Milli Kimlik(siz)lik

[ A+ ] /[ A- ]

Merve ÖZDEMİRKIRAN
BİA Haber Merkez

Sinsi ırkçılıkla mücadele etmek, bir canavar gibi karşınıza dikilen ırkçı bir yapıya kafa tutmaktan çok daha güçtür. Ne yazık ki ırkçılık, varken yokmuş gibi davranıldığında, gülümseyerek canınızı almaya gelen ölüm meleği gibidir. Elleri çok yakınınıza kadar gelir ve niyetini anladığınızda iş işten geçmiştir.

2005 yılında başta başkent Paris olmak üzere pekçok kentte ardı ardına gerçekleşen «araba yakma eylemleriyle» birlikte göçmenlik Fransa’da en çok tartışılan konulardan biri oldu. Elbette, bu tarihten önce de göçmenler, göçmenlere ilişkin yasalar, göçmenlik kavramı, göçmenlerin yerel toplumla bütünleşmesi gibi konular kolonial bir geçmişe sahip Fransa’nın en önemli gündem maddelerini oluşturuyordu. Ancak 2005’te yaşanan olaylar toplumsal şiddetin ne düzeyde ayyuka çıktığını, bir arada yaşama kültürünün onarılamaz ölçüde yıpranmış oldugunu, uzlaşmadan uzak, kuşkucu ve çetrefil bir toplumsal yapının Fransa’nın nasıl içini oymakta oldugunu düşündürücü ve ne yazık ki tedirgin edici bir biçimde gözler önüne serdi.

2002 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aşırı sağcı Milli Cephe partisi genel başkanı Jean-Marie Le Pen’in hatırı sayılır bir oy oranını göçmenlik karşıtı ırkçı bir söylemle almış olması Fransa’da yükselişe geçen yabancı karşıtlığının ilk önemli sinyaliydi. Le Pen görece başarısız oldu ama kendisinin deyimiyle «fikirleri» Nicolas Sarkozy ve UMP’deki ekibiyle «iktidara taşındı». Nicolas Sarkozy’nin 2007’de Cumhurbaşkanı seçilmesinin hemen ardindan dışişleri, içişleri, çalışma bakanlıklarının ortak güdümünde olan göçmenlik meselesini tek bir çatı altında toplamak ve daha operasyonel olmak gerekçesiyle «Milli Kimlik ve Göç Bakanlığı» kuruldu. (1) Muhaliflerin ortak sesi, çoğulcu bir demokrasi olan Fransa’da «milli kimlik»’ten sorumlu bir bakanlığa ihtiyaç olmadığını haykırıyordu. Bakanlığın gerekli olup olmadığı bir yana, adı bile sayıları bugün 5 milyonu(2) bulan göçmenleri tedirgin edecek birçok çağrışımla doluydu. Bakanlık görevini ilk olarak Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin yakın dostu Brice Hortefeux üstlendi. Başarılı (!) bir dönemin ardından kendisi içişleri bakanı olurken yerini eski soyalist Eric Besson’a bıraktı.

Daha önce Biamag’da kaleme aldığım bir yazıda Hortefeux’nun bakanlığı döneminde göçmenlerin sınırdışı edilmesine ağırlık verildiğini, «seçilmiş göçmenlik»(3) söylemine bile ters düşen uygulamaların yılda yaklaşık 30 bin göçmenin canını yaktığına değinmiştim.(4) Bu uygulamalar süregele dursun, Eric Besson döneminde çok daha etkili ve kapsayıcı bir adım atıldı; «Fransız olma»nın ne demek olduğu tartışmaya açıldı. Hükümet tarafindan halkın tartışma platformu olması amacıyla bir internet sitesi düzenlendi ve site çok geçmeden ırkçıların ve ne yazık ki çift yönlü bir ırkçılığın muharebe meydanına dönüştü. Bir yandan göçmenlere (ya da sonradan Fransız vatandaşlığı alan eski göçmenlere) nasıl Fransız olunduğunun kriterlerini sıralayan ve onların bu kriterlere asla uyamayacaklarını haykıran ırkçılar, diğer yandan Fransız olmayı önemsemedilerini, bu ülkenin değerlerini de, sembollerini de lanetlediklerini söyleyen katı göçmenler sitenin asıl sahipleri oldular.

Irkçılık dünyanın her yerinde kimi zaman sinsice, kimi zaman bağıra çağıra hüküm sürüyor. Kaynağı, kendisini temellendirdiği ırksal değerleri, güç aldığı toplumu ne olursa olsun ırkçılık daima yok etme ve tek tipleştirme üzerine kurulu. Irkçılık elle tutulabilecek kadar belirgin olabilirken, sinsice toplumların içine işleyen bir kanser gibi de kendini gösterebilir. Irkçılık ille de farklı olana toplama kamplarında eziyet etmeyi, ırk kavramı üzerinden bir devlet kurmayı, silahlı yöntemlerle «ırkdaşı» olmayanları tespit edip ortadan kaldırmayı gerektirmez. Irkçılık toplumun her katmanına nüfuz etmiş ve herşeye rağmen görünür hale gelmemiş olabilir. Ülkemizi düşünelim; Türkiye’de ırkçılık yoktur söylemi ağızlarda ezberdir, “bizim karşı komşu Ermeni ama Türk gibi, iyi insan yani” demek, “bizim oğlanın kolejdeki öğretmeni Yahudi ama iyi bir hoca” diye açılama yapmaksa nedense normaldir! Kürtlerin, Alevilerin, kadınların ve diğer azınlık gruplarının sözsel mağduriyetinden söz edip örnekleri çoğaltmaya gerek yok.

Sinsi ırkçılıkla mücadele etmek, bir canavar gibi karşınıza dikilen ırkçı bir yapıya kafa tutmaktan çok daha güçtür. Ne yazık ki ırkçılık, varken yokmuş gibi davranıldığında, gülümseyerek canınızı almaya gelen ölüm meleği gibidir. Elleri çok yakınınıza kadar gelir ve niyetini anladığınızda iş işten geçmiştir. Sinsi ırkçılık topluma dişlerini geçirdiğinde, zehri zamanla toplumsal kültüre nüfuz eder, bireyler, gruplar ırkçı olmadıklarını dile getirirken düpedüz ırkçılık yaparlar. Hükümetler öyle uygulamalar getirirler ki «ırkçı olmayan» toplumların «haşa ırkçı olmayan» bireyleri bu uygulamaları sevinçle alkışlarlar. Fransa’da, bugün göçmenlere «entegresyon kontratı» imzalatalım deniyor. Yukarıdaki maddeleri okuyun, bunlar iyi bir Fransız olmanın ön koşulları, metni imzalayın ve bundan sonra bu maddelere uyun! Uymazsanız? Bu ülkede yaşayamazsınız! Bir de öğrenciler için Marseillaise’in (ulusal marş) ezberlenmesinin zorunlu kılınması ve bir çeşit ulusal değerleri içeren bir metnin okutulması tartışması var!

Fransa’dan söz ediyorum, mültecilere, ülkesindeki çalkantıları yaşayamayacak durumda olduğu için ülkesini terk etmek zorunda kalanlara kucak açan Fransa’dan, geçmişte «terre d’accueil», «kucak açan toprak» olan özgürlükçü bir ülkeden söz ediyorum. Sadece cüzdanını çalanın bir Arap olmasından dolayı, göçmenleri kontratlarla, sınır dışı edilme korkusuyla zapturapt altına alınmasını «normal» karşılayan ve ırkçı olmadığından fazlasıyla emin olan insanların ülkesinden söz ediyorum. Burada da artık, «Müslüman ama iyi bir öğrenci», «Zenci ama hırsız değil» demek giderek normalleşiyor. Tartışılan, ortak değerler ve bu ortak değerlerin Fransa toplumunu nasıl bir arada yaşama kültürüne ulaştırabileceği değil artık. Milli kimlik Fransa kamuoyunda tartışmaya açıldığından beri herkes canı ne çekerse koyuyor bu kimliğin içine. Kendi kendilerine ırkçılık, fundamentalistçilik oynayan göçmenler de bu yarışta geri kalmıyorlar. Karşılıklı bir nefret olabildiğince büyük bir hızda ve şiddette tırmanıyor. Asıl işi toplumsal bütünleşmeyi sağlamak olan Milli Kimlik ve Göç Bakanlığı işe ortalığı ve kafaları karıştıracak öneriler ve tartışmalar ortaya atmaktan başka bir işe yaramıyor. Banliyöler hızla gettoya dönüşmeye, göçmenler marjinalleşmeye, yeni bir alt sınıf oluşturmaya devam ediyor. Herkes tedirgin, herkes endişeli. Muhalefet etmesi beklenen Sosyalist Parti ise inisiyatif alamayan ürkek bir tavırla bu tartışmaya girmeye gerek bile duymuyoruz açıklaması yapmaktan başkaca bir politika üretmeyi beceremiyor.

Mesele öyle düşündürücü bir hal aldı ki artık “milli kimlik” denilen ulus-devlet jargonunun kadük kavramı günlük yaşamda salt göçmenlere değil, “birkaç göbekten Fransız” olanlara da dokunmaya başladı. Yahudi kökenli bir Fransız arkadaşım anlattı: Uzak bir kuzeni (elbette Fransa vatandaşı) nüfus cüzdanını yenilemek üzere başvuruda bulunmuş. Söz konusu kişi Cezayir savaşı sırasında askerlik yapmiş ve Fransa için ölme riskiyle karşı karşıya kalmış, bugün önemli bir üniversitede öğretim görevliliği yapan biri. Kendisinden nüfus cüzdanının yenilenmesi için anne ve babasinin doğum belgelerini istemişler. Doğum belgeleri istenilenler Holokost sırasında toplama kamplarında ikamet ettikleri için belgeleri kaybolmus Doğu Avrupa kökenli Fransız vatandaşları. Gelin görün ki memurlar İçişleri Bakanlığı’nın yeni mevzuatına göre söz konusu belgeleri ibraz edemediği için bu kişinin nüfus cüzdanını yenilememişler.

Inanmakta güçlük çektiğim bu anekdotu dinlerken, bunun muhtelif, istisnai bir olay olduğunu düşünüp kendimi rahatlatmak istedim, taa ki bu hafta başında Fransa televizyonu TF1’de aynı mevzuattan mağdur edilen Fransızlarla yapılan röportajı izleyene kadar. Anlaşılıyor ki, uygulama hiç de istisnai değil. Hatta bir gençten (yaşı icabı olsa gerek) büyük anne ve babasının doğum belgelerini istemişler. Nüfus cüzdanını yeniletemeyen genç milli kimliğini sorguluyordu kameraya şaşkın şaşkın gülümserken.

İşte sinsi ırkçılık böyle bir şey. Önce göçmenlerle, azınlıklarla başlar, sonra toplumun tüm katmanlarına ulaşır. Türkçe’de nedense çok sık duyduğumuz “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” deyimi, yılanı herkesten, herşeyden, tüm duyarlılıklardan üstün ve kutsal bir yaratık haline getirmekten baska işe yaramaz.

Dün alınan bir karar doğrultusunda, Milli Kimlik ve Göç bakanı Eric Besson’un 4 Şubat 2010’da düzenlemesi beklenen “Milli kimliğe ilişkin sentez” konulu kollokyum iptal edildi. İptal kararına gerekçe olarak Aralık ayından beri süregelen tartışmalar ileri sürülüyor. Söz konusu toplantının yerine, 8 Şubat’ta Başbakan François Fillon’un başkanlığında toplanacak bir “hükümet semineri” öngörülüyor. Umuyorum ki demokrasisine, ev sahipliğine, özgürlükçü değerlerine hâlâ inanmakta olduğum, sorgulayıcı düşünün doğduğu ülkelerden biri olan Fransa kısa zamanda zamanın gerisinde kalmış bu ulus-devletçilik oyunundan kurtulur. (MÖ/BB)

[1] Daha fazla bilgi için Bakanlıǧın internet sitesi: http://www.immigration.gouv.fr/

[1] Bkz. Fransa Istatistik Kurumu internet sitesi http://www.insee.fr/fr/publications-et-services/default.asp?page=dossiers_web/population/population_intro.htm

[1] “Seçilmiş göçmen” terimi Fransa’ya eǧitim ve profesyonel gelişim amacıyla gelen kimseleri tanımlamakta kullanılı

[1] http://bianet.org/biamag/dunya/112551-fransada-gocmen-avi