Meryem GÖKTEPE
Biamag
Metin Göktepe 8 Ocak 1996’da gittiği haberde gözaltına alındı ve öldürüldü, 28 yaşındaydı. Ablası Meryem Göktepe cinayeti ve sonrasını anlatıyor.
Metin Göktepe 8 Ocak 1996’da Ümraniye Cezaevi’nde öldürülen tutukluların cenazesini izlemek için Alibeyköy’e gitti. Ancak, basın kartı olmadığı gerekçesiyle ilçeye sokulmadı. Yüzlerce insanla birlikte gözaltına alındı ve Eyüp Kapalı Spor Salonu’na götürüldü. Burada polislerin şiddetine maruz kaldı, öldürüldü.
10 Nisan 1968’de Sivas’ın Gürün ilçesine bağlı Çipil köyünde doğdu. Gazeteciliğe 1992’de Haberde ve Yorumda Gerçek dergisinde başladı. 7 Haziran 1995’te kurulan Evrensel gazetesinde başından itibaren yer aldı.
Metin Göktepe’nin duvardan düştüğü iddia edildi. İstanbul’dan Aydın’a ve “güvenlik” gerekçesiyle Afyon’a taşınan Göktepe Davası, 28 Eylül 2000’de beş polis memuruna “kastı aşan insan öldürmek” ve “faili belli olmayacak şekilde insan öldürmek” suçlarından verilen yedişer yıl altışar ay hapis cezasının onanmasıyla bitti. Bir polis memuru ise Yargıtay’ın kararı bozmasından sonra 20 ay hapis ve beş ay kamu hizmetlerden uzaklaştırma cezası aldı.
Mahkum polislerin cezalarının tamamlamalarına 19 Aralık 2000’de yürürlüğe giren Şartlı Tahliye ve Ceza Erteleme Yasası engel oldu.
Ablası Meryem Göktepe cinayeti ve sonrasını anlatıyor.
Metin’i anlatmak… Nasıl zor, nasıl da insanın burnunun direğini sızlatıyor. Ama başlayınca nasıl da 17 yılın üzerine rağmen Metin’in coşkusunun büyüsüne kapılıyor insan.
Metin denilince ilk hatırladığım iki buçuk yaşlarında bir oğlan çocuğu. Sevimli mi sevimli; burnunu çeke çeke altı aylık beşikteki kardeşini ağlamasın diye sallıyor. Mutfak kapısındayım nedense boynumu bükmüş onun Aziz’i susturmak için canhıraş beşiğinin ipinden sallayışını izliyorum.
Büyülenmiş gibiyim bu kara ama sevimli çocuğun ağlayan kardeşi susturamadığı için kendisinin de ağlayıp, burnunu çekerek bir yandan da koluna silişini izlerken.
Aramızda tüm çocuklarda olduğu gibi ikişer yaş var. Metin ile o yüzden hem arkadaşız, hem dostuz hem de kardeşten öte canız. İkinci ağlaması da benim yüzümden. Kendisine ağlamak belki de kim bilir bu ağlayış.
11 Yaşında Metin, ilkokul beşinci sınıfta ben de Orta ikideyim. Elime yasak olması muhtemel ki bu yüzden değerine paha biçilemez Nihat Behram’ın “Ser Verip Sır Vermeyen Yiğit” kitabını okuduğum zaman.
Bu kitabı iki akşamdır birlikte yatağa uzanıp okuyoruz. Daha doğrusu ben okuyorum ikimiz ağlıyoruz. Metin çok inançlı bir sosyalist, insan hakları savunucusu olmasının ötesinde tam bir insan iyisiydi.
Bir defa dokunduğu, göz göze geldiği birisinde bile iz bırakırdı. Bunun nedeni de her insanın mutlaka olumlu bir yanını ele alış biçimiydi. Kimse için kötü düşünmez, her insanın olumlu bir yanını bulup ortaya çıkarırdı.
Metin 11 Yaşında geldiği İstanbul’da, Erdal Eren yaşınca yaşayabildi. 28 yaşında henüz yaşamadığı onca güzellik varken, onlarca mücadele arkasında bıraktırılarak kopartılıp alındı elimizden o zemheri soğuğunda.
İnsan bazen kimi olumsuzlukları hissediyor.
8 Ocak gecesi Metin’i aramak için ev telefonunu uyumuşlardır düşüncesiyle kısaca çaldırıp kapattım.
Saat 23.30 civarında.
Aklım Metin’de nedense ve uyumuşum. Sabah kalktığımda bir şeyim kaybolmuş gibiyim.
Gördüğüm rüyanın etkisi olabilir mi acaba diye arkadaşımla konuşuyordum iş yerimde. Rüyamda bir dere kenarındayım.
Şırıl şırıl akan suda balıklar adeta dans ediyor. Ben de çok keyifle elimi uzatıp balıklardan tutuyorum.
Derken bir kara balık, boyu diğerlerinden daha küçük olanı avucumun içinden kayarak kaçıyor.
Çok üzülüyorum bu duruma.
Arkadaşım güzel olduğunu söylüyor, kısmetmiş balık görmek gibi şeyler söylüyor.
Ancak benim içimi acıtan bir şey olmuş o küçük karabalığın kaçışında…
O gün 9 Ocak sabahı işyerimde masama sığamıyorum. Sürekli oda değiştirip dolaşıyorum. Odama döndüğümde çeşitli kereler birileri tarafından arandığımı öğreniyorum.
Bu da canımı sıkıyor oldukça. Sonrasında eski iş arkadaşlarımın öğlene yemeğe gelecekleri notunu alıyorum “sakın Meryem bir yere ayrılmasın” tembihi ile.
Bugün olağanüstü bir gün diyorum kendi kendime. En yakın arkadaşıma bugün neden herkes beni arıyor ki, acaba bir şey mi oldu diye soruyorum. Hemen de uzaklaştırıyorum bu kötü düşünmeyi.
Gayri ihtiyari Metin diyorum birden.
Metin’e bir şey mi oldu düşüncesini saçma bulup, titriyorum sanki.
Bir telefona nihayet ben çıkıyorum. Beni yakaladın bravo diyorum.
Karşı taraf durgun fark ediyorum. Ha evet ablam ve abim de aramışlar ulaşamamışlar diyor çok eskiden Metin ile ortak arkadaşımız olan Uysal. Benimle çok acil buluşmak istediğini anlatıyor, ama ben ona arkadaşlar gelecek filan diyorum. İsterse benim işyerime gelebileceğini de söylüyorum.
Olmaz diyor ve çok kararlı geliyor sesi. Bir şey olup olmadığını sorduğumda kendi özel bir sorunu olduğunu, ancak benim ona yardım edebileceğimi söylüyor. Kıyamayıp çıkıyorum ve tembihliyorum bürodaki arkadaşımı eğer gelirlerse beni mutlaka beklesinler diyorum.
Buluşmaya gidinceye kadar yüreğim ağzımda. Yol çok uzun geliyor. Oysa işyerime çok yakın. Buluşma anına kadar hep Metin ile ilgili olumsuzlukları öteliyorum.
Buluşuyoruz ama karşılaştığım andan itibaren arkadaşın yüzünden okumaya çalışıyorum ne olabileceğini. Havadan sudan konuşuyor. Yanındaki arkadaşını daha bir kaçamak, göz ucuyla bana bakarken yakalıyorum birkaç kez.
Özgür Gündem’de çalışan ortak arkadaş gazeteye gidelim daha rahat konuşuruz diyor.
Karşısına dikiliyorum Yenikapı’dan sahile doğru gittiğimiz yolda. “Bana ya neler olduğunu anlat ya da gelmeyeceğim” diyorum.
İnkar etmeye çalışıyor. Bakıyor olmayacak Metin diyor. Yüreğim sıkışıyor, “Bir şey mi oldu, çabuk her neyse söyle” diye sarsıyorum.
“Yaralılar var dünkü gözaltılardan” diyor. Hatırlıyorum birden, dün cenazeler kalkacaktı sahi.
“Evrensel’den de Metin yaralıymış” diyor.
Nerde?
Nasıl?
Sorularım havada uçuşuyor.
Uysal “Sakin ol üç Metin var ya, hangisi belli değil” dediğinde “Ne fark eder ki? Gerçeği bilmek istiyorum” diyorum.
Aslında yüreğime ateş düştü ama hep kovmak istiyorum. Gazeteye gidiyoruz, bana bakıyor herkes ve ben acaba birisi gerçeği söyler mi? diye şaşkın bakınırken,”Ablasıymış”, “ablasıymış” kerelerce çınlıyor kulaklarımda.
“Ablasıymış!” hiç normal gelmiyor.
Ben telefona uzanıyorum, abimi arayacağım.
Çok uzun geliyor o süre bana.
Bu arada masada bir toplu iğne alıp parmağıma olanca gücümle batırıyorum.
Kabus değil! Rüya değil! Karşıdan alo diyen yengeme soruyorum.
Yaralıymış, Çapa’daymış.
Bulanık insanlar, karmakarışık uğultulu sesler’
Beni hastaneye götürdüklerini arabada öğreniyorum. Cerrahpaşa yolundayız. Hastane girişini geçiyoruz, anlam veremiyorum.
Çapa demişti yengem oysa. Adli Tıp önünde duruyor araba.
İbo! İbo’yu, ağabeyimi görüyorum.
Sağda üç genç kız ilişiyor gözüme, birisi yerlere atıyor kendini, ağlıyor, bağırıyor.
Diğer ikisi genç kızı sakinleştirmeye çalışıyor hem de ağlıyorlar.
İbo’ya koşup sarılıyorum o da ağlıyor benimle.
“Söyle” diyorum, “ne oldu Metin’e, öldü mü yoksa?” bir süre bir şey diyemiyor.
Nasıl denir ki? Metin, Metin nasıl ölür! “Anla artık” diyor.
Epeydir reddettiğim gerçeği bana söyleyen ağabeyimi yumrukluyorum.
Hayır Metin ölemez, o en son ölecek, dünya iyisi çocuğun her hali geliyor gözümün önüne.
Ölümü hiç konduramıyorum. Kaldırımın kenarında ayılırken kolonya, su yüzüme çarparken, birden hiçbir şey kavrayamıyorum.
Korkunç bir acı var ama anlamlandıramıyorum, nasıl oldu diyorum neden sonra. Ağabeyim “Polis” diyor. Ama kabul edilmiyormuş. Duvardan düşmüşmüş, sandalye, kelimeler anlamını yitirip uçuşurken.
Orada delire delire ağlamak, haykırmak isterken bir mücadelenin içinde buluyorum kendimi daha orada.
Otopsi raporu hazırlanıyor. Avukatı almak istemiyorlar, ama gazeteye ihbar telefonları gelmiş, Metin işkence edilerek öldürülmüş gözaltındayken.
Bunun adli tıpta doğru dürüst ifade edilmesini istemek düşüyor bize.
Savcı avukata olmaz diyor, aileden birinin kabul edilebileceğini söylüyor. Bunu duyunca, ben girerim diyorum, hiç sonunu düşünmeden. Bu kararlılığım görülünce belki de, bir avukata izin veriliyor.
Bekliyoruz; Metin’in öldürüldüğünün kabulünü! Oysa ben annemin yanında olmak istiyorum. Ama bu cinayetin sorumlularını bulmak için, Metin’in sahipsiz olmadığını anlatmak için daha ilk günden yasıyla mücadele aynı adrese düşüyor.
Aynı kişiler hem yasçısı hem de takipçisi oluyor bu cinayetin.
Bunları o zaman da düşündüm mü bilmiyorum. Şunu biliyorum ki daha o günden bizi acılarla birlikte zorlu bir mücadele bekliyor.
O sırada Avukat çıkıyor, yüz ifadesi tarifsiz, yüzü allak bullak. “Bu bir vahşet” diyor en çok da. “Bunca işkenceye neden gülmüş Metin” gibi sözler duyuyorum. Sonradan morgda çekilmiş gülen fotoğraflarından anlıyorum ne demek istendiğini.
Birileri beni alıp Gazeteciler Cemiyetine götürüyor, tanımıyorum ama Metin’in yoldaşları oldukları anlaşılıyor.
Valiliğe protesto yürüyüşü yapılacakmış, Cemiyete girdiğimizde Leyla Tavşanoğlu ile öfkeli konuşan genç muhabirler görüyorum. Gazeteciye sahip çıkılmadı gibi sözler uçuşuyor yine.
Sanki cemiyet bir grup genç gazeteci tarafından işgal edilmiş gibi.
Hayal meyal hatırlıyorum cemiyetin önüne iniliyor. Birden bir haykırışa uyanıyorum sanki.
O bir gazeteciydi! Metin Göktepe öldürüldü!
Ahmet’in [Şık] elinde Metin’in fotoğrafı adeta etinden et kopartılırcasına ağlayarak bağırtısıyla gerçek bir kez daha
hatta Metin’in fotoğrafını görünce şüpheye yer vermeden orda duruyor.
Ahmet’e ulaşmak istiyorum. Beni ona götürün diyorum.
O anda Metin o, ben ona sarılmak istiyorum.
Onun için o andan itibaren korkmaya başlıyorum. Ahmet de ben de sarılmışız ağlıyoruz. Sonra eve gitmek, Metin’in evine, anneme gitmek üzere bir arkadaşımın eşiyle taksiye binip gidiyoruz.
Metin’in fotoğrafını almışım elime, arkada oturuyorum. Gözlerimden yaşlarla fotoğrafta Metin’in de yanaklarından gülen gözleri ağlıyor gibi ilk kez o zaman Metin ne çok anneme benziyor diyorum.
En çok annem ve kızım Emek Su ile karşılaşmak istemiyorum.
Anneme benim yaşamam Metin’in olmayışını hatırlatır diye utanıyorum yaşamaktan.
Yengemin yatak odasındayım, orada gelip görüyor arkadaşlarım. Taksiciye bağırdığım gibi herkese “polis can güvenliğimizi mi koruyor, canımızı mı alıyor?” diyorum.
Polisin can güvenliğini değil can aldığını biliyorum, biliyorum ama herkes bilsin istiyorum. Bunun ne demek olduğunu bilmeme rağmen Hasan Ocak ailesinden gelenlerle daha da acı kardeşliği yaşıyoruz.
Bir kadın var salonda ilk kez görüyorum. Annem de bana sarılamıyor, ben de ona. Bir süre sonra omzumdan bir sarılış, sarsılarak ağlama nöbeti. Onun kokusunu duyumsarcasına beni bağrına basışı ve o kadın gelip ayırıyor bizi.
Çok bile ve acıyı ta yüreğinden hissettiği kurduğu cümlelerde saklı “Hele bir güçlü olun! Bakın benim oğlumu da öldürdüler, oğul gibi büyüttüğüm Safyettin’i de”, “Benim oğullarım da gazeteciydi”…
Bundan sonra kurduğu tüm oğul cümlesi çoğuldu. Artık oğlum yoktu: ‘Çocuklarım Ferhat ve Safyettin Tepe de gazeteciydi.
Ben oğlumun tabutuyla 24 saatten fazla yolculuk yaptım, ama yenilmedim, hele hele onların gözü önünde hiç ağlamadım.
Biraz sarsarak bizi kendimize getiriyor: ”Boğazınıza bir şeyler girmezse ağlayamazsınız, Metin’i daha son yolculuğuna göndereceksiniz…”
Oldukça bilge ve etkileyici konuşuyor. Zübeyde abla olduğunu öğrendiğim bu kadın halen, daha kayıplar için, adalet için Cumartesi Annesi olarak her hafta Galatasaray’da Safyettin için, Hasan, Rıdvan ve diğer kayıplarla birlikte ”faili meçhul”ler için de dimdik duruyor!
Sonrasında her gördüğüm arkadaşında Metin’in paylaşımları, sürekli bir hatırlatma, hatta hatırlamak için çabaya dönüşüyor hepimizde.
O gece sakinleştirici yapılmış sonradan öğrendiğim. Annem ilkin “yaralı” dendiğinde şaşkınlıkla kapıyı bulup aşağıya inemediğinden balkondan atlayarak inmek üzereyken komşu yakalamış.
Bir şey yapmayacağım sadece aşağıya ineceğim demiş. Anneme de bir iğne yapılmış daha biz eve gelmeden.
Uyumuşum; Bir ara uyandım ki Ferhat Tunç türkü söylüyor, ev karanlık sanki. Elektrikler kesilmiş niyeyse?
Saz çalıyor ve tanıyorum o sesi, salondan gelen sesi. Off ya ne kötü bir kabus görmüşüm diye düşünüyorum. Evde ağlama sesi yok, saz çalınıyor. Metin de salonda olmalı. Böyle düşünürken acı çöküyor, elime batırdığım iğneyi yokluyorum.
Yok gerçekmiş…
Metin bir kez daha ölüyor o an benim için…
İki gün sonra Metin’i Yenibosna’dan, gazeteden alıp Atışalanı Kemer mezarlığına, o soğuk toprağa bırakacağız.
Düşüncesi çok üşütüyor hepimizi.
İbo Adli Tıpta bulunmaya gidiyor. Sonradan çok pişman olacağım bir durum bu, ben neden gitmemişim, gazeteye nasıl gitmişiz hiç hatırlamıyorum.
Öyle bir an geliyor ki Metin’in geldiğini görüyoruz ve binlerce insandan ağlamayan yok gibi.
En çok da annem, ablam ağlarken etkileniyorum. Metin yürüyerek mi götürülecek? Yoksa “devletin” tahsis ettiği Belediye otobüsleriyle mi?
Gazeteden de o an tanımadığım şimdi de hatırlamadığım birkaç kişi tartışıyor. Otobüslere binilip gidilsin, yol çok uzak diye. Şöyle bir bakıyorum etrafıma benim kardeşim değil öldürülen sadece, birilerinin de kardeşi, adalet, umut öldürülmüş gibi.
Ve herkes yürüyor.
Yaşlı anneler, bastonlu dedeler, öğrenciler, gençler…
Orada “hayır yürünecek” diyorum birden tepkiyle. Gösteriyorum insanları, bakın kimseyi Metin’in sıkıştırılarak yaka paça ölüme götürülmek için kullanılan bu otobüslere bindiremezsiniz diyorum.
Araya giriliyor “tamam sakin ol, yürünecek” deniliyor. Yürüyoruz Kemer mezarlığına, sonradan öğrendiğim yaklaşık 25 bin kişi ile 20 kilometrelik yolu işgünü olmasına rağmen bu sahipleniş bizi sanki sonuca ulaşabilecekmişiz gibi hissettiriyor.
Kemer karanlık, üşür oğlum diye haykırıyor annem. Durun koymayın oraya, beni de gömün ağıtlarıyla nerdeyse hepimiz o çukura girmek istiyoruz.
Son kez görmek istiyorum hatta atlamak Metin’in yanında olmak ama uzaklaştırılıyorum. Yüzünü hiç göremiyorum. Şanslı sayıyorum İbo’yu ve diğer kim görmüşse en son.
Anlattırıyorum görenlere; gülüyordu diyor herkes. Metin’i o karanlık, ıssız ve soğuk yerde, Kemer’de bırakıp dönüyoruz annem ve Metin’in birlikte yaşadığı eve.
Sonuç Metin’in sonsuza kadar bizden çalınmış olmasıyken, hala Metin’in duvardan düştüğü yalanıyla hem bizi hem kamuoyunu oyalıyorlar…
Üç günde biraz olsun yol aldık sayılır. Önce hiç gözaltına alınmamışken, alındı ama bırakıldı deniliyor. Hatta Eyüp stadyumunun yakınındaki cami hocası gördüğünü söylüyor yalancı tanıklıkla…
Metin’in gazeteci mi, militan mı olduğu tartışılıyor. Bizleri bu tartışmaya iterlerken gözlerden kaçırılan devletin gözetiminde göz göre göre tutuklu dört insanın öldürülüşü oluyor ne yazık ki!
Sanki o vahşet hiç yaşanmamış gibi; her birimiz Metin gazeteciydi diye haykırıyoruz her alanda. Yine bugün bile aydınlatılmamış Sabancı cinayetiyle örtülmeye çalışılıyor bir müddet.
Ancak genç gazeteciler, annem, biz, sendikalar, başta gazetesi, Metin’in partisi, emekçiler ve bir çok hak örgütü bu cinayetin aydınlatılması için çaba harcıyor.
Dava Sınır Tanımayan Gazeteciler’den tutun Sınır Tanımayan Avukatlar ile uluslararası boyutta takip ediliyor.
Belki de en önemlisi o travmaya rağmen hala çok saygı ve sevgiyle andığımız tanıklar çıkıyor bir bir. Tehdit ve yıldırma baskılarına rağmen “Bu cinayetin tanığıyız” diyorlar.
Devlette de çatlak sesler duyuluyor artık. Dönemin İnsan Haklarından sorumlu Devlet Bakanı Adnan Erkmen “Metin Göktepe gözaltına alınmıştır ve gözaltında öldürülmüştür” diye beyanatta bulunuyor.
Sonrasında bu konuyu fazla kurcalamaması gerektiğini, kendisinin de bir baba olduğunu unutmaması yönünde tehdit edildiğini 2011 yılı Metin Göktepe Gazetecilik Ödülleri töreninde açıkça ifade ediyordu.
Muhtemelen faili meçhul kalacağı hesaplanan, örtülmeye çalışılan gözeterek, gözaltına alınıp işkenceyle yok edilen bu gazeteci cinayeti için zorunlu olarak bir soruşturma başlatılıyor. Ancak bu soruşturma çok ilginç bir işkence itirafına da dönüşüyor.
Soruşturulan polisler birbirlerini işkencecilikle suçluyorlar. Aslında ben şu kadar vurdum, o bu kadar vurdu diye işin içinden çıkmak istiyorlar.
Bu itiraflara rağmen yargı ağır aksak başlıyor. Ama ne var ki 15 Temmuz 1996 tarihine İstanbul Adliyesinde duruşma
verildiği halde ilk duruşma 18 Ekim 1996 tarihi için Aydın Ağır Ceza mahkemesine sürüldü.
Polislerin can güvenliği gerekçesiyle daha sonra dosya Aydın’daki ilgi fazla gelmiş olacak ki daha ücraya, Afyon’a sürüldü. Böylece yaklaşık üç yıl her ay yapılan duruşma için dava süreci işlemeye başladı.
Hakimler değişti mahkeme başkanları sürüldü ama davaya ilgi, dayanışma hiç eksilmedi. İstanbul’un ve Türkiye’nin birçok ilinden otobüslerle davaya sahip çıkıldı. Bu dava yetersiz de olsa Türkiye’de katilleri ilk yargılatılan gazeteci davası oldu.
Mahkeme kararlarına Aydın’daki mahkeme, adalet arayışı ilginç bir duruma sahne oluyor.
Şili’de, cunta döneminde özgürlük savaşçısı Viktor Jara gibi bir stadyumda binlerce kişi ile gözaltına alınıp katledilen Metin’in davası, yoğun katılım dolayısıyla sabah gerçekleşememiş, öğleden sonra bir stadyumda görülmüştü.
Bu dava bazı siyasilerin sözde namus davası olmuşken, üç yıla yayılan yargılamada onlarca tanık ve binlerce sahiplenmeye karşın, beş polis ve bir emniyet amiri yargılanıp toplam 18 ay yatarak salıverildiler.
Bu davada Eyüp İlçe Emniyet Müdürü M. Ali Aydın Akdemir, İstanbul Valisi Rıdvan Yenişen, Dönemin içişleri bakanı Teoman Ünisan, Başbakan Tansu Çiller, Mehmet Ağar ve asıl sorumlu ”kelle koparacağım” diyerek İstanbul’a Emniyet Müdürü yapılan Orhan Taşanlar yargılanmalıydı.
Her biri hem cinayeti örtbas etmiş, sonrasında da savunuculuğunu üstlenmişlerdir.
Annem ve diğer tüm yüreği yanık anneler elbet biliyorlardı ki evlatları bir daha onlara “anne” diyemeyecek.
Bunu anlamak için elbette evlat sahibi olmak gerekmez ama onların payına sadece evlat acısı düşmedi; evlat özlemi,
hasreti de düştü.
Bir daha çocuklarının sevdiği yemekleri ya yapmadılar, yapamadılar ya da her fırsatta yapmak istediler anmak için.
Kısacası her türlü travmayı yaşamak onlara düştü. Galatasaray Meydanı’nda anneler ve Cumartesi İnsanları başlangıçta kaybettiklerinin canlı bedenini istemek için bulunurken, şimdilerde bir mezar ve hatta bulunursa kemiği adaklar adar duruma getirtilmişler.
En son noktada tek çocuğu olan Murat Yıldız’ı kendi elleriyle adalete (!) teslim eden Hanife Yıldız’ın 400. haftada ifade ettiği gibi kemiklerden de vazgeçerek “Adaleti” arar olmuşlar.
Adalet bugün hala kayıp ama hepimizin umudu tam; Kaybedenler bir gün kaybedecek! Bu ülke annelerin, çocuklarıyla birlikte adaleti arayan annelerin birleşmesiyle aydınlanacak…