Kadına karşı şiddete karşı

[ A+ ] /[ A- ]

IMG-20150310-WA0002

Sibel DAĞ
Sosyalist Feminist Kolektif

I.

‘Kadına yönelik şiddet’ toplumsal yaşamda artık epey bilinen ve rahatlıkla kullanılan bir tanımlama. Her ne kadar tamlamanın içinde şiddetin failiyle ilgili bir giz varsa da bu kullanım kadın merkezli bakış açısının yerleşmesi açısından oldukça önemli. Başta kadın hareketi olmak üzere konuyla ilgili farkındalık yaratmayı hedefleyen tüm öznelerin tam da bu faili analiz etmekle ilgilendiğini biliyoruz. Eril olanla yani. İfadede adı geçmediği için hafif torpil görse de bu basbayağı erkek şiddeti.

Erkek şiddeti deyince de en başta kocalar, babalar, abiler akla geliyor çünkü aile içi şiddet, kadına yönelik şiddet türlerinden en yaygın olanı ve özel alana ait bir sorun olarak görüldüğü için de ihmal edilmiş bir alan. Kadın hareketinin temel kazanımlarından biri de ‘aile içinde kadına yönelik şiddet’in kamu sağlığını, insan haklarını ve ceza hukukunu ilgilendiren, bu nedenle de kamusal alanda tanımlanması ve ele alınması gereken bir sorun olduğu görüşünü yaygınlaştırmış olmasıdır. 1

Aile içi şiddet, kadına yönelik şiddet türlerinden biridir ve “temelini cinsiyetlerin toplumsal hayattaki eksik ve kusurlu yapılanışından alır” 2. Bu kusurlu yapılanış namus cinayetlerinden lgbti’lerin maruz kaldığı ayrımcılığın, nefretin ve cinayetlerin, erkek mağduriyetinin de kaynağı aynı zamanda. “Kadınların ve erkeklerin toplumsal olarak tanımlanmış kadınlık ve erkeklik rollerinden kaynaklı yaşadıkları tüm şiddet türleri ve bunların yaşandığı tüm mekanlar (ev, sokak, işyeri, okul, karakol, kışla) ‘toplumsal cinsiyete dayalı şiddet’ kapsamına giriyor”. 3

Kadına yönelik şiddet aile içini aşan bir şekilde yaşam döngüsü içinde ele alındığında neredeyse doğum öncesi dönemde başlayıp ölene kadar devam eden bir süreç olarak değerlendiriliyor. 4 Cinsiyet seçiminin kız çocuklar aleyhine belirlenmesi, kız bebeklerin öldürülmesi, zorla evlilik, kadın ticareti, intihara zorlanma, kadın cinsel organına zarar verme vb geleneksel uygulamaları da kapsayan kadına yönelik şiddetin diğer türleri arasında silahlı çatışma durumlarında kadınların insan haklarının ihlal edilmesi de var. 5 2002 yılında kurularak faaliyetlerine başlayan Uluslararası Ceza Mahkemesi sistematik tecavüz-ırza geçme, cinsel kölelik, fuhuşa zorlama, gebeliğe zorlama, kısırlaştırmaya zorlama gibi eylemlerin belli kriterlere göre insanlığa karşı suç, savaş suçu ve soykırım suçu kapsamına alınmasını mümkün kılmıştır. 6

Her ayrıntıda kadınların biyolojik varlığının toplumsal normlarla anlamlandırıldığını bir kez daha görüyoruz. Kadın bedeni toplumu terbiye etmenin alanı olabiliyor, hem fiziksel hem simgesel anlamda. Tüm bu nedenlerle kadına yönelik şiddet tarihsel, toplumsal, siyasal, hukuksal açılardan çok geniş bir alanın konusu. Kadın yönelik şiddet 1993 tarihli Birleşmiş Milletler Kadınlara Yönelik Şiddetin Önlenmesi Bildirgesi’nin birinci maddesinde, “ister kamusal isterse özel yaşamda meydana gelsin, kadınlara fiziksel, cinsel veya psikolojik acı veya ıstırap veren veya verebilecek olan cinsiyete dayanan bir eylem veya bu tür eylemlerle tehdit etme, zorlama veya keyfi olarak özgürlükten yoksun bırakma” şeklinde tanımlanıyor. 7 Şiddet pratikleri de yaygın olarak fiziksel-psikolojik-ekonomik-cinsel şiddet şeklinde sınıflandırılıyor.

Kişinin zarar görmesiyle veya acı çekmesiyle sonuçlanan (veya sonuçlanması muhtemel) her tür tutum, davranış ve eylem ‘şiddet’ kapsamına girse de bu sözcükle daha çok fiziksel şiddet akla geliyor ve nerdeyse aile içi şiddetle özdeş bir kullanımla gündelik dile yerleşmiş durumda. Şiddet sözcüğünün ne zaman dolaşıma girdiği ayrı bir çalışma konusu ama bilinen o ki kadınların ilk eylemlerinde ‘dayak’ sözcüğü var ve o eylemler mücadele tarihinde çok önemli bir yere sahip. [Feminist hareket açısından artarda yapılan kampanyalar, protesto eylemleri ve tartışmaları hızlandırmasından dolayı yeni bir dönem başlangıcı sayılan “Dayağa Karşı Dayanışma Yürüyüşü” (Mayıs 1987) kadınların özel alanda yaşadıkları şiddeti kamusal alana taşıyıp sorunsallaştırdıkları ilk yürüyüştü. Ayşe Gül ALTINAY, Yeşim ARAT, Türkiye’de Kadına Yönelik Şiddet, İstanbul 2007, s.18]

Gerçekten fiziksel şiddet tamlaması biraz estetik durmuyor da değil. Örneğin görüşme yaptığınız kadının “babam bana fiziksel şiddet gösterdi” demesi ile “babam üzerime kaynar su döktü, kaburgamı kırdı” demesi arasında büyük bir fark hissediyorsunuz. Çok ‘şiddetli’ bir fark… Aslında toplumun da böyle hissetmesini istiyorsunuz. Bu sözcüğü kullanan herkesin… Şiddet üzerine aldıkları önlemleri sıralayan bir devlet büyüğünü dinlerken mesela, ya da TV’de kadın programında bir uzman soğukkanlı açıklamalar yaparken. Dayağa, işkenceye giden yolun nasıl itina ile döşendiğini görmeyen her yorumun nasıl da “kadınlar çiçektir” yapaylığına hapsolacağını görüyorsunuz. Herkes şiddete karşı ama neyin şiddet olduğu neyin olmadığı noktasında tereddüt başlıyor. Cinsiyetçi-ayrımcı davranışlar ve kodlarla ilgili muğlaklık diz boyu. Bu nedenle bir devlet büyüğü tarafından meydanlarda bir kadın için laf arasında sarf ediliveren “kadın mı kız mı belli değil” cümlesinin ciddiyeti anlaşılmayabiliyor.

Kaba şiddet ve cinayetin bol olduğu yerde diğer ayrımcılık ve şiddet türleri görünmez kalıyor haliyle. Üstelik kocaların, babaların, eski eşlerin, sevgililerin yaptıkları toplumun bütününden bağımsız ele alındığında sterillik de sağlanmış oluyor. Yani bu manyak kocalar dışında her şey yolundaymış gibi ideal bir toplumda yaşadığımız yanılgısı var. Şiddet birtakım haddini bilmezlerin işi olduğu müddetçe sorun yok sanki. Oysa tersinden, “aslında şiddetsizlik mümkün mü” diye sormak gerekmez mi? Muhtemelen döven adam sadece karısını dövmüyor; maçlarda da, kendinden olmayana karşı gösterdiği tavırda da aynı kişi olarak varlığını sürdürüyordur. Amiyane tabirle şiddet iliklerimizde, önce bunu kabullenmek gerek. Yoksa sığınma evinde kalan bir kadının diğerinin saçını yolmak suretiyle kafa derisinde oluşturduğu küçük kelliğin içimizde yarattığı büyük boşluğu kavramamız güç olurdu.

İliklerimize işlemiş bu musibetin en çok da kadınları bulmasının bir anlamı olmalı elbette. Biz bunları tartışa dururken ölümü ile medyada gündeme gelmediyse eğer adını duymayacağımız yüzlerce kadının hayatında şiddet son hızıyla yaşanmaya devam ediyor. Kendisi bir çırpıda tüketilen bir sözcük ama hikayeler öyle değil. Gece vücudunda sigara söndürerek tecavüz eden kocasından sabah eve gelen sucunun eline gizlice sıkıştırdığı not sayesinde kurtarılmış kadınla görüşme yaptığınız sırada bunu yapan o kocanın şu an bir yerlerde hayatına devam ettiğini düşünmek, işyerinde veya kahvehanede sohbet ediyor olduğunu bilmek en hafifiyle çok tuhaf!

Kocaların, babaların ruh hastası olduklarını düşünüyorsunuz, belki öyle olmalarını diliyorsunuz, sonra üzülerek pek de ‘toplum dışı’ olmadıklarını kavrıyorsunuz. Çoğu işine gücüne giden, düzenli hayatı olan insanlar. Muhtar var, müzisyen var, öğretmen olanı var, patron olanı… Kendi düzenini tıkır tıkır sürdüren varlıklar yani! Anlaşılan açıktan görünen özelliklerden değil, daha derinde bir yerlerde konuşlanan bir haleti ruhiyeden söz ediyoruz. Güçlü, yenilmez doğaları müsaade etmediği için mahrem alanlarda ortaya çıkmaya alışmış erkeklik hallerinden, bu hallerin bazen şirazeden çıkmasından, ormana götürdüğü karısının burnunu kestikten sonra karşısına geçip sigara içmelerden… [http://www.milliyet.com.tr/cinsel-organi-yakildi-burnu-kesildi-gundem-1899144/ ]

Bu psikolojiyi irdelemeyi ilerleyen satırlara bırakalım ama insanların bu kadar hastalıklı olup bu kadar normal hayatlar sürmeleri gerçekten dehşete düşürmüyor mu insanı? Önce hastalık, sağlık, normal, anormal kavramlarının nasıl birbirinin yerine geçebileceğini idrak ediyorsunuz. Sonra tımarhane denen sınırın dışı normal kabul edildiğinden (veya hastalığın orada sıkışması gereken bir şey olduğunu bildiğimizden) toplumun arızalarının gizlendiğini anladığınızda iş çözülüyor. Yani bu normallik denen halin nasıl patolojik olduğunu kavrıyorsunuz, “karnından sıpayı, sırtından sopayı” normalliği… Burada kritik sözcük tutarlılık aslında… “Kocasının nikahında” tabiriyle kocasının sözünden çıkan kadının kötü muamele görmesi arasındaki tutarlılık.

Sonuçta toplumun kabul ettiği (onayladığı) ile reddettiği arasındaki diyalektik ilişkiden bahsediyoruz. Kızını kötü niyetli insanlara karşı korumak isteyen bir babanın, onun davranışlarına sınırlama getirmesi çok masum görünebilir; ama aynı babanın yan apartmanda ‘dul’ yaşayan veya ‘açık’ giyinen kadın için beslediği niyetler tam da bu masum kaygının tamamlayıcısı olabilir. Çocukların sağlığı adına pornografiyi yasaklayacak kadar korumacı tavır alan bir toplum için çocuk evliliğinin meşru olması gibi. Bu gerçekten pek çok açıdan kurcalanması gereken bir ikiyüzlülük… Namus gibi erkek icadı kavramlarla cinsel alanın erkeğin yararını gözetecek şekilde dizayn edildiği gerçeğini biliyoruz. Erkeğin içgüdüsünü destekleyen en karanlık uzlaşmayı belki de ensest gerçeğinde görüyoruz. Kadına kesinlikle inanılmaması veya kuyruk salladın diye suçlulaştırılmasından feci bir tavır daha var; baba tecavüzüne maruz kalmış bir genç kızın susması yönünde çabalayan aile silsilesi… Evet inandıkları durumda da kadın sussun istiyorlar. O halde soru şu, bu sır açığa çıktığında parçalanacak olan nedir ki mağdurdan değil failden yana tavır alınır?

Kabul edelim ki sexüel patalojilerin gizlenmesini mümkün kılan bir toplumsal var, bu toplumsalı örgütleyen bir siyasal da var. İBB’ye ait bir havuzun 2013 yaz dönemi pr ogramında öğrenciler yaş ve cinsiyete (4-6 yaş dahil) göre gruplara ayrılmış ve 12 yaş kız öğrencilerin ders saatinde erkek ebeveynlerin havuza gelmesini engelleyen bir kural konmuştu. Düşünmeden edemiyor insan, 12 yaş kız çocukların yanında erkek veli içeri almayan kamu yöneticileri hangi klasmandadır, koruyan mı tehlike arz eden mi? Belli ki ve ne yazık ki bu kural havuzun kenarında çocuklarını izleyecek ana babaların hoşuna gitmişti, tribünlerin onayı olmadan bu uygulamayı sürdürmek zor olurdu zaten.

Yüzyılların ürünü olan erkek egemen zihniyetin bugünkü muhafazakar iktidarla yaptığı dans ve bunun kadınlar aleyhine yansımaları başlı başına bir konu. Kadına karşı şiddeti konu eden ve 2012 yılında yürürlüğe giren 6284 sayılı kanun, kadın örgütlerinin tüm karşı koyuşuna rağmen, “ailenin korunması” ibaresiyle başlamıştı. Hükümetin yasal düzeydeki girişimleri, uygulamaları veya açıklamaları pek çok platformda tartışılıyor, eleştiriliyor ve bu durum sonlanacağa da hiç benzemiyor. Değil alt metinler, kullanılan dilin direkt kendisi infial yaratmaya yetecek güçte. Dilimize Mor Çatı sayesinde ‘sığınmaevi’ olarak yerleşmiş bir hizmet için (kanunda ve kamu hizmetlerinde) ‘konukevi’ tabirinin yeğlenmesi de sorunu dayandırdıkları varsayımın açık bir göstergesi sayılabilir.

Gündelik yaşamdan kamu hizmetlerine dek, erkek egemen sistemin verileri itinayla işlenmiş durumda. Bu izleri takip edince görüyoruz ki bazen açık bazen örtük ama mutlaka bir kadın karşıtlığı var. Erkeğin olmadığı yerde erk’in devraldığı bir karşıtlık. Böyle olunca sıradan vatandaşı geçelim, geç vakte kadar dışarıda gezdiğin için baba dayağını hak etmişsin diyen polis, bekareti duruyor diye tacize soruşturma başlatmayan savcı, kocanın tecavüzünü suç saymayan hakim, karı-koca kavgası diye darp raporu vermeyen hekim tuhafımıza gitmiyor. Taktığı poşuyu delil sayıp bir genci (25 ay) içeri atabilecek süratte bir kanun uygulayıcılık varken kadına yönelik suçlarla ilgili hala bir yasa olmaması çok anlaşılır oluyor. Sonuçta kadın cinayeti işleyenler gibi kanun koyucular-uygulayıcılar da bu toplumun içinden geliyor, entelektüel kapasiteleri, analitik düşünme becerileri, değer sistemleri toplumun diğer kesimlerinden farklı değilse farklı bir bakış beklemek abesle iştigal.

Sorun ‘erkek akıl’, kimin taşıdığı önemli değil. Hatta zarar gören de yalnızca kadınlar değil. Erkek egemen sistem aslında erkeklerin de aleyhine bir sistem. Militarist pratiklere maruz kalmak belki ilk akla gelebilecek dezavantaj.[Gazeteci İsmail SAYMAZ’ın şüpheli asker ölümlerinin incelendiği çalışmasında askerlik kurumunun tüyler ürpertici gerçeklerine tanık olmak mümkün. Esas Duruşta Cinayet, İletişim Yay, 2014] Gündelik hayatta kadınların karşılaştığı şiddet biçimlerinin normalleşmesiyle militarist yapının erkeklik rollerini pekiştirmesi arasındaki sıkı ilişki toplumsal cinsiyet çalışmalarında önemli bir vurgu. Ve bunun öznesi olan erkeklerin de pekala ‘müşteki’ konumuna girebildiği açık. Bu anlamda ataerkil normları sorgulayan, toplumsal cinsiyet rollerinin erkekler üzerindeki dayatmaları ve bunun ağır bedellerini tartışan erkeklik çalışmalarının da hız kazandığı görülmekte.8

II.

Kadına şiddet sorunu düşünülürken erkeklerin mercek altına alınmaması, iflah olmazlar düşüncesinden öte bir çeşit doğal felaket kabulü ile yaygın tabirle “onunla yaşamayı öğrenmek” stratejisi sanki. ‘Rehabilitasyon’un temelinde kadını korumak var, tedbir niyetiyle de olsa kadınlar (ve çocukları) sığınma evlerinde kapalı tutulurken adamlar dışarıda hayatı kendi istedikleri şekilde organize etme olanağı buluyor ve de tehditle, şantajla gücüne güç katabiliyor. Aslında gerçek, bir zavallı mahlûkata ödün vererek onu sakinleştirmeye çalışıyor olduğumuz.

Şiddet uygulayan erkeğin özellikleri incelendiğinde sahiden ortaya acınası bir durum çıkmıyor değil. İnsanların genellikle ‘yetersizlik duygusu’ ile baş edemediği için şiddeti bir çıkış yolu olarak gördüğünü; dayak atan kişilerin aslında eksik, zavallı hissettiklerini, karşıdakini güçsüzleştirdikçe kendilerini güçlü hissettiklerini biliyoruz. Şiddetle ilgili bazı psikanalitik görüşleri aile içi şiddet konusuna uyarlayan Işıl Vahip, “evde eşini döven erkeklerin çoğu, sanılanın aksine dışarıda çok uyumlu, anlayışlı görünür. Bu bireyler, evde saldırgan bir tutum sergiledikleri halde, dışarıda yineleyici biçimde, kendi yaşamını istediği gibi yönetemeyen edilgin kurbanlar durumuna düşer” diyor.9 Düşük benlik saygısı, bağımlılık, özgüven eksikliği, engellenmeye karşı düşük tolerans gibi şiddet uygulayan bireylerde görülen özelliklerin çocukluk yaşantılarıyla bağı ve gelişimsel süreçlerle ilişkisi psikiyatri-psikoloji literatüründe ele alınan bir konu.10

Şiddettin nedenleriyle ilgili olarak bilimsel çalışmalar ışığında geliştirilmiş çok çeşitli açıklamalar var. Şiddet uygulayan bireylerin (ve mağdurların) kişilik özelliklerine (genetik yatkınlık, endokrin yapılar, beyin disfonksiyonları) odaklanan biyopsikopatalojik modeller indirgemeci olmakla eleştirilse de 11 şiddet eğilimi olan erkekler arasında ‘kişilik bozukluğu’ tanısı olanlara sık rastlanıyor.12 [DSM-IV’e (Amerikan Psikiyatri Birliği’nin psikiyatrik hastalıkları sınıflandırma sistemi) göre kişilik bozuklukları: Paranoid Kişilik Bozukluğu (KB), Şizoid KB, Şizotipal KB, Histriyonik KB, Borderline KB, Narsisistik KB, Antisosyal KB, Obsesif-Kompulsif KB, Çekingen KB, Bağımlı KB. Bkz: Enes BAŞAK, “Kişilik Bozuklukları Türleri ve Tanımları” http://www.medikalakademi.com.tr/kisilik-bozukluklari-psikiyatri/#]

“Ya benimsin ya toprağın” kalıbının bu bozukluğun hangi derecesi veya türüne girdiği elbette bu yazının sınırını aşıyor ama toprağa verilen kadınların fazlalığına bakılırsa burada öfke kontrolündeki başarısızlık, duygularını saldırganlık dışında bir yolla ifade etmeyi bilmemek gibi iletişimsel sorunlardan daha fazlası olduğunu kestirmek zor değil. Erkek egemenliğine dayalı toplumsal cinsiyet rollerinin erkeklere sosyal bir kimlik yüklemenin ötesinde zihinsel, duygusal bir donanım kazandırdığını unutmamak gerekir- kadın cinsi üzerinden, anadan bacıya avrada, onun cinselliği üzerinden kendi özdeğerini belirleyen bir donanım bu. Bu anlamda toplumun erkekler için sosyal psikoloji deneylerine benzer bir düzenek olarak işlev gördüğünü gözden kaçırmamak gerekir.

Bir gruba belli ayrıcalıklar tanındıktan sonra diğerlerine yönelik tavırlarının nasıl aniden değiştiğini gözlemlemek açısından ABD’li ilkokul öğretmeni Jane Elliot’un 1969’da öğrencilerine yaptığı deney 13 iyi bir örnek olabilir: Eliot bir gün sınıfa gelip öğrencilerini mavi gözlüler ve kahverengi gözlüler olarak iki gruba ayırır. Mavi gözlülere kahverengi gözlülerden daha iyi, daha üstün, daha akıllı oldukları gerekçesiyle bazı özel ayrıcalıklar tanır. Dakikalar içinde, mavi gözlüler kahverengi gözlülere aşağılayıcı sıfatlar takmaya, alay etmeye başlarlar; kurallara uymadıklarını düşündüklerinde kahverengi gözlüleri cezalandırmak için çok hevesli olurlar. Deneyin ikinci gününde, Elliot önceki gün yanlış yapmış olduğunu söyleyerek ayrıcalıkları bu sefer kahverengi gözlülere verir. Yine dakikalar içinde olan kahverengi gözlüler mavi gözlülere aynı aşağılayıcı/ayrımcı muameleleri yapmaya başlarlar. Toplumumuzda kadınların yaşadığı aşağılanmalara bakınca otorite eliyle yaratılmış bir kurgunun içinde olduğumuz hissine kapılmamak imkansız. Erkekler ve onun kaburgasından yaratılmış kadınlar arasında yaşanan deneyin sonuçlarını izliyor gibiyiz. Namusuna halel gelen erkeğin duygularını ve bu sebeple kalkıştığı işleri aldığı cezadan daha meşru kılan bir sistem, bir tertibattan başka ne olabilir?

Kurgu böyle olunca da bir anda cinnet geçiren hep erkekler oluyor! Kendisine karşı koyan kadını bastırmak için akıllara zarar yöntemler keşfetmekte hiç zorlanmayan erkekler… Kadınını çok sevenlere has kezzap dökmek gibi yöntemler… Ve bunlar basitçe aşırı sevme-sevilmeme, kıskançlık sözcüklerine gelip sıkıştığında kimseye yabancı gelmiyor pek, belli ki bir bağışlayıcılık var, belki de tüm toplumun yaptığı şey daha göz yumulur bir şey? Aslında ne kadar kanıksadığımızı anlıyoruz. Yatağın örtüsü bozuk diye, eve birini mi aldı diye kadını hastanelik eden adamlarla kaynıyor her yer. Nasıl bir tehlikeyle yaşadığımızı fark dahi etmiyoruz.

Hakaret, aşağılama, kontrol, baskı, tehdit, engelleme, özgürlükten yoksun bırakma gibi çeşitli şiddet davranışlarının ötesinde vahşet dolu olaylardan söz ediyoruz. Boşanma davası açtığı kocası tarafından İzmir’de 10 gün rehin tutulup bıçaklanarak öldürülen Yeşim Baytar’ın sırtına kocasının jiletle ismini kazımış olması küçük bir ayrıntı olamaz herhalde? Ölümle sonuçlanan şiddet olaylarının çoğunda ağır işkence var. Bu henüz hayatta olanlar için işkencenin sürmekte olduğunun da kanıtı aynı zamanda.

Bu vahametin çok da farkında değiliz çünkü; birincisi işkence görünmez bir eylem, kocası tarafından kafası çekyatın altına sıkıştırılıp saatlerce öyle tutulduğu için yüzüne kan oturan kadına komşusunun “ama kocan hiç belli etmiyor, çok iyi bir insan” diyebilmesine sebep olan bir görünmezlik. İkincisi ve daha da kötüsü, görünür olsa bile cinayete varmadığı müddetçe suç gibi algılanmıyor, “bir anlık sinir, olmuş bir kaza” türünden olağanlaştırma her zaman devrede. Bu psikopatolojik durumun erkeklere ‘hasta’ kontenjanından bağışlanma fırsatı tanıması ise cabası. Oysa burada tam yerine oturan bir sözcük var: Taammüden. Esas olarak potansiyelini gerçekleştirmesini destekleyen bir düzen içinde her bir erkeğin bu durumdan ne kadar hoşnut olduğuna bakmak lazım. Bu anlamda durum hiç iç açıcı değil. Hatice Meryem hikayelerine özgü can yakıcı bir sadelik ve basitlikte işleniveriyor cürümler, eve kilitleyip günlerce aç susuz bırakmalar, çamaşır ipiyle elleri bağlayıp maket bıçağıyla açılan kesiklere tuz basmalar… Kırıldıktan sonra kendi kendine kaynayan kemiklerinden bahseden kadın sayısı hiç az değil. Serinkanlılık cidden önemli bir şey, karısını baltayla öldürmeden önce abdest alıp namaz kılmayı başarmak mesela ve bunu yapan katilin 81 yaşında olması ve iftarda ses duyulur diye cinayeti işlemek için sahuru beklemesi… [Ramazan ayı içinde (02.07.2014) gerçekleşen bu elim olaydaki ironik ayrıntılardan biri de merhumun adının Adalet Kahraman olmasıydı.]

Dolayısıyla erkeklerin derin tahlillere muhtaç bu ‘klinik’ durumu masaya yatırılmayı fazlasıyla hak ediyor. Ve ister hastalıklara ister erkek egemen sistemin sakatlamasına dayansın bu ‘kişilik bozukluğunun’ suç işlemesine fırsat veren koşulları, yeniden işleyen mekanizmaları tartışmak kadına yönelik suçlarla mücadele açısından bir kez daha önem kazanıyor. Suç önemli bir kavram. Eğer müeyyidesi varsa bir şey suç olarak kabul ediliyor demektir ve eğer o şey ceza yöntemine bırakılmayacak kadar önemseniyorsa çözüme kavuşması için politika üretilmesi gerekir.

III.

Şiddetin suç davranışıyla ilişkisi çeşitli disiplinlerden pek çok araştırmacının ilgisini çekmiş bir konu: Erkek mahkumlarla ve suç öyküsü bulunan erkek hastalarla (psikotik) yapılmış iki ayrı araştırmada da 14 bu kişilerin sosyodemografik özellikleri, özgeçmişleri ve klinik özelliklerinin suç davranışıyla ilişkisi istatistiksel açıdan anlamlı bulunmuş. Sosyodemografik özelliklerin doğuştan gelen diğer özellikler kadar değişmez olmasının verdiği ilhamla bu bulguların tersinden işlenmesinin hangi sonuçlara ulaştıracağı merak uyandırıyor. Kapalı alanda (cezaevi ve hastane) bulunan bireylerden örneklem oluşturarak onların taşıdığı özellikler üzerinden genellemelere ulaşılması dışında hangi koşulların suça bulaşmaya veya ruh sağlığı açısından ciddi boyutlarda hastalanmaya elverişli ortam yarattığı şeklinde bir varsayımla yola çıkmak da mümkün. Aslında açık alandaki büyük örneklem kümesinden bunu az çok kestirebiliyoruz. 3.sayfa haberleri gibi pek de bilimsel olmayan ölçme yöntemleriyle!

Aile içi şiddete neden olan risk faktörleri açısından bakıldığında eşler arasındaki saldırganlığın ekonomik olarak güçlü kesime oranla daha çok işçi ve orta sınıftan olan çiftlerde daha fazla yaşandığını, erkeğin eğitim seviyesinin azlığı ve işsiz olması ya da iş yaşamındaki istikrarsızlığı ile kadının şiddete maruz kalması arasında bir ilişki olduğunu gösteren araştırma sonuçları bulunmakta.15

Bu sonuç, şiddet yaygınlığı açısından belli grupları suçlulaştırmaya bahane olması için değil, bu grupların yaşam şartlarının kadına şiddete çözüm aşamasında kapsam dışı bırakılmaması için değerlendirilmesi gereken bir sonuç. Nitekim şiddetin yalnızca belli gruplarda yaşandığına itiraz eden, şiddet uygulayanların sadece düşük gelir düzeyli, eğitimsiz ailelerden geldiği inancının aksine her gelir düzeyinden, her eğitim seviyesinden, her meslek grubundan ve her yaştan kadınların şiddete maruz kaldığını gösteren araştırmalar var.16

Belki de bu iki veri yan yana konduğunda çıkan sonuç şu: Elbette erkek şiddeti mesleğin ve kazancın garanti edemediği bir sorun; yani şiddet her yerde karşımızda ama şiddetsizliğin bir gelişmişlik gerektirdiğini reddetmek olası değil. En basitinden Maslow’un ihtiyaç kuramına göre yüksek derecedeki gereksinimlerin giderilmesi için daha alt derecedeki gereksinimlerin tatmin edilmiş olması gerekir. Yani fizyolojik ihtiyaçlar ve güvenlik ihtiyacı (karnını doyurma, barınak, düzenli çevre) karşılanmadan ait olma, sevgi, saygı gereksinimleri ve kendini gerçekleştirme gereksinimleri karşılanamıyor.

Dolayısıyla temel gereksinimler karşılanmayınca bir toplumda üreyen sorunları tartıştığımızda sınıfsal bir analize doğru yürüyor oluyoruz. Zaten “sosyo-ekonomik etmen” denen şey ekonomik girdilerin toplumsal çıktısı değil mi bir anlamda? Yoksulluk varsa mesela yalnızca maddi ihtiyaçlardan mahrum kalmak değil başka insani maliyetler de var demektir. İşsiz, evsiz, güvencesiz, yardıma muhtaç kitlelerin artmasıyla kolay yönetilmeye uygun hale gelmesi arasındaki ilişki maskelendiği müddetçe bu maliyetlerin artmasından doğal bir şey yok.

Bilindiği üzere şiddet türlü eşitsizlik düzeylerinin, adaletsiz uygulamaların had safhada olduğu bizim gibi toplumlarda başvurulması kaçınılmaz bir yol. Sorunlarla baş etmekte kullanılan en kestirme yol. Hal böyle olunca, bireyi toplumsal bilinç üzerinden açıklamaya çalışmış Wilhelm Reich’ın meşhur sözünde dediği gibi “asıl açıklanması gereken, neden aç insanın çaldığı ya da sömürülen adamın grev yaptığı değil, neden aç insanların çoğunun çalmadığı ve sömürülenlerin çoğunun greve gitmediğidir.” Asıl sorulması gereken tüm toplumun nasıl çıldırmadığıdır. Yoksa zaten çıldırmış olduğumuzun farkında mı değiliz?

Linç ve benzeri toplu şiddet olaylarının mesela toplumsal meşruiyetinin bu kadar yüksek olması yeterince korkunç değil mi? Kamusal tartışmada çoğu kez şiddetin kendisi değil maruz kalan kişi ya da grupların hak edip etmediği önem kazanıyor, bu haklılığa da elbette fail karar veriyor, mağdur bir travestiyse veya Müslüman mahallesinde salyangoz satmaya kalktıysa mesela işi zor.

Şiddetsizlik mümkün mü sorusunun böyle bir işlevi de var: Nasıl bir toplumda yaşadığımızın farkında mıyız? Bu soruyu 30 yıl savaş yaşayan bir toplum üzerinden yeniden düşünmek de gerekebilir. Savaş yalnızca silahlı güçler arasında yaşanan bir süreç değil çünkü, savaş koşullarının bir toplumda yarattığı görünmez tahribatlar var. Gazetelerde yer alan öldürülmüş ve işkence edilmiş insan bedenlerine ‘düşmana’ ait olmalarından dolayı yıllarca hınçla bakmamızın, sırtından bıçaklı bir kadının gazetedeki [7 Ekim 2011 Habertürk] çıplak resmine daha rahat bakabilmemize katkısı olmuştur pekala. Bu noktada yaşadığımız tüm sorunları, korkuları bir ötekine nefret-öfke duyarak aşmayı öğrenmemizden de bahsetmeliyiz, bezen öteki ırk, bazen öteki din, bazen öteki cins… Toplumsal hiyerarşinin düzenlenmesi ve bu düzenin hakim sınıflar yararına işlemesi için her tür ayrımcılığın nasıl işlevsel olduğundan bahsetmeliyiz.

Kadrajı büyüttüğümüzde göreceğiz ki kadına yönelik şiddet yalnızca bireysel güdülenmeyle ortaya çıkan bir davranış değil. Şiddet uygulayanın motivasyonunu genel olarak mağdurun kim olduğuna bakarak saptamak da olası. Şiddete uğrama riski yüksek olan grupları alt alta sıraladığımızda faile de yakından bakmış oluyoruz bir anlamda: En başta kadınlar (sırasıyla kız çocuğu, adolesan kızlar, gebe kadın, 30 yaş altı çocuklu kadın, HIV(+) kadın, yaşlı kadın), sonra çocuklar, yaşlılar, özürlüler, göçmenler, mülteciler, etnik azınlık mensupları 17. Üstünlüğe dayanan bir cesaret, ama ille de karşıdakinin güçsüzlüğü… O halde güce dayalı bu çarkın kadın sorununa geçen dişlilerini tahlil etmek hayati önem taşıyor; erkek egemen sistemin diğer ayrımcılık, baskı, şiddet ve sömürü biçimleriyle nasıl uyum içinde çalıştığını izlemek de. Elbette iktidar sahipleri kendi çıkarları için dönen bu çarkın yarattığı toplumsal patolojilerle ilgilenmeyecek. Onun işi ortaya çıkan ‘kişilik bozukluğunu’ kadını öldürdüğünde hafifletici sebep olarak kullanmak.

Kadına yönelik şiddet özerk bir sorun olmasına rağmen diğer şiddet alanlarından ve süreçlerinden yalıtılarak ele alındığında mücadele yöntemlerinin zayıflaması kaçınılmaz bir şey. Şiddeti ortaya çıkaran ve pekiştiren faktörlerin bir çember gibi birbirini tamamlıyor olması bütüncül bakışı zorunlu kıldığı gibi adeta kaçınılmaz olan şiddetin neden kader olmadığını anlamayı da kolaylaştırmakta. Bu arada şiddetin kaçınılmazlığının erkekleri masumlaştırdığını söyleyemeyiz. Gayet açık ki erkek şiddeti erkeği cani kadını ölü yapıyor. Hayatta kaldığında da yüzünün morluğundan, gözünün patlağından utandığı için hastaneye-polise gitmeyen yine kadın oluyor. Ola ki 155’i aramaya cesaret ederse ekip aracına bindirilip mahalleden götürüldüğü anı unutmuyor, unutamıyor. Pek çok kadının bir dahaki sefere polis çağırmaması sadece yaşadıkları utancın değil, onları izleyen gözler olduğunun da kanıtı. Sahiden o polis aracı o mahalledeki o eve ikinci (üçüncü, beşinci, …) seferini neden yapsın ki…

Şu bir gerçek ki kadına yönelik şiddet öyle kolay kapatılacak bir konu değil. Bu nedenle kadına yönelik şiddetle mücadelede “eğitim şart” kolaycılığına kaçan, en hafif tabirinden ‘hafif’ yaklaşımlar sırf bir samimiyet sorunu değil aksine manipüle etme sorunudur. Toplumsal cinsiyet rollerini üreten tüm toplumsal kurumların ve ilişkilerin değişken haline gelip gelmediği şiddetle mücadele çabalarında önemli bir ayrım noktasıdır. Dolayısıyla ancak bu sorunun bütün bileşenleriyle mücadeleyi göze alan kadın hareketi gerçek bir kılavuz olabilir. Kadına karşı olanların şiddete karşı durması beklenemez.

1 – Bkz: http://www.kadindayanismavakfi.org.tr/siddet-nedir /Erişim Tarihi: 05.02.2014

2 – Bkz: http://www.kadindayanismavakfi.org.tr/siddet-nedir /Erişim Tarihi: 05.02.2014

3 – Yasemin Yüce TAR, “Üniversitelerde Kadına Yönelik Şiddet Nasıl Tartışılıyor?” , Uluslararası Katılımlı Kadına ve Çocuğa Karşı Şiddet Sempozyumu, Ankara, 27-28 Nisan 2012- I.Cilt-s.25

4 – Nükhet SUBAŞI, Ayşe AKIN, “Kadına Yönelik Şiddet: Nedenleri ve Sonuçları”
http://www.huksam.hacettepe.edu.tr/Turkce/SayfaDosya/kadina_yon_siddet.pdf /Erişim Tarihi: 01.02.2014

5 – Melike DİŞSİZ, Nevin HOTUN ŞAHİN, “Evrensel Bir Kadın Sağlığı Sorunu: Kadına Yönelik Şiddet”, s.51
http://hemsirelik.maltepe.edu.tr/dergiler/cilt1sayi1agustos2008/cilt1sayi1a2008/50_58.pdf /Erişim Tarihi: 01.02.2014

6 – Devrim AYDIN, “Uluslararası Ceza Mahkemesi Temel Belgeler Derlemesi”, Ank:2006
http://www.ihop.org.tr/dosya/ucm/ucm.pdf /Erişim Tarihi: 13.02.2014

7- Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Ulusal Eylem Planı 2012-2015, Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü, Ankara, S.9
http://www.kadininstatusu.gov.tr/upload/kadininstatusu.gov.tr/mce/2012/kadina_yonelik_sid_2012_2015.pdf /Erişim Tarihi: 03.03.2014

8 – Egemen KEPEKÇİ, “(Hegemonik) Erkeklik Eleştirisi ve Feminizm Birlikteliği Mümkün mü?” Kadın Araştırmaları Dergisi Yıl: 2012/2, Sayı: 11, Sf. 59-86
GERİ GİT

9 – Işıl VAHİP, “Evdeki Şiddet ve Gelişimsel Boyutu: Farklı Bir Açıdan Bakış” Türk Psikiyatri Dergisi 2002; 13(4): 312-319

10 – Peykan GÖKALP, “Şiddet Ve Nefrete Psikanalitik Yaklaşım, Hekime Şiddet Nereden Çıktı”, İstanbul Psikanaliz Derneği, http://www.ttb.org.tr/siddet/images/stories/file/pdfler/psikanalitikyaklasim.pdf Erişim Tarihi: 21.03.2014
– İlyas ÖZGENTÜRK, Vedat KARĞIN, Halil BALTACI, “Aile İçi Şiddet ve Şiddetin Nesilden Nesile İletilmesi”, Polis Bilimleri Dergisi Cilt:14 (4)

11 – Ayten Zara PAGE, Merve İNCE, “Aile İçi Şiddet Konusunda Bir Derleme” , İstanbul Bilgi Üniversitesi, Türk Psikoloji Yazıları, Aralık 2008, 11 (22), 81-94
GERİ GİT

12 – Canani KAYGUSUZ, Melek KALKAN “Kadına Yönelik Şiddete Psikoloji İçinden Bakmak” Uluslararası Katılımlı Kadına ve Çocuğa Karşı Şiddet Sempozyumu, Ankara, 27-28 Nisan 2012, I.Cilt, s.86

13 – Nükhet SUBAŞI, Ayşe AKIN, “Kadına Yönelik Şiddet: Nedenleri ve Sonuçları” s.13
http://www.huksam.hacettepe.edu.tr/Turkce/SayfaDosya/kadina_yon_siddet.pdf Erişim Tarihi: 01.02.2014

14 – Murat PAKER, “Psikolojik Açıdan Önyargı ve Ayrımcılık”, Ayrımcılık: Çok Boyutlu Yaklaşımlar, Der: Kenan ÇAYIR Müge AYAN CEYHAN, Bilgi Üniversitesi Yay, İst:2012
-Hüseyin GÜLEÇ, Medine Yazıcı GÜLEÇ, Semra Ulusoy KAYMAK, Mürüvvet TOPALOĞLU, İsmail AK, “Şiddet İçeren Suç Davranış Öngörülebilir mi? Erkek Mahkumlarda Yürütülen Bir Cezaevi Çalışması” (Klinik Psikiyatri 2011;14:94-102)
– Fatih ÖNCÜ, Mustafa SERCAN, Can GER, Rabia BİLİCİ, Cenk URAL, Niyazi UYGUR, “Sosyoekonomik Etmenlerin ve Sosyodemografik Özelliklerin Psikolojik Olguların Suç İşlemesinde Etkisi” Türk Psikiyatri Dergisi 2007; 18(1):4-12

15 – Ayten Zara PAGE, Merve İNCE, “Aile İçi Şiddet Konusunda Bir Derleme”, İstanbul Bilgi Üniversitesi, Türk Psikoloji Yazıları, Aralık 2008, 11 (22), 81-94- s.84

16 – Doç. Dr. Dolunay ŞENOL, Doç. Dr. Sıtkı YILDIZ, “Kadına Yönelik Şiddet Algısı-Kadın ve Erkek Bakış Açılarıyla” http://kasumer.kku.edu.tr/anasayfa/dokumanlar/KADINA_YONELIK_SIDDET_ALGISI_KITABI.pdf Erişim Tarihi: 01.02.2014

17 – Nükhet SUBAŞI, Ayşe AKIN, “Kadına Yönelik Şiddet: Nedenleri ve Sonuçları”
http://www.huksam.hacettepe.edu.tr/Turkce/SayfaDosya/kadina_yon_siddet.pdf Erişim Tarihi: 01.02.2014