Metis Kitap
Yazar: Ayşe Gül Altınay, Fethiye Çetin
Torunlar okuması kolay bir kitap değil. Burada okuyacağınız hikâyelerin ne dillenmeleri kolay oldu, ne dinlenmeleri, ne de yazıya dökülmeleri. Tanıştığımız “torun”ların çok azı hikâyesini bu kitap çerçevesinde dillendirmek istedi. Dillendirmek isteyenlerin çoğu bunu yaparken (en azından duygusal olarak) çok zorlandı, biri ise kitap yayın aşamasına geldiği noktada hikâyesini paylaşmaktan vazgeçti. Bize bu kararını açıklarken sesinde derin bir korku ve kaygı vardı. Bunun “anonim” bir paylaşım olacak olması, yani kimsenin onun ismini bilmeyecek olması, çocukluğunu ve gençliğini çatışmaların ortasında geçirmiş, genç yaşta zorunlu göçe tabi tutulmuş, şehirde yeni bir hayat kurmaya çalışan bu “torun”un korku ve kaygılarını dindirmiyordu. Ermeni dedesinin acısı “geçmiş” bir acı değildi onun için, üç nesil sonra bugünü ve geleceği şekillendirmeye devam ediyordu.
Bu kitap, bir 1915 kitabı olmaktan çok, Hrant Dink’in deyimiyle, “1915 metre derinliğinde bir kuyu”dan çıkamamanın kitabı. 1915′ te yaşanan insanlık felaketinin bugün, bu topraklarda yaşayanlarda bıraktığı derin izlerin peşinden giden –ve onları en umulmadık yerlerde bulan– bir kitap.
Neredeyse yüz yıl sonra 1915’te yaşananlar “torunlar” için ne ifade ediyor? En az onun kadar önemlisi, “torunlar”, anne-babaları, nene-dedeleri, komşuları, arkadaşları, o günden bugüne neler yaşadı? Neden yüz yıl sonra bugün nenelerin, dedelerin (veya annelerin, babaların, kendimizin) Ermeni olduğunu paylaşmak bu kadar zor, bu kadar sancılı? Bu acının ve suskunluğun üzerine gitmek başka acıları ve suskunlukları görmemize, konuşmamıza, aşmamıza yardımcı olabilir mi? Veya başka acıların ve suskunlukların daha oluşmadan önlenmesine katkı sağlayabilir mi?
Burada hikâyesini okuyacağınız kişiler bizi kendimizle, ailemizle, komşularımızla, arkadaşlarımızla tanışmaya, birbirimizin hikâyelerine kulak kabartmaya davet ediyorlar.
Hikâyelerin hepsi önce yüz yüze görüşmelerde, sözlü ifade buldu. Bu buluşmalar bazen bir saat, bazen saatlerce sürdü. Nene ve dedelerin Ermeni olduğunun ne zaman keşfedildiğini, kimlerle nasıl paylaşıldığını veya paylaşılamadığını, bu keşfin hayatın farklı noktalarında neler ifade ettiğini, 1915’e ve bu topraklardaki Ermeni varlığına dair neler bildiğimizi, son yıllardaki tartışmalar hakkında neler düşündüğümüzü, kırılma noktalarımızı, buluşma noktalarımızı, umut alanlarımızı, umutsuzluk anlarımızı, bugün ve gelecek tahayyüllerimizi konuştuk. Hikâyelerini paylaşan torunların bir kısmı bizi kendisi buldu, bir kısmına biz ulaştık. Çoğunu önceden tanımıyorduk. Tanıdıklarımızı da ne kadar az tanıdığımızı konuştukça fark ettik.
Bunları konuşurken bizler az soru sormaya, çok dinlemeye özen gösterdik. Konuştuğumuz kişiler ne paylaşmak istiyorsa onu dinlemek istedik. Daha sonra bu dinlediklerimizi herkesin kendi ifade tarzını ve konuşma dilinin sıcaklığını korumaya çalışarak yazıya döktük. Yazıya dökülenler hikâye sahipleri tarafından okundu, gerekli düzeltmeler yapıldı, rumuzlar seçildi ve kitaptaki son hallerini aldılar. Aynı anneannenin iki torunda bıraktığı farklı izleri görebilmek için iki kız kardeşle ayrı ayrı görüşme yaptık. Ayça ve Güllü rumuzlu bu görüşmelerin ikisine birden yer vermek istiyorduk, ancak Güllü ile yaptığımız ses kaydı bozuk çıktığı için bunu gerçekleştiremedik. Bir ara çözüm olarak Güllü’nün hikâyesinin elimizde olan bölümüne Ayça’nın hikâyesinin devamında yer verdik.
Hemen hemen her hikâyenin, köy-kasaba ismi açık olmasa da hangi ilde geçtiğini belirtmeye çalıştık. Konuştuğumuz kişinin kimliğini açık edebileceğini düşündüğümüz bazı durumlarda ise kullanmamayı seçtik. Görüştüğümüz iki kişi, hikâyelerini zaten daha önce açık bir şekilde paylaşmış oldukları için burada gerçek isimleriyle yer aldılar.
Bu çalışmayı yürütürken öğrendiklerimiz bizi yer yer çok şaşırttı. Görüşeceğimiz “torunlar”ın tek başına Müslüman ailelere girmiş Ermenilerin torunları olacağını beklerken, çok çeşitli “hayatta kalma” biçimleriyle karşılaştık. Torunların farklı isimlerle kafile, kafle, sevkıyat, tehcir, götürme, göç, sürgün, katliam, soykırım, veya “o günler” diye adlandırdıkları süreçte, teker teker hayatta kalıp birbirini bulanlar veya birbiriyle buluşturulanlar; aileleriyle veya diğer köylüleriyle Müslümanlaş(tırıl)an ve hâlâ Müslüman hayatlar sürdürenler; bir süre sonra Ermeni veya Süryani olarak Türkiye’de veya Türkiye dışında yaşamaya devam edenler; kendileri Müslüman kalıp Ermeni ve Süryani olarak yaşamaya devam eden aile bireyleriyle ilişkilerini sürdürenler veya bu tür süreçlerde ilişkilerini kaybedenler; daha sonra Ermeni anne-babaları veya diğer akrabalarıyla ilişki kuran ama onların yanına gitmektense “yeni” aileleriyle kalmayı seçenler; ve tabii böyle bir seçim şansına sahip olamayıp hayat boyu ailelerine kavuşma umudunu taşıyanlar…
Hepsi kitapta yer almasa da, Adana, Adıyaman, Amasya, Ardahan, Artvin, Bingöl, Diyarbakır, Elazığ, Erzincan, Erzurum, Eskişehir, Gaziantep, İstanbul, İzmir, Kayseri, Konya, Malatya, Mardin, Muş, Ordu, Siirt, Sivas, Tokat, Trabzon, Tunceli, Urfa ve Van’dan çok sayıda torunla tanıştık. Konuştuğumuz her torun bize kendisini anlatmakla kalmadı, neneleri-dedeleri, anneleri-babaları Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeni olan çok sayıda arkadaş, komşu ve tanıdıktan; tamamı Müslümanlaş(tırıl)mış Ermenilerden oluşan köylerden, mahallelerden bahsetti. “Dışarıdan” evlilik yapılmayan bu ailelerin/ köylerin/mahallelerin bir kısmının radikal İslamcı veya koyu milliyetçi olduklarını öğrendik. Ailelerindeki veya çevrelerindeki bu din ve millet vurgusunu Ermeniliği gizleme kaygısına veya korkuya bağlayanlar olduğu gibi, yakın dönemde yaşanan siyasi yapılanmalarla açıklayanlar da oldu.
Konuştuğumuz torunların önemli bir kısmı bize yaşadıkları korkulardan, hüzünden, aile hayatlarındaki suskunlukların, paylaşılamayanların, gizemin onlarda ve ilişkilerinde bıraktığı derin izlerden bahsetti. Pek çoğu kendilerine, ailelerine dair bir gerçeğin uzun yıllar gizli kalmasından dolayı çok acı çekmişti, hatta öfkeliydi. Ama hepsinin bu yaşananlara tepkisi aynı değildi. Kimisi ailesine dair bu gerçeği öğrendikten sonra nasıl kimliğini ve inancını sorgulamaya başladığını paylaştı bizimle, kimisi kendisini “özgürleşmiş” hissettiğini anlattı. Kendini “Ermeni” olarak hissetmeye başlayanlar da vardı aralarında, çokkimlikliliğin güzelliğini vurgulayanlar da, hiçbir kimlik tanımlamasını istemeyenler de. Nereden geldikleri ve neler yaşadıkları kadar torunların kendilerini tanımlamalarında da büyük bir çeşitlilik gözlemledik.
Pek çok hikâyede başka acılar da dillendi. Çok âşık olduğu kocası 1915’te gözünün önünde öldürülen Aznif’in savaş sonrasında Rusya’dan çok acılar çekerek gelen, tezeklerin arasından buğday ayıklayarak hayatta kalan Müslüman bir adamla evlenmesi… Ermeni bir kadınla zorla evlenen, sonra da onu iki oğluyla birlikte kapıya koyan bir dedenin 1940’larda devlet tarafından Kürt kimliği nedeniyle tehdit olarak algılanması, sürgüne gönderilmesi ve sürgünde ölmesi… Ermeni ailesi Hamidiye Alayları’nın şiddetine maruz kalan Kişo’nun, daha sonra Ermenilerin saldırılarından korkup Muş’tan Silvan’a göç etmesi… Aslı’nın Erzurum’daki Ermeni dedesinin hikâyesinin izini sürerken Sivaslı Kırmanç olarak bildiği anne tarafının Erzincan’dan göç etmiş ve Kırmançlaşmış Zazalar olduğunu keşfetmesi… Kürt-Zaza ailelerden gelen torunların özellikle 1980’den beri yaşadıkları gözaltı, işkence ve zorunlu göç deneyimleri… Ali’nin gençken yaşadığı işkencenin paylaşılamazlığı ile anneannesinin yaşadıklarının paylaşılamazlığı arasında kurduğu bağlantı… Aslı’nın 1915 ile kocası cezaevindeyken, ilk elden yaşadığı “Hayata Dönüş Operasyonu” arasında gördüğü devamlılık… Pek çok torunun nenelerinin zor yaşamlarını anlatırken eleştirdikleri ataerkil yapılar; tüm kadınların hayatlarına, yaşadıkları şiddete yapılan göndermeler… Başka kadınlara “kuma” olarak getirilen Ermeni nenelerin yaşadıkları ve yaşattıkları acılar – ender olarak da kumalarıyla kurdukları dostluklar…
Bu kitaba katkıda bulunan torunların pek çoğunun vurguladığı gibi bu acılar arasında bir “hiyerarşi” gözetmek, acıları yarıştırmak ve “en büyük acı bu acı” demek hem imkânsız, hem anlamsız, hem de çok sorunlu. Aksine, bu kitaptaki torunların hikâyeleri bizi tüm acıları aynı derecede önemsemeye, farklı acılar arasındaki ilişkileri görmeye ve hepsini ortadan kaldırmak için mücadele etmeye davet ediyorlar.
Biz bu çalışmaya devam ederken, bu davetin Türkiye’deki en güçlü seslerinden biri, sevgili Hrant Dink bizden zalimce koparıldı.
Hrant yaşamıyla da ölümüyle de hepimizde derin izler bıraktı. Ara Arabyan Hrant’ın ardından yazdığı yazıda onun ölümünü Martin Luther King’in ölümüne benzetiyordu. Hrant da Martin Luther King gibi herkesin özgür ve adil bir biçimde yaşayacağı bir dünya, bir Türkiye hayal ediyordu. Türklerin, Kürtlerin, Müslümanların, Yahudilerin, Hıristiyanların, Romanların, Alevilerin, Sünnilerin, kadınların, erkeklerin, gey ve lezbiyenlerin, yoksul ve yoksun bırakılmış olan herkesin… Hrant’ın hayali karşılıklı sevginin Anadolulu kardeşlerinin, dostlarının ilişkilerinde istisna değil kural olmasıydı. Bunun yolunun da “vicdan”dan geçtiğini söylüyordu sık sık: “Sağduyunun, vicdanın sesi suskunluğa mahkûm edildi. Şimdi o vicdan çıkış yolu arıyor,” diyordu.
Çok özlediğimiz Hrant’ın ve kendisi de uzun yıllar Kürtçe konuşarak, dağlarda göçebe yaşamış Rakel’in sonsuz bir sevgiyle açtıkları vicdan kapılarının kapanmaması, hep birlikte yeni kapılar açmaya devam etmemiz ümidiyle…