan, şiddetten beslenen düşünce kırıntılarını, yerleşik kabulleri sorgulamadan, dilimizi onlardan temizlemeden, bunu her daim bir iç sorgulama ve idrak meselesi haline getirmeden milliyetçiliğe göğüs gerebilir miyiz?
Son bir şey daha…
‘Political correctness’, yani siyaseten doğruculuk, Batı demokrasilerinde yüzyıllar içinde oluşmuş bir etik değerler bütününün, günlük siyasal ve toplumsal pratiklere yansıması için gösterilen çabaya verilen ad. ABD gibi bazı ülkelerde, siyaseten doğruculuk kimi zaman, kuru, sıkıcı, renksiz bir doğrucudavutluğu getiriyor akıllara. Ancak, bizimki gibi hızla değişen, değişirken de ne yöne gittiği üzerine fazla düşünmeyen, çocukluk hastalığından kurtulamayıp sürekli hoyrat savrulmalar yaşayan bir toplumda, siyaseten doğruculuğa hakikaten ihtiyaç var. Milliyetçilikle aşık atabilmenin en önemli anahtarlarından biri, belki de tam da bu siyaseten doğruculuk arayışında yatıyor.
Güler’e kıydılar
“Kıymayın efendiler!” demiştik, ama onu cezaevinden çıkarmak için ölümün ta kıyısına kadar gelmesini beklediler. Güler Zere’yi geçen hafta kaybettik.
Kötü niyetin bürokrasiyle işbirliği, 37 yaşında bir canın hapishane köşelerinde göz göre erimesine göz yumdu. 14 yılını içerde geçiren, hastalığı süresince Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile güvence altına alınan “yaşama hakkı” ve “işkence ve fena muamele yasağı” açık bir şekilde ihlal edilen Güler, Eylül ayında hepimize bir mektup yazmış, bize çocuklardan bahsetmiş, “Umuttan yana ne varsa bizimledir” demişti.
Bir karatren geldi, kaptığı gibi onu öte diyarlara götürdü.