Karin KARAKAŞLI
Radikal İki
Şimdi diyeceksiniz ki her şey bitti insanların yüzü, ifadesi mi kusur kaldı ama elimde değil; hakikat insanın yüzünden okunur. Yüzü derken de gözlerinden. Gözden içeri nüfuz edebildin mi, sohbete başlayabilirsin. Sorabilirsin, dinleyebilirsin, kavrayabilirsin insanı.
TBMM Genel Kurulu’nda Kamu Başdenetçiliğine seçilen Yargıtay eski üyesi Mehmet Nihat Ömeroğlu’nun yüzüne bakmam da bundan. Agos gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink’in “Türklüğe hakaret” suçunu düzenleyen TCK’nın 301’inci maddesinden verilen cezanın altında imzası bulunan 18 Yargıtay hâkiminden biri olan ve şimdi şaka gibi, bireyin kamu karşısında uğradığı haksızlıkta başvuracağı ilk mercii haline gelen Mehmet Nihat Ömeroğlu’nun fotoğraflarında, küçücük de olsa insani bir gedik arıyorum. Sızabileceğim bir aralık. Yok. O gözler geçit vermiyor.
O gözler, o buzul maske ifade aslında bir prototip. Hesapta hiçbir şeyden etkilenmemek şiarıyla çıkılmış ‘adalet’ yolunun göstergesi. Halkla sıfır temas, meseleleri, hakkında hüküm verilecek insanları birer dosya gibi görme alışkanlığı ve aynı kalıp, kaçamak, bomboş yanıtlar.
Hrant Dink davasının Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nda görüşülmesi sırasında, Dink’e verilen mahkumiyet cezasını onaylayan ve Yargıtay Başsavcılığı’nın itirazının reddedilmesi doğrultusunda oy kullanan Başdenetçi Ömeroğlu’nun açıklamalarına da bakıyorum günlerdir. Hani “‘Beni geçmişimle değil, gelecekte yapacaklarımla yargılayın” diyor ya, şahsında ülkemin geleceğine bakıyorum.
“Hrant Dink olduğunu bilmiyordum”
Türlü çeşit sıra savıcı gerekçeleri var Ömeroğlu’nun ama tek bir samimi sözü yok. “Merhumun ismi Fırat Dink diye geldi. Ben Hrant Dink olduğunu bilmiyordum. O zamana kadar da, ölene kadar da, bu arkadaşı çok da şahsen tanımıyordum. Çünkü bizim Yargıtay’da yoğun işlerimiz var, bunlarla uğraşamıyoruz” deyiveriyor. Gerek o dönem Hrant Dink’in avukatı gerekse sonrasında cinayet davasının avukatı Fethiye Çetin de haklı olarak anımsatıyor: “Dosyadaki hemen bütün belgelerde, Şişli Asliye Ceza Mahkemesi kararında ve diğer kararlarda sanık ismi olarak Fırat (Hrant) Dink geçiyordu. ‘Dosyadaki sekiz yazıyı da okudum’ demiş başdenetçi. Okuduysa eğer, bu sekiz yazının sekizinin de Fırat değil Hrant Dink tarafından yazılmış olduğunu anlamış olması gerekirdi. Hrant Dink, Agos’ta bütün yazılarını Hrant Dink ismiyle yazıyordu.”
Aynı dönemde Hrant Dink, infial halinde ülkenin bütün televizyon programlarında nasıl bir haksızlığa uğradığını, Ermeni diasporasına yönelik barış çağrısının nasıl Türk düşmanlığına tahvil edildiğini hırsla, isyanla haykırıyordu. Muhtemelen, etkilenmemek için olsa gerek, o programları da hiç izlememiş Ömeroğlu.
Ve etkilenmemek öyle temel bir düstur ki, bizzat mahkemenin tayin ettiği bilirkişi heyeti, yazılarda suç unsuru bulunmadığını ortaya koymuşken; Hrant Dink gözümüzün önünde vurulalı ve devletin her kademesindeki failleri itina ile gizleneli altıncı azap yılımızı sürerken, Ömeroğlu hâlâ sorumluluk savmanın derdinde. “AİHM, 301. maddeyi, ırkçı, dine dayalı ve ayrımcı bir millet tarifi yaptığı noktasında Türkiye’yi eleştirdi… Eee, bu da benim kabahatim değil. Yasa koyucu böyle bir irade koymuş, biz de o günkü yasaları öyle değerlendirmişiz.”
Bu nasıl iradeyse, top gibi yuvarlanıp duruyor yıllardır. Biz baktıkça da, yüzümüzde “şaaap” diye patlıyor. Hatırlar mısınız, çocukluğunuzda yüzünüze yediğiniz topları; onlar gibi… Ve bir de tutanın elinde kalıyor. O nedenle “Dink kararı toplu mahkemenin, genel kurulun verdiği bir karar. 18 artı Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nden 5 hakim; 23 hakimdendim, bir de bu kararda en çok etkili benmişim, genel kurul gizli, böyle bir şey yok” sözlerine de ancak acıyla tebessüm edebiliyorum.
Hâkimlik denen mesai, asıl yorum hakkı kullanabilme aşamasında sınanmıyor mu? Önce kendine sonra kamu vicdanına aldığın kararı anlatabilme yetisinde bulmuyor mu karşılığını? O dönem bilirkişi heyetinde yer alan İstanbul Hukuk Fakültesi Ceza ve Ceza Usul Ana Bilim Dalında görevli üç öğretim görevlisi, bir dönem Yargıtay Başkanlığı görevini de bir süre yürüten Doç. Dr. Sami Selçuk ve Yargıtay Savcılığı itirazını kaleme alan Ömer Faruk Eminağaoğlu ve yine Genel Kurul’da karşı oy kullanan altı hakim, başka türlüsünün de mümkün olduğunu göstermişti. Adaletin tecellisi mümkündü ve gereği yapılmadı.
Ülke adına…şerefle
Şimdi üzüntü belirtilen noktaya bakıyorum. O da ayrı bir acı konusu. “Ben, ülkem adına bu insanın öldürülmesine bütün şerefimle çok üzüldüm… Çok şükür hırsızlık yapmamışım, ahlaksızlık yapmamışım, bir yolsuzluğa adım karışmamış. Ben, sadece devletim ve milletim için üzülüyorum. Bundan emin olabilirsiniz” diyor Ömeroğlu.
Ülken, milletin adına üzülmeyeceksin, ülkeye de millete de bir şey olmadı. Bir insanın canına kastedilmesinde verdiğin kararın ufacık da olsa bir dahli varsa ve sana insan deniyorsa, sen o andan itibaren artık bir vicdan azabıyla yaşayacaksın. Hele de mahkûm ettiğin, hedeflere açık ettiğin o insan “Bu karar benim ölüm fermanım” diye haykırmışsa. Adalet bu kadar yalın bu kadar biricik bir noktadan başlar. Ve hâlâ başlamamışsa da milim yol alınmamış demektir.
Kendini etkilenmeye açmak, meğer en büyük cesaretmiş. Alabildiğine ortaya koymak ruhunu, içinden geçmek hayatın… Ne de olsa, mesele diye mahkeme önüne gelen her şey hayattan alınma ve bütün bağlamı içinde anlaşılmaya muhtaç.
Mahkeme duvarına toslamak diye bir tabir vardır ya hani, ben Mehmet Nihat Ömeroğlu’na bakarken de ülkemin geleceği adına koordinat bellediğim diğer davaların heyet üyelerine bakarken de bu mahkeme duvarı gibi denen yüzlere tosluyorum. Alnım hep kan içinde.