Hrant KASPARYAN
Agos Gazetesi
Cumhuriyet tarihi boyunca pek çok örneğini gördüğümüz ayrımcı uygulamalardan bir yenisi İmroz’da (Gökçeada) sergileniyor. Adada nüfusu gittikçe azalan Rumların vatandaşlık hakları karanlık yöntemlerle sürekli gaspediliyor.
İmrozlu Rum vatandaşların mülkiyet hakkının tanınmadığını belirten avukat Erhan Pekçe, 1960’lardan sonra yapılan resmi işlemlerle adada el konulan mülklerini geri almak isteyen Rumlara çeşitli engeller çıkarıldığını ifade ediyor. İmroz’da yaşayan Türkiye vatandaşı Rumların, mülk veya arazi satın almak istediklerinde, bölgedeki tapu sicil müdürlüğünde farklı uygulamalara maruz kaldığını ifade eden avukat Pekçe, bölgede yaptığı incelemeler sonucu edindiği izlenimleri Agos’a anlattı.
Devlet Eliyle Yağma
‘Kamulaştırma’ adı altında, devlet eliyle yapılan işlemlerin ardından, insanların İmroz’dan nasıl göç ettirildiğini anlamak için fazla vakit harcamanıza gerek yok. Bölgedeki Rum okullarının kapatılması bunun en bariz göstergesi. Son dönemde Ada’daki Rum Mezarlığı’na yapılan saldırıyla tekrar gündeme gelen İmroz’da, yerel basın ve polisin tutumunun da dikkatle takip edilmesi gerekiyor. İmroz’da yerel basın başta olmak üzere, ayrımcılıktan, hatta ırkçılıktan kaçınmayan kitlelerle karşılaşmak ‘olağan’ bir hal almış durumda.
Ada’nın yakın geçmişinde, resmi mercilerin deyimiyle ‘kamulaştırma’ yapıldı. 1965’te Foça Cezaevi’ne bağlı olarak, kurulan Gökçeada Tarım Açık Cezaevi üç yıl sonra özerk oldu. 10 bin haneli koca köy boşaltıldı. Bu arada tarlası, bahçesi olan mülk sahibi Rumlar bölgeden uzaklaşmak zorunda bırakıldı. ‘Arındırılan’ alana, Müslüman göçmenler yerleştirildi, yeni yerleşim birimleri kuruldu. 1976’da cezaevi de kapatıldı ve cezaevi binalarına Bulgar göçmenler yerleştirildi.
Bir yandan, mülkünü, arazisini elden çıkarmak zorunda bırakılan insanlar ekonomik olarak çökertildi. Öte yandan Ada’daki Rum okullarının da kapatılmasıyla, bölgedeki Rum halkının günlük yaşamını sürdürebilmesi olanaksız hale getirildi.
Hıristiyan Vatandaş Ev Alamıyor
Bu yetmezmiş gibi, 1996’da Kadastro davası açıldı. Geriye kalan ne varsa, o süreçte Hazine adına tescil edildi. İtirazı olanların karşı dava açması istendi. Ada’daki ekonomik düzeye baktığınızda hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığı bu ortamda, insanlar dava masraflarını veya avukat ücretini dahi ödeyecek durumda değil. Bilirkişi Heyeti, bir mülk ya da arazinin Maria Mavya adına kayıtlı olduğunu tespit etmelerine rağmen, “Maria Mavya uzun yıllar önce Ada’yı terk etmiş olduğundan ve yeni adresi bilinmediğinden, mülkün Hazine adına kaydına karar verilmiştir” demekten çekinmedi. Araziler parsel parsel gasp edilerek Hazine’ye geçirilirken, bu sırada mülk ya da arazisini kurtarabilenlere ‘sevinme’ fırsatı verilmedi. Vakıflar Genel Müdürlüğü dava açtı ve bölgenin Sultan Süleyman Vakfı’na ait olduğunu iddia ederek, söz konusu alanda özel mülkiyet kurulamayacağı kararlaştırıldı.
Müslüman bir vatandaş Müslüman bir vatandaşa mülk sattığında, Tapu Sicil Müdürlüğü tapu işlemlerini derhal gerçekleştiriyor. Hıristiyan bir vatandaş Müslüman vatandaşa mülk veya arazi sattığında tapu işlemleri yine normal bir şekilde gerçekleşiyor. Fakat bir Müslüman, Hıristiyan bir vatandaşa mülk satmak istediğinde durum böyle değil. Tapu Sicil Müdürlüğü, “Yok kardeşim, durun bakalım” diyerek, satış işlemi hakkında Bursa Bölge Müdürlüğü’nden ‘bilgi’ istiyor. Bursa’dan beklenen cevabın gelmesi, bazen altı ay, bazen iki yıl sürebiliyor. Onca bekleyişin ardından, “Hayır. Panaiyot’un mülk edinmesine izin vermiyorum” denilerek ret cevabı da gelebiliyor.
Konuya ilişkin olarak dilekçe hazırladım ve Bilgi Edinme Kanunu çerçevesinde, Tapu Sicil Müdürlüğü’ne neye istinaden böyle bir uygulama yaptıklarını sordum. Aradan epey zaman geçmesine rağmen, Gökçeada Tapu Sicil Müdürlüğü’nden yanıt alamadım. Bu arada, Tapu Sicil Müdürlüğü, dilekçem hakkında da Bursa’ya müracaat etmiş olsa gerek, Bursa 4. Şube Müdürlüğü’nden nihayet bir yanıt geldi. Dilekçeme karşılık olarak gönderilen resmi yazıda, Bilgi Edinme Kanunu’nun 16. maddesi gerekçe gösterilerek, bu konuda bilgi edinemeyeceğim belirtiliyordu.
Bunun üzerine, İlçe İnsan Hakları Komisyonu’na müracaat ederek, durumu araştırmalarını istedim. TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu’nu da bu konuda bilgilendirdim ve neye istinaden böyle bir uygulama yapıldığına ilişkin araştırma yapılmasını talep ettim. Komisyon Başkanı Zafer Üskül, somut örnekler göstermemi istedi. Ben de üç vakayı dosyalandırıp kendisine ilettim.
Bu arada, Bursa’dan iletilen ve 16. madde gerekçe gösterilerek bilgi edinemeyeceğimi bildiren yazıya cevaben, itirazımı beyan ettim. Böyle bir uygulama, Anayasa’yla da güvence altına alınan eşitlik ilkesine tezat oluşturduğundan Bursa İdari Mahkemesi’ne dava açtım.
Devlet kadrolarında bugüne dek hep gizli bir yönetmelikten bahsediliyordu. ‘Eritme yönetmeliği’ denilen bu gizli kararnameye göre, Türkiye devleti, bir takım politikaları uygulamaya koymuştur. Açılan bu davayla, bu gizli ‘eritme yönetmeliğinin’ bir paçasından tutup açığa çıkartabiliriz diye umuyorum.