Kör Pencereleri Açacak Rüzgar

[ A+ ] /[ A- ]

Başar BAŞARAN
BirGün Gazetesi

Çözülmemiş bir davanın bir süre sonra zaman aşımına uğrayabileceği düşüncesi herkes için bir tek zaman olduğu ve bunun da kanunla belirlenebileceği fikrinden ortaya çıkar. Oysa biliyoruz ki insan için tek başına bir hücrede, sevgilisinin koynunda ya da narkoz altında geçirdiği aynı süreler birbirinden farklı zaman algısına yol açar. O halde saate bakıp herkesin içinden geçtiği bir tek zaman olduğunu varsaymak manasızdır. Zira kendi koşulları içinde her hayat kendi zamanını yaşamaktadır.

O halde bugün Sivas Davasını zaman aşımına sokmak isteyen irade acaba hangimizin zamanını esas almaktadır? Bu acının miadı doldu, artık hesap kapandı diyebilenlerin herkes için ortak bir süre belirleyebildiklerini zannetmelerindeki tuhaflıktan söz ediyorum. Madımak’ta yaşananları sizin açınızdan aşmış olan zaman, babasını dumanlar altında bir merdivende ölümü beklerken gören bir kız için belki orada durmuştur. O halde adaletsizliğinizle yavaşlattığınız bir zamanın içine terk ettiğiniz bu insanlara şimdi nasıl süreniz doldu diyebilirsiniz?

Travma anında zaman zihnin yanından geçip, gider. İnsan orada kalmıştır. Artık onun için gelen her yeni an, önüne çıkan bu değişmez anının içinden geçerek yoluna devam edecektir. Demek ki gelecek hep geçmişe sürtünerek akacak, bir daha asla sadece gelecek olamayacaktır. Anların içindeki silinmez izler böyle oluşur. Travmanın yol arkadaşlığı bir ömrü çekilmez kılar. O yüzden insanın yaşamak güdüsü zamanın bu tortusunu sürgit çözmeye uğraşır. Toplumsal ya da bireysel travmaların kirleri akmadan ülkeler ya da insanlar temiz bir geleceğe varamazlar. Bu yüzden bu ülkede hala her meydana çıktığımızda aklımıza bomba, her yürüyüşte kulağımıza kurşun sesi gelir. Şimdiki zamanı temizleyemeyen zihinlerin en mutlu günleri bile loş olur. Acılardan örülü bir ülkede büyümeye çalıştığımız için bunu hepimiz iyi biliriz. Konuşamamanın kıyısında durduğumuz için, hiçbir tartışmadan el sıkışıp anlaşarak ayrılamadığımız için, kimselere hakkımızı helal edemediğimiz için giderek kireçleniriz. Oysa Leibniz ruhları birbirlerini görmeyen, penceresi olmayan evlere benzettiğinde Horkheimer ‘bu pencereleri açabilen tek bir rüzgâr biliyorum, o da ortak keder’ diyordu. Peki, biz bunca acının içinde niçin ortak bir keder duygusuna varamıyoruz?

Bir kelimenin yettiği kadar

Çünkü bu lisanda ‘acı’ kelimesinin bir yeterlilik sorunu var. Ölümü de, kırmızıbiberi de onunla anlatıyoruz. Dedemizi de kaybetsek acı oluyor, çocuğumuzu da. Bu durum içimizdeki duyguların daha dile gelirken eksilmesine yol açıyor. Eğer varlığın evi diliyse, Türkçede ‘acı’, kullanışsız ve dar bir oda gibi, içine hiçbir şey sığmıyor. Çünkü hissettiğimiz her acıda başka perdeler, içine değişik duyguların da karıştığı yepyeni haller var. Çok ya da az diyerek ifade etmenin beyhudeliğinde bu eşikler yok oluyor. Giden aslında ne yaşadığımız olduğunda olan bitenin yerini makul alıyor. Böylece bir savunma refleksi ile üstesinden gelinmeyecek dertleri standarda bağlıyoruz. Oysa ifade edilemeyenler hep içimizde kalıyor. Tıkanışımız bundan. Anlatan anlayanın anlayışına teslim oluyor. Bu yüzden diller lal olmuş, kimsenin payına kendi yaşadığından fazlası geçmiyor. Kabaca bir tarifin riyakârlığında hep birlikte gerçekleri örtüyoruz. Birbirimizi anlamayarak ödeşiyoruz. Tıpkı yen içinde kalmış bir kol gibiyiz, konuşurken bile susuyoruz. Belki de unutmak konforlu olduğundan hayata bir kelimenin yettiği kadar değmek işimize geliyor. Yoksa bugün ırgalanmadan yaşadığımız acıların hangisiyle halleşebilirdik? Tarihin içinden böyle kaygısız gelip geçmek keyfine nasıl erişebilirdik? O bakımdan yazı geleneği olmayan bu toplumun sözlerine vurduğu ketleri hafife almamak gerek. Kendi kendini hissizleştirmiş insanlardan söz ediyoruz. Bu ülkede düşürdüğümüz gerçeklerin hesabını sormaya çalışanların saçını başını yolması bundan. O yüzden bugün el elin derdini sakız çiğneyerek konuşuyor. Bayi toplantılarında katliamlar için devlet adına özür dilemelerin hafifliğine işte böyle varılıyor. Ayağına basmış gibi pardon denilen yerde, on binlerce insanın ölümü mevzu bahis olsa da söyleyen de işiten de bundan rahatsız olmuyor. Önce Dersim için özür diliyor, şimdi Sivas Davası zaman aşımına uğramasın diye meclise gelen faili meçhul cinayetlerde yakınlarını kaybeden ailelere randevu vermiyor, sonra biraz da dans yarışması izleyelim deyip, kanalı değiştirtiyoruz.

Acıya hakaret katmak

İçimize düşen her acıda adaletsizliğin ve anlayışsızlığın izi var. Mağduriyetleri acıların mütemmimi zannediyoruz. Hiçbir mahkemenin kapısından yüreğimiz soğuyarak ayrılamıyoruz. Karşımızdakilerin hoyratlıkları hep dertlerimizin önüne geçiyor. Canı yananın tek sıkıntısı canının yanması olamıyor. Kendini savunması, icabında katilinden merhamet istemesi gerekiyor. İnsanların yas tutacak kadar bile dinginleşmesine izin vermeyen bir ülkeden söz ediyorum. Bu hallerde -İngilizceden ödünç alırsak- acıya hakaret katan bir yan var. Bu sadece muktedirin değil bir mağdurun da bir başkasının mağduriyetindeki tavrı olabiliyor. Bir eksik lisan içinde adeta dertlerimizi yarıştırıyoruz. Herkes birbirinin rakibine dönüşüyor. Hakikatin ve adaletin esamisi okunmuyor.

Oysa insanın en derin yalnızlık duygusu adalet onu terk ettiği anda ortaya çıkar. Adayı ıssız yapan orada kimsenin olmaması değil geminin gelip gelmeyeceğinin belirsizliğidir. O yüzden bu ülkede kendi acılarımızla ıssızlığın ortasında yaşıyoruz. ‘Ateş düştüğü yeri yakar’ diye bir deyimi kabullenişimizdeki çaresizlik burada yaşamanın bedeli oluyor. Paylaşamamayı peşinen kabullendiğimizde devasız dertler anlaşılmaya olan inançsızlıkla katmerleniyor. O yüzden dile getirilen her acıda yaşanan seyirci oyuncu ilişkisi asıl dertleri de kapsayan daha büyük bir trajedi olarak ortaya çıkıyor. Böylece tarihle sahiden yüzleşmek imkânsızlaşırken bu da her kabiliyetsizliğimiz gibi dilimize vuruyor, her gün bir sözde yüzleşme yaşar oluyoruz. Zamanla geçer sandığımız davaların acıları değil, bir arada yaşayabilmek ümidimiz oluyor.

Kör pencerelerimizi açacak olan rüzgârı, ortak keder duygusunu bekliyoruz. Hakların teslim edildiği o yere varmayan zamanın aslında hiç ilerlemediğini biliyoruz. O yüzden hiçbir davamızı saatlerin inayetine bırakmış değiliz. Derdimizi anlatmaktan vazgeçmiyoruz. Şimdi yok olan bütün kavimlerin de kanunları, politikacıları ve mahkemeleri vardı. Adaletin olmadığı yerde hiçbirinin hükmü olmadığını tarihe bakınca görüyoruz. O halde toplumsal bir mutabakatı zamanın çok ötesinde bir yere sipariş ediyoruz. Bu talep Meclis’in kapısında, içinde değil, üstünde bekliyor ve onun geleceğini tayin ediyor. O yüzden Sivas için randevu dahi vermeyen vekillerin kendilerini şu ciddiye alışlarına gülmemek elde değil. Zira bir ülkeyi yönetir gibi yapmanın zaman aşımı en çok bir insan ömrü kadardır. Tarihin içinde kelebek misli hükmü olmayanların hal-i pür melalidir.