Hrant’a Hayat Armağanı

[ A+ ] /[ A- ]

Karin KARAKAŞLI
Radikal İki

Rakel Dink’in bıraktığı yerden Tûba Çandar aldı sözü o gün. Tam da AİHM kararının açıklandığı gün Türkiye ile buluşan ‘Hrant’ kitabıyla…

“Rönesans döneminin çile çeken azize tablolarından bugüne düşmüş gibiydi Rakel… Öfkeli değil, kederliydi. Dertliydi… Toprağından, köklerinden koparılmışlığın hikâyesiydi. Anasız kalışından başlayarak, küçük yaşta dilini, dinini bulmak için baba ocağından da söküp alınarak bir başka toprağa gönderilişin hikâyesiydi. Ama dağların kızıydı o. Kırılsa da kolay yenilmeyenlerdendi.

İstanbul denen bu yeni toprakta, Hrant adında genç ve dipdiri yeni bir dağla buluşmuş, onu Çutak’ı kılmış, bu kavuşmadan ürettiği tohumlarla küçücük bedeninden çoğalarak yeniden kök salmıştı. Çektiği bütün yoksulluklara rağmen, ‘Mutlulardandım’ diyecek kadar hem de. Ama sonra ‘ruh ve bedende bir olmayı yaşamak’tan da yoksun bırakmışlardı onu. Tekrar söküp almışlardı kökünü ondan. Gerçeklerin en beterini görmüştü. Geçmişi bugünüyle birleşmiş, hakikatin bilgisine dönüşmüş, gelip ta gözlerinin içine yerleşmişti.”

Hrant Dink’in öldürüldüğü Agos gazetesinin önünde eşi Rakel Dink’in yaptığı açıklamayı dinlerken bu sözler de bir altyazı gibi yankılanıyordu içimde. Ve işte o zaman bildim ki artık yeni bir eşlikçim var. Artık hayat biraz da Tûba Çandar’ın sesiyle akacak. Hesapta yine Hrantsız günlerden biriydi. Üstelik Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Türkiye’yi Hrant Dink’in ‘yaşam’, ‘ifade özgürlüğü’ ve ‘etkili soruşturma’ haklarını düzenleyen maddelerini ihlal ettiği gerekçesiyle mahkûm etmişti. Ama Rakel Dink’in gururla acıyı, inançla umudu ve çokça mücadeleyi birleştiren sesi, Hrant’ın yine bir Eylül günüyle yanıbaşımızda olduğunu tescil ediyordu. “Yarın Çutağımın doğum günü, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin oybirliğiyle verdiği bu karar bir doğum günü hediyesi” dedi Rakel Dink ve haykırdı: “Çutağımın bugünü görmesine engel oldular ancak yaşasaydı şu anda kesinlikle çok mutlu olurdu. Çünkü ülkesinden ayrılmak istemiyordu. Ama bir o kadar da üzüntülü olduğunu söylerdi Türkiye için… Umarız bugüne kadar ifade özgürlüğüyle ilgili veya cinayet soruşturmasında üzerine düşen hiçbir görevi onun övünebileceği şekilde yerine getirmeyen Türkiye devleti, bugünden sonra suçluyu aklayan suçsuzu mahkum eden bu tavrından vazgeçer ve toplumun vicdanına layık bir devlet gibi davranmanın ilk adımlarını atar.”

Rakel Dink’in bıraktığı yerden Tûba Çandar aldı sanki sözü o gün. Tam da AİHM kararının açıklandığı gün Türkiye ile buluşan Hrant kitabıyla. Hrant yine dayanamamış, “Bir dakika arkadaş, dinleyin beni hele” demişti sanki. Benzerlerine ancak yurtdışında rastlanan külliyat nitelikli bu kitapla, hayatını da kapmış geliyordu. AİHM’in Hrant Dink’in masumiyetini ve Türkiye devletinin suçluluğunu yüze vurduğu gün, Tûba Çandar’ın kitabı da öldürülüşüne inat yeni bir hayatı müjdeliyordu sanki. Hrant’a ve hepimize bir hayat armağan edilmişti.

‘Bana onu anlat deseler’

“Arkadaşımın adı Hrant’tı. Bana onu anlat, deseler; has adamdı, derim. Asil ruhtu, sıkı dosttu. Cesur yürekti, deli fişekti. Koruyandı, kollayandı. Candı… Tarifi çoktu onun, kimselere benzemezdi, derim. Canına kıydılar arkadaşımın. Gazetesinin önünde vurdular onu. Arkadan vurdular hem de, üç kurşunla… O gün ben de vuruldum. Yaşarken değdiği, koca kollarıyla sarıp sarmaladığı, dokunup şifalandırdığı herkes vuruldu. Hepimiz vurulduk. Ama Hrant öldü; biz kaldık. Ve gördük. Kaldırımda yüzükoyun yatan Hrant’ı gördük. Üzerini örtmeye çalıştıkları beyaz kağıdı da, altı delik ayakkabılarını da… Hepsini gördük” diye sesleniyordu Tûba Çandar. Gözümü ayıramıyordum o kaldırımdan. O sıcacık kadın sesi, emeği sevgiyle harmanlamış gümbür gümbür inletiyordu üç yılın sonunda şu aynı lanet kaldırımı:
“Hrant kaldırımda gözlerimizin önüne serdiği cansız bedeniyle atalarının geçmişini bugüne taşıyan bir köprü oldu ve yaşarken anlatamadıklarını da anlatmayı sürdürdü bize. Her zamanki gibi beden diliyle… Hrant’ın kaldırımdan kaldırıldığını görmedik ama gelen ambulansın çığlığı bizimkine karışırken, yattığı yerdeki kan izlerini de gördük. Bununla da bitmedi… İlerleyen yıllarda ondan adaletin esirgendiğini de görecek, kanının yerde kaldığını da bilecektik. Bu ‘bilgi’yle perdesi açılan gönül gözümüzle o kaldırıma bakacak, Hrant’ın hâlâ orada yattığını görecektik.”

Sonrasında ise bir söz isteyecekti bizden. Madem artık yeni bir hayatımız vardı Hrant’la, biz de verecektik elbet. Elimizde Hrant kitaplarıyla kaldırımda dizildik, dinledik ve o sözü hep bir ağızdan verdik: “Gelin, biz kaldıralım Hrant’ı o yattığı kaldırımdan. O gün onunla birlikte vurulan ama ayakta kalan bizler kaldıralım… Biz kalanlar konuşmaya başlayalım bu defa… Hepimiz bir ucundan tutalım o benzersiz hayatının, dillendirelim onu yüreğimizin sesiyle. Onu böyle kaldıralım sonsuza kadar… Bakarsınız, duyar sesimizi, dayanamaz kalkar o yattığı yerden, katılır aramıza kendi sözüyle. Bakarsınız, o zaman, belki o zaman şifalanırız hep birlikte…”

Hrant kitabının biyografi diye tasnif edilmesine kanmayın. O bin yıllık destanlarla, en esaslı kurgu romanlarla yarışan bir edebiyat şaheseri aynı zamanda. Anlatıcı sesin kendini yok ettiği ama tam da bu yokluktan var ettiği kanlı canlı bir eser. Hrant’a da böylesi yakışırdı diyorum hep. “Helal olsun sana kız” dediğini duyuyorum Tûba Abla’ya. Şaşırmayın, Hrant için “kız” geniş bir kavram. Kendi hayatının tüm birikimini de kuşanarak bu zorlu sınava soyunan bir İstanbul hanımefendisini de “kız” yapar o. Ve bir tek ona yakışır zaten bu teklifsiz sevgi. Bir tek onu anlatır.

Kitabı birkaç kez okuyacağız. Birkaç kez ve birden fazla şekilde. Önce Hrant’ın destansı hayatının büyüsüne kapılarak okuyacağız. Okumak fiili de uygun değil biliyor musunuz bu kitaba. Tûba Çandar her şeyi bilen Tanrı anlatıcı kalıbını baştan ve külliyen reddederek sesler üzerine yapılandırdı bu koca hayatı. Aile büyükleri, Hrant’ın biricikleri, arkadaşları, yoldaşları ve elbette tüm yazıları taranarak, ince ince elenerek oluşturulmuş sesiyle bizzat Hrant, bu çağdaş tragedyanın özneleri oldular.

‘Kim bu adam?’

Ama kenarda tevazulu bir özgüvenle duran, çerçeveyi çizip geri çekilen o kadın sesini, Tûba Çandar’ın sesini de duyacağız. Bu destanı destan kılan onun olağanüstü emeğidir. Hrant’ın Agos dönemini, düşünce dünyasını, mücadelesini anlatan ikinci kitapta kurgu becerisi alabildiğine ortaya çıkar. Özellikle ‘Bakmak, Görmek, Dokunmak, Bilmek ve Ölmek’ başlıkları üzerinden zamansal ve tematik kırılmalarla ilerleyen o eşsiz yapı çok şey anlatır yazara dair. Kavrayış tam da bu. Tûba Çandar, Hrant Dink’i bu denli etkili kılan öğelere sadece yüreğiyle inanan değil, aklıyla kafa yoran bir yazar. O nedenle bu kitabı Türkiye’nin derin devletinin ibretlik tarihçesi olarak da okumak için fırsatımız var, basının linç mekanizmalarının ustalıklı teşhiri olarak da. Ama en çok da dönemin ruhunu sırtlayıp kendi kimlik mücadelesini yeni, kapsayıcı bir Türkiye demokrasisine tahvil eden Türkiyeli bir Ermeni aydının oluşum hikâyesidir anlatılan. Beş fiilin imkânlarıyla Tûba Çandar Hrant’ı Ermenilere, Türklere, topluma, devlete derinlemesine bakan, her şeyi gören, yüreklere dokunan ve neden tehlikeli sayıldığını da bilip ölürken, öldürülürken anlatmayı sürdüren bir insan olarak ölümsüzleştiriyor.

Ölümsüzlük sözü övgüleri çağrıştırmasın. Hrant’a dair yapay tek bir güzelleme bulamazsınız bu satırlarda. Günahıyla sevabıyla, insan gerçeğinin her haliyle karşımızda Hrant. Çünkü onu anlatmaya soyunan kadın da en az onun kadar dürüst, en az onun kadar sahici. İlk kez tanıştıkları bir cenaze töreni sonrasında Hrant’ın teklifsizce arabalarının ön koltuğuna kurulduğu anlara bırakayım sözü, ne demek istediğimi daha iyi anlatırım: “İstinye’ye geldiğimizde ‘Aç mısın?’ diye bağıran sesiyle sıçradım yerimden. Başımı sallamamla, Cengiz’e ‘Sen arabayı park ediver’ derken aşağı atlaması, kapıyı açıp kolumdan tuttuğu gibi, oradaki balıkçılara doğru sürüklemesi bir oldu. O yürüyordu herhalde, ama ben koşuyordum. Balıkçı tezgâhlarının önünde durmaya yeltendiysem de hiç oralı olmadı.

Sıçrayarak arka tarafa atladı. Nefes nefeseydim ve acelemiz neydi, anlayamıyordum. Ve işte orda, balıkçıların kendilerini doyurmak için sac üzerinde balık pişirdikleri o derme çatma yerde, durdu sonunda… En sevecen haliyle ‘Uskumru mu istersin sarıkanat mı? Salata da koysunlar mı içine; soğanlı mı olsun soğansız mı?’ sorularını sıralamaya başladı. Cengiz yanımıza ulaştığında, Hrant’ın elinden balık ekmek yiyordum.
‘Kim bu adam?’ diye sorduğumu hatırlıyorum arabada, bizden ayrılıp kendi yoluna gittikten sonra… Sonradan kendime de çok sordum bu soruyu: Sahiden kimdi o adam? Babam gibi bana elleriyle balık yediren o adam kimdi? Sonra tanıdım onu. Öğrendim kim olduğunu. Tek kişiydi ama fazla geldi buralara. Vurdular onu… Sonra işte… Ben daha ne yazayım ki Hrant benim kitabım oldu!”

Kitabın kapağında Hrant’ın ismine baktım ve sonra onunla buluşan Tûba Çandar ismine. İkisinin hayatıyla kesişen kendime baktım. Minnet kestim o an. İnsanlara göre belki o an kitabı göğsüme yaklaştırandım ama aslında Hrant’ı ve Tûba ablayı bağrıma basıyordum…