Levon Ekmekçiyan, Dargeçit, Nahide Opuz, Buse, Maritsa Küçük, Ekin Van

[ A+ ] /[ A- ]

Eren Keskin

Altı kişinin kemikleri bulundu. Komutanlar Mehmet Tire ve Hurşit İmren’e dava açıldı, tutuklanmadılar. Biri DP’den Bodrum Gümüşlük, biri de CHP’den Sivas Çepni belediye başkanı oldu.

Ölüye saygısızlık sadece ölü bedene, cenazeye saygısızlık değil, aynı zamanda ölüm biçimleri sonrasındaki cezasızlık, kaybetmeler, ailelere yaratılan acılar hukukun konuları oluyor.

Eğer hukuki alanda yaşanan ölüye saygısızlığı konuşuyorsak, hukuk sistemini konuşmak zorundayız. Türkiye Cumhuriyetinin hukuk sistemini oluşturan Türk Ceza Kanunu, Medeni Kanun, Kabotaj Kanunu, Hukuk Muhakemeleri Kanununlarının yapıldığı dönemin adalet bakanı Mahmut Esat Bozkurt 1930 Ağrı isyanından sonra şöyle demiştir: Bütün herkes, dağlar duysun bu coğrafyanın tek belirleyeni tek söz hakkı olanı Türk milletidir. Türk milleti dışında kalanların bir tek hakkı vardır, ona hizmet etmek ve köle olmak hakkı.

Ben insan hakları savunucusu bir hukukçu olarak ihllalleri en yoğun 90larda yaşadım, yaşadık. Arkadaşlarımızın, büyüklerimizin faili meçhul cinayetlerde katledilmelerine tanıklık ettik. Bugün Kürt hukukçular olarak varlığımızı devam ettiriyorsak bunu en çok Medet Serhad’a borçluyuzdur. Kürt hukukçuları ilk bir araya getiren kişiydi.

Medet Serhat faili meçhul bir cinayete ya da kontrgerilla cinayeti dediğimiz bir cinayete maruz kalarak yaşamını yitirdi. Faili hala ortaya çıkmadı. Otopsiye kim girecek? Birimizin girmesi lazım; bir kurşun eksik yazarlarsa çok kötü olurdu. Sonunda beş altı avukat arkadaşla girdik. Ağlaya ağlaya otopsiyi izlediğimizi hatırlıyorum.

En son Deniz Poyraz’ı, genç bir Kürt kadınını silahla tarayarak öldürdüler. Öğrendiğimize göre ölü bedenine de işkence yapılmış. Burada herkes hukukçu değil, davalardan, yargı pratiklerinden örnekler vermek istiyorum.


Levon Ekmekçiyan

Levon Ekmekçiyan 1982’de Ankara Esenboğa havalimanında bir çatışma sırasında yakalandı. ASALA örgütü üyesi olduğu iddiasıyla yakalandı. Bir buçuk ay içinde karar verildi. Hatta Yargıtay’a başvurma hakkı dahi tanınmadan idam edildi. Levon Ekmekçiyan’ın ailesi İHD Irkçılık ve Ayrımcılığa Karşı Komisyon’dan Ayşegün Aysu’ya ulaştı, ailenin avukatı oldum, Komisyon olarak bu olayı takip etmeye başladık.

Levon’un hasta annesinin son isteği çocuğunun cenazesini yaşadıkları Fransa’ya alabilmekti. Cenazeyi alabilmek için iki yıl uğraştık. İçişleri Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı, Adalet Bakanlığı derken sonunda bizi Mezarlıklar Müdürlüğü’ne yönlendirdiler.

Mezarlıklar Müdürlüğü’nde resmi defterde Levon Ekmekçiyan’ın gömülü olduğu yerin ada parsel numaralarını verdiler. Mezarı açtırdık. mezardaki kemikleri çıkarttık usulüne uygun bir şekilde devlet yetkililerinin huzurunda ve İHD olarak uygun koşullarda tabuta koyarak Fransa’ya gönderdik.

Ailesi iyi ki Fransa’da tekrar bir adli tıp incelemesi yaptırdı, adli tıp incelemesi sonucunda gönderilen kemiklerin 60 yaşlarında Hristiyan bir kadınla köpekgillerden bir hayvana ait olduğu rapor edildi. Hala bilmiyoruz o kadın kimdi, o cenaze kime aitti ve Levon Ekmekçiyan’ın cenazesi nerede?

Şimdi ölüye saygısızlıkta bundan daha iyi bir örnek olabilir mi? Levon’un annesi de yaşamını kaybetti, oğluna kavuşamadan. Bu bize göre çok örnek bir olay çünkü bu coğrafyanın temel meselelerinden Ermeni Soykırımı konusunda devleti yönetenler hep diyorlar ki arşivleri açalım. İşte bir arşiv açtık, arşivden yalan çıktı.

Dargeçit

İkinci bir örnek dava anlatmak istiyorum. Gözaltında kaybetme aslında faili meçhul cinayetlerden de daha zor. Kaybedilenlerin mezarları dahi yok. Türkiye Cumhuriyeti devleti bir devlet politikası olarak kaybetme politikasını devam ettiriyor, Birleşmiş Milletler Zorla Kaybetmelere Karşı Sözleşme’yi imzalamış olsa zamanaşımı meselesi ortadan kalkacak. Dosyayı “daimi arama” diyerek koyuyorlar bir yere ve 20 yıl sonra da “zaman aşımı”ndan düşme kararı veriyorlar.

1995’in 29 Ekim’inde Mardin Dargeçit’te yedi kişi gözaltına alınıyor; üçü çocuk ve çocukların ikisi kardeş: Hazmi ve Seyhan. Diğerleri askıdayken karakol komutanı Mehmet Tire’nin oğlu babasından çikolata parası almak üzere işkence yapılan bölüme giriyor. Sınıf arkadaşı Hazmi’yi asılı halde görüyor.

“Baba” diyor, “bu benim arkadaşım Hazmi onu niye astınız?” Onun üzerine Hazmi’yi bırakmak zorunda kalıyorlar. Diğerlerinden bir daha hiç haber alınamıyor. Daha sonra öğreniyoruz ki bu insanlara işkence yapılıyor hatta kazanlarda yakılıyorlar. Uzman çavuş Bilal Batırır, MHP’li, rahatsız oluyor yaşananlardan ve ekranda bir kaç kişiye bu olayı anlatıyor. İnsanları öldürdüler diyor. Ve bir süre sonra bu çavuş da kaybediliyor.

Biz yıllarca uğraştık bu dava için. Kayıp olaylarında birçok avukat arkadaşım bilir herkes bir dosyası var zanneder, bekler. Takipsizlik kararı verilen ailelere tebligat bile yapmazlar. Bizler devreye girdikten sonra, Cumartesi Anneleri oturmalarıyla birlikte bu dosyaya müdahil olduk.

Belediye başkanı oldular

Aslında Kürdistan’da insanlar bütün toplu mezarların yerlerini biliyorlar. Aileler herkes biliyor. Bize bu toplu mezarın nerede olduğunu söyledi aileler. Defalarca savcılığa gittik uğraştık ve sonunda genç bir savcı “tamam, açacağım ben burayı” dedi.

Veysi Altay arkadaşımız çekmişti görüntüleri. Gerçekten de ailelerin söylediği yerlerde o kemikler bulundu.

Hazni’nin, “abime aldığımız kazak bu” diye abisinin kazağını bulduğu anı hatırlıyorum bugün gibi. Bütün bunları yapan Mehmet Tire komutan, Hurşit İmren tabur komutanı ve daha başka bir kaç isim hakkında dava açıldı.

Ne mi oldu? Bu insanlar tutuklanmadılar. Mehmet Tire Bodrum’un Gümüşlük ilçesine Demokrat Parti’den (DP) Belediye Başkanı oldu. Hurşit İmren CHP’den Sivas Çepni Belediye başkanı oldu.

Bodrum’da muhalif insanlar yaşarlar ya da muhalif insanların tatil yaptığı bir beldedir. Defalarca açıklamalar yaptık, “buna izin vermeyin” dedik, “bu adam belediye başkanlığına devam edemesin” dedik. Mehmet Tire görevine devam etti ve bu davanın sonucunda bu insanlar hakkında savcı somut delil bulunmadığından beraat kararı istedi, karar bekliyoruz şimdi.

Nahide Opuz

Şimdi “kadın cinayetleri” bağlamında, İstanbul Sözleşmesi’ne de bir bağlantılı bir davadan söz etmek istiyorum.

2002 yılında Nahide Opuz isimli bir kadın Diyarbakır’da kocası tarafından şiddete maruz kaldığı için savcılığa başvurdu ancak savcılık delil olmadığı gerekçesiyle dava açmadı.

Nahide Opuz ve annesi şiddete dayanamayarak İzmir’e kaçmaya karar verdiler, yolda karşılarına çıkan Nahide’nin kocası, Nahide’nin annesini öldürdü. Bunun üzerine bir dava açılmak zorunda kalındı.

2002-2008 arasında dava devam eti ve 2008’de Nahide Opuz’un annesini öldüren katil 25 yıl ceza aldı, ancak tahliye edildi. O sırada Meral Danış Beştaş arkadaşımız Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurdu ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bir kadını aile içi şiddetten korumadığı için Türkiye Cumhuriyeti devletini mahkûm etti ve bu dava aslında İstanbul Sözleşmesinin temelini oluşturdu.

Çünkü Avrupa Konseyi bu davayı örnek olarak Avrupa Konseyi’ne üye olan devletlere aile içi şiddeti önlemeye yarayacak bir sözleşme hazırlama çağrısında bulundu. Türkiye Cumhuriyeti devleti, kadına yönelik şiddete karşı oldukları için değil, sadece “biz yapmıyoruz, biz kadınları koruyoruz” diyebilmek için bu sözleşmenin ilk imzacısı oldu.

Genel ahlak

Bu Sözleşme kadın cinayetlerinin önlenmesi açısından son derece önemli bir sözleşmeydi. Bana göre, neden kendilerinin Sözleşme’den çıkma gerekçesi olarak söyledikleri gibi LGBTİ+ hareketi değil sadece.

Bu Sözleşme ilk defa imzacı devletlere sözde namus anlayışını tartışma, sözde namus anlayışını ortadan kaldırma görevini yüklüyordu. Bu açıdan son derece önemliydi ama tek bir erkeğin imzasıyla Türkiye bu Sözleşme’yi feshetti.

Çünkü bu sözleşme onların kutsal aile kavramını tartışmaya açıyordu. Kutsal aileyi ortadan kaldıracaktı bundan korktular. Çünkü topluma dayattıkları hepimize dayattıkları resmî ideoloji bu kutsal ailede örgütleniyor. İşte o sözde namus anlayışını tartıştırmak istemediler. LGBTİ+ hareketine karşı, hepimiz oradaydık, şiddet uygulandı, gerekçe yine genel ahlak.

Bugün kadın cinayetlerinin de temelinde sözde namus anlayışı o yarattıkları bize dayattıkları genel ahlak anlayışı vardır. LGBTİ+ hareketine yönelik çok fazla şiddet, çok fazla cinayet yaşanıyor bu coğrafyada.

Buse

Bunlara örnek olarak da bir dava vermek istiyorum. İsmini çok söylemek istemiyorum çünkü ailesi rahatsız oldukları için bu da aslında bir ölüye saygısızlık çünkü o kadar ötekileştiriyorsunuz ki LGBTİ+ hareketini ailesi bile sahip çıkmıyor. Sahip çıkmaya korkuyor benim hakkımda ne düşünürler diye konuşuyor buda ölüye saygısızlık sonucu.

Buse diye söz edeceğim. Buse İzmir’de yaşıyordu, gönül ilişkisi olan bir polis vardıi O gece bu polis evlerine geldi. Buse’yi ve diğer iki trans kadını öldürmek istedi. İkisi kaçtı, Buse kaçamadı. Buse’yi defalarca ateş ederek öldürdü ve serbest bırakıldı adli kontrol şartıyla.

İyi ki Buse kendi önlemini almıştı evine birkaç gün önce kamera taktırmıştı. Kamera görüntüleri çözülünce biz bunu duruşmada izledik. Hayatımda yaşadığım en zor duruşmaydı diyebilirim çünkü bu katil polis öldürüyor, öldürdükten sonrada cinsel saldırıda bulunuyor. Biz bunların hepsini gözlerimizle gördük.

Bu tür davalarda kadına yönelik şiddet davalarında, LGBTİ+ özellikle trans kadın cinayetlerinde kamuoyu oluşturmak son derece önemli, çünkü biraz daha dikkatli davranmak zorunda kalıyorlar. Örneğin bu olay kamuoyuna yansımamış olsaydı eminim bu katil yine tutuklanmadan bu dava devam edecekti.

Maritsa Küçük

Irkçı bir cinayet örneği de vermek istiyorum. Yine ölüye saygısızlığın, öldürülenin ailesine saygısızlığın bir örneği Samatya cinayeti. 2012 yılıydı. İnsan Hakları Derneği de herkes gibi öğrendi Samatya’da 80 yaşında bir kadın Maritsa Küçük katledildi.

Ancak bu tek değildi, o dönem Samatya’da beş Ermeni yaşlı kadın daha saldırıya maruz kalmışlardı. Ancak aileler tehdit edilerek bütün olayların üstü kapatıldı. Maritsa Küçük Davasında da birçok delil bulunmasına rağmen sokakta yaşayan bir Ermeni’yi buldular getirdiler onu katil olarak ortaya koydular.

Bütün bağlantılar yok sayıldı, deliller toplanmadı ve sadece bu sokaklarda yaşayan Ermeni insanı katil olarak cezalandırdılar ve dava sonuçlandı.

Türkiye’de nefret suçu diye bir suç maalesef yok. Yıllardır biz bunu talep ediyoruz, yapılmıyor. Türk Ceza Kanunu’nda sadece 122. madde var ayrımcılıkla ilgili. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 14. maddesi de var ama Türkiye Cumhuriyeti devleti hiçbir şekilde kendi iç hukukunu da uygulamıyor, altına imza attığı Uluslararası sözleşmelerin de hepsini ihlal ediyor.

Aslında Türkiye’nin kendi iç hukukundan soykırım suçu düzenlenmiş, işkence suçu düzenlenmiş, ayrımcılık var. Altına imza attığı sözleşmeler var, bu sözleşmeleri anayasasıyla kendi iç hukukunun da üzerinde kabul etmiş, ama hiç bir şekilde bunlara uymuyor.

Avrupa Birliği

Bu noktada maalesef ki Avrupa Birliği Türkiye Cumhuriyet’inin işlediği bütün suçların ortağı konumundadır. Çünkü ortak imzacı olmalarına rağmen hiçbir şekilde bu sözleşmelerin denetim mekanizmalarını Türkiye’ye karşı uygulamıyorlar. O nedenle biz gerçekten çok yalnızız.

Ben 30 yıldır İnsan Hakları hareketi içindeyim. Kendimi hiç bu kadar yalnız hissettiğim, çaresiz ve dayanaksız hissettiğim bir dönem olmadı. 90larda da çok suç işlediler ama “biz yapmadık derlerdi” en azından reddederlerdi.

Şimdi açıkça “biz yaptık” diyorlar bu coğrafyanın içişleri bakanı özgürce altına imza attığı bütün sözleşmeleri çöpe atarak şöyle bir açıklama yapıyor: Yakalarsanız lime lime edin talimatını verdim, İşkence yapın talimatını verdim.

Bir dolu Instagram sayfaları var. Instagram sayfalarında işkence görüntüleri yayınlanıyor. Bu arada muhalefetin çifte standartlarından da söz etmek istiyorum. Örneğin kadın cinayetleri diyoruz bütün coğrafyanın kadınları ayağa kalkıyor bu cinayetlerde ama bazı kadın cinayetleri var ki sessiz kalınıyor.

Ekin Van

Örneğin Ekin Van cinayeti. Ekin Van bütün uluslararası sözleşmeler ihlal edilerek katledildi. Çırılçıplak vücudu teşhir edildi. Maalesef ki çok az ses çıktı. Bu muhalefetin çifte standartlını da mutlaka tartışmamız gerektiğini düşünüyorum.

Bugün hala bu coğrafyanın yüzde 15 kadar olan gerçek muhalifleri bu coğrafyada yaşayan, yaşanan kontrgerilla mücadelelerine karşı çıkıyorlar, gözaltında kaybetmelere, ötekileştirmeye, Homofobi’ye, Transfobi’ye karşı çıkıyorlar ama çok yalnızlar bunu görmemiz gerekiyor.

Soru-cevaptan

Uluslararası hukuk

Uluslararası sözleşmelerde tabi ki onur kavramı var ama bunun içi yeterince doldurulmuş mu? Hayır! Bu aynı zamanda bir siyasi mücadele alanı. Örneğin İstanbul’da Onur Haftası etkinliği vardı. Yani onur insanın onuru, sadece bize normal olarak iktidarların dayattıklarıyla sınırlı kalıyor maalesef ki.

İşte o normal kavramını bize dayatılan normali bizim tartıştırmamız gerekiyor. Bu çok önemli bir alan belki ileride bunu da tartışma konusu yapabiliriz. Hasta mahpuslar konusu gerçekten çok önemli aslında. Bu işkence gibi bir sistematik mesele, çünkü hasta mahpuslarla ilgili cezaevinde kalabilir raporunu maalesef Hipokrat yemini etmiş adli tıp hekimleri veriyorlar.

Ölüm durumunda olan hastaları bildikleri halde Adli Tıp Kurumu bir siyasi, bir resmi bilirkişilik kurumu olduğu için, siyasi iradeye tümden bağımlı olduğu için ölecek duruma gelmiş hastalara dahi cezaevinde kalabilir raporu veriyorlar.

Siyasi mahpuslara yapılan tüm haksızlıklar aslında tümüyle genel olarak siyasi bir mesele. Mesela şu anda Mehmet Emin Özkan 80 küsur yaşında ve kalp hastası, yüksek tansiyon hastası birçok hastalığı var yürüyemiyor bile.

O kadar vicdansız bir hukuk sistemi ve bir hukuk uygulaması var ki maalesef anlamak mümkün değil gerçekten anlamak mümkün değil. Maalesef ki Uluslararası hukukunda çok büyük sorunları var, yani uuslararası hukuk dediğimizde hakikaten bütün insan haklarını halletmiş bir uluslararası hukuktan söz etmiyoruz.

Çok kısa bir örnek vermek istiyorum. Mesela Birinci ve İkinci Dünya savaşlarında binlerce kadın cinsel şiddete, cinsel işkenceye maruz kaldığı halde bu bir savaş suçu olarak görülmedi Nürnberg Mahkemesi’nde.

Ancak kadınların mücadeleleri sonucunda bu savaş suçu insanlığa karşı suç olarak girdi Bosna ve Ruanda çatışmalarından sonra. O nedenle uluslararası hukukta mücadeleyle genişleyecek, hakları genişletecek bir alan.

Kaynak: Bianet