Kronik Muhalif
Kurşuna bir gülücükle karşılık verdi sevgili Hrant,
Korkusuzca çırptı kanatlarını ölüme inat…
‘İnsanlar güvercinleri vurmazlar bu ülkede’ derdi Hrant.
İnsan mıydı, o güvercinin kanatlarını hedef alan?
Her daim uçacağını geç de olsa anlayan?
Ölüme bir gülücükle karşılık verdi sevgili Hrant.
Sessizce uğurladık, kanatlarına yuva yaptığımız beyaz güvercini…
Beyazlar içinde çarpmaya devam ettikçe bu yürekler..
Daha da kuvvetli kanat çırpacak Hrant…
A R J E N Ö Z G Ü R Y A L Ç I N K A Y A
* * *
&
Taksim-Şişli arasında yaptığım düzensiz hafta sonu yürüyüşlerimde de hep anıyorum seni. Çektiğin acınla hatırlıyorum. İstanbul’un sokak ve caddelerindeki yalnız dolaşmalarımda da yalnızlıklar hatırlatıp, unutturmuyor seni, bunu da bil yani, sevgili…
Taksim ve Şişli arası…
Bu güzergâh da, yıllar geçtikçe aradan benim için birer birer ölülerimi bıraktığım mekânlara döndü sanki biraz. Biri, Harbiye’de TRT binasının hemen yanı başında, diğeri Pangaltı Eşref Efendi Sokağında ve sen Osmanbey’de kaldın o malum tarihten beri.
…
Bana şimdi zihnim Harbiye’de paramparça olup, etrafa dağılmış bir bedeni, Pangaltı’nda ise keskin, soğuk çelik bir bıçağın darbeleriyle geride cansız kalmış bir vücudu ve Sebat Apartmanı önünde arkasından vurulmuş, ayakkabısının altı delik bir yazarı hatırlatıyor, ne yazık ki!
A Y Ş E G Ü L S A V A Ş T A
* * *
&
19 Ocak 2007, New York; sabah saat 8:18… Çalıştığım televizyon kanalında ardı sıra geçiyor ajanslar haberi: Hrant Dink… güvercin… vurulmuş… Bu bir kabus olmalı! Ama bir türlü uyanamıyorum… Tüm vücudum, beynim uyuşmuş durumda.
Ölümünü duyduğum an, insanlığa olan inancımı bir kez daha yitirdim Hrant. Ama inancımı yeniden tazeleyen de yine senin ölümün oldu. “HEPİMİZ KÜRT’ÜZ, HEPİMİZ ERMENİ’YİZ, HEPİMİZ HRANT’IZ! FAŞİZME KARŞI OMUZ OMUZA! BUGÜN SENİ ANDIK SEVGİLİ KARDEŞİM.” diye yazmıştı yarim senin duvarına, ölümünden tam bir yıl sonra… Bizi SEN bir araya getirdin; bak ben sevgiyi, sevgiliyi senin sayende buldum! Ülkem insanını, kısa bir süre için bile olsa, tuhaf bir şekilde SEN biraya getirdin… Ölümünle bile öyle bir anlam kattın ki hayatımıza, yaşasaydın kimbilir daha ne güzelliklere vesile olacaktın.
Bu ülke hep katletti en güzel insanını; sahip çıkamadı bir barış güvercinine bile… Kardeşliği, birarada yaşamı, sevgiyi, anlayışı, halkın iradesini savunanı “vatan haini” ilan etti bağrına basacağı yerde. Ama biz, bir avuç insan; tüm halkların hoşgörüyle, özgürce ve kardeşce bir arada olduğu bir Türkiye yaratabilmek için geçmişimizle yüzleşmekten korkmuyoruz. Değişim için, daha güzel bir gelecek için, geçmişteki hataların tekrarlanmaması için (!) mücadeleye devam diyoruz. Biz de en az senin kadar inatçı birer Türkiyeli’yiz Hrant. Seni öldüren kafa yapısının bir gün kökünü kazıyacağız. Yerine, sevgi ve anlayış tohumları ekilecek. Anadolu en güzel haline, o yüce medeniyetine kavuşacak o zaman. Çünkü “bu memleket bizim,” hepimizin! Senin de dediğin gibi, “gözümüz var toprağında bu vatanın. Gözümüz var ama koparıp götürmek için değil, en dibine gömülmek için.” Rest in peace my friend.
R A N A Ş E N O L
* * *
&
Hayatın, bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçti mi Hrant?
19 Ocak 2007’de o lanet saatlerde, salaklığımı ve inanamazlığımı bir kenara koyup gerçeğin soğuk tokadının izi hala suratımdayken, ilk aklımdan geçen bu olmuştu… Basit bir kazada bile‚ “Hayatım bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçti” derken, acaba kimin aklına gelirdi ki, senin buna bile vaktin olmayacak…
Buna bile izin vermediler…
Seni o yerde yatarken gördüğümde, yanıbaşında çalışma arkadaşların şaşkınlıklarını gizleyemiyorlardı… 5 dakika önce arayan arkadaşım, “Hrant Dink vuruldu diyorlar” demişti. Ben de gülerek, “Dizlerinden mi” diye, dünyanın en salak sorusunu soruvermiştim…Oysa ki…
Tam 460 gün olmuş 23 Nisan itibariyle aramızdan ayrılışın. Tam 460 gündür sensiziz. Ben, biz… Ama en önemlisi ailen. Dağ gibi, taş gibi ayakta duran o ailen… Hele ki Rakel… Hiç yıkılmayacak bir kalenin metreler büyüklüğündeki o koca tahta kapısı olur ya, surlardan daha sağlam… Açamazsın o kapıyı; top, tüfek işlemez… İşte öyle ayakta senin hayat arkadaşın Hrant. Ne yazık ki biz onun kadar güçlü olamıyoruz. Biz kızıyoruz, biz lanetliyoruz; biz, “Keşke” diyoruz… Ama O, o kadar güçlü ki…
460 günün muhasebesini yapamıyorum Hrant. “Işıklar içinde yatsın” diyemiyorum. “Toprağı bol olsun” diyemiyorum. Senin aklına gelir miydi kendi ağzınla söylediğin acı sonun, bu kadar ani ve tez olacağı? Aşkıyla yanıp tutuştuğun, kendinden bile kıymetli saydığın bu toprakların altına girip yatmak için pek erken değil miydi Hrant?
Sana “hoşçakal” diyememenin ağırlığı öyle çok ki…
Hayatın film şeridi gibi gözlerinin önünden geçse, neler görürdün acaba?
“Ölümden sonra hayata” ya da ölen birinin ruhunun “aramızda” olduğuna inanmam… Ama kaybını kabullenemediğim bir insanın bir yerlerde oturup, yukarıdan olanları izlediğine inanmak istiyorum tam 460 gündür, umutsuzca… Şimdi sen sanki orada, kahverengi kadife takımınla bağdaş kurup oturmuş, suratında o rüyalarımı aydınlatan kocaman gülümsemenle olanları izliyor ve şöyle diyorsundur: “Vay beee… Bunların olacağını bilsem, daha önce gelirdim buraya…”
Keşke aramızda olsaydın da, her şey yine eskisi gibi olsaydı…
Keşke biz de tehlikenin farkına o üç kurşundan önce varabilseydik de, seni koruyabilseydik…
Keşke mahkeme çıkışı saldırılar, mahkeme esnasındaki tükürük sahnelerini ve sana atılan bozuk paraları ciddiye alsaydık…
Keşke tüm bunlar olmasaydı da, onbinler seni -bu şekilde- tanımasaydı…
Keşke senin o güzel gülümsemeni rüyalarımda değil, tekrar karşımda görebilme şansım olabilseydi…
Keşke şimdi televizyonu açtığımda, seni yine bir 301 tartışmasının en ateşli konuğu olarak görebilseydim, hararetli bir şekilde tartışırken… En inatçı karşıt görüşlü konuğun dizine elini koyup, o sonsuz içtenliğinle, program sonuna bile gelmeden adama, “Haklısın” dedirtseydin…
Ve nihayetinde Rakel’in de dediği gibi: “Keşke Hrant’ı yaşatsalardı da, 301’den hapiste olsaydı… ”
Keşke…
Sesimizi kestiler Hrant…
Zaten sesimiz çıkmıyordu, sus pus oturuyorduk…
İyice sessizleştik sensiz…
Artık gıkımız bile çıkmıyor…
Sen giderken… Hayatın, bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçti mi Hrant?
G A R İ N E B A H Ç E C İ S E R O P Y A N
* * *
&
Şiir gibi bir insandın sevgili kardeşim! Kendinden başka kimse olmadan, inandığınca yaşamak istedin. “Herkes istediği ‘şey’ olabilir” denilen bu ‘gizli kapaklı özgürlükler’ ülkesinde sen sadece kimliğinle, kendin, özün olarak kalmak, yaşamak istedin. Öyle de oldu. Ama ne güvercine, ne şiire tahammülü kaldı bazılarının. “Anadolu çocukları” artık komşusunu unuttu, ki şiirsiz yaşamaya alıştığından beridir de, birbirlerini kırıp dökmekle meşgul hınzırlar!
E R O L Ş A Y B A K
* * *
&
Daha yüz yıl önce dünyanın en güzel başkentinin işlek bir sokağında Ermenice, Rumca ve Türkçe konuşuluyordu. Renkli bir hayat vardı İstanbul’da, Anadolu’da… İstanbul’un en güzel zamanlarıydı onlar. Yüzbinlerce Ermeni, Türkler ve diğer milletler nadide bir mozaiğin, dünyanın en güzel şehrinde birer çiçeğiydi.
Kara bulutlar bu mutluluğu dağıttı ve yüzbinlerce insan öldürüldü.
Yüzlerce yıldır birlikte yaşadığımız bu insanları öldüren histerinin altında yatan ne idi acaba?
Yaşadıkları topraklara sıkı bir şekilde bağlı ve azınlıktaki Ermeniler neden sökülüp atıldı acaba bu topraklardan?
Yüz yıldır süren acıların, haksızlıkların ölümlerin nedenini hangi slogan özetliyor acaba?
Bu topraklarda acıyla büyüyen ama hiçbir zaman umudunu kaybetmeyen Hrant Dink bu sloganı biliyordu ve bedelini ödeyerek korkusuzca haykırdı gerçeği yüzümüze.
Onun cesareti korkusundan da Türkiye’den de büyüktü.
Tanrıya savaş açmıştı.
“Tabular Tanrısı”nın içi kanla dolu bir sloganı vardı: “Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur!”
Hrant Dink’in amacı bu sloganın içini barışla doldurmaktı: “Türk’ten boşalacak zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan, Ermeni’nin, Ermenistan ile kuracağı asil damarında mevcuttur.”
Hrant, bir yol açtı önümüze, boş sloganların saçmalığını öğretti bize. Artık yürümek barışa doğru, cennete doğru, Hrant’a doğru bizim elimizde.
F A Z I L T A R
* * *
&
Barış bir evladını daha kaybetti bundan bir buçuk yıl önce…
“Güvercin tedirginliğinde” yaşadı “O”… Kaçabilirdi de… hem de ömür boyu rahat edebileceği bir yerde de yaşayabilirdi… Ama kaçarak meydanı namertlere bırakmanın insanlık onuruna yakışır bir yanı olmadığını da biliyordu.
“O”, insan olmanın gereklerini yerine getirdi sadece… yaşayan bir insan olmanın gereklerini…
“Hoşcakal” demeyeceğim Hrant; senin dünyaya bakış açın bizim yolumuzu aydınlatan bir fener olacak her zaman…
A Y D I N Y I L D I R I M
* * *
&
Bu topraklar üzerinde düşünmenin, genelden farklı olmanın daha da fenası; yazarak kendini ifade etmenin ışıltılı bir örneğine daha farklılığının bedeli “ödetildi”.
Peki; Hrant’ın canıyla ödediği bedeli, biz nasıl ödeyeceğiz?
Umalım ki, bir daha hangi görüş ve inanışta olursa olsun hiç bir yazar ve fikir adamına yönelik saldırılara tanık ve/veya “dahil” olmayız.
Umarım ki, bir daha hiç bedel ödetilmiş bir yazar veya fikir adamının kendi kanında büyüyüp devleşmesine şahit olmayız.
Umarım, bir daha kendiliğinden birleşip, tek yumruk olarak sokaklara dökülen sessiz çoğunluklardan teselli aramak zorunda kalmayız.
E N G İ N A Y M E T E
* * *
&
Seni görmedim ama, gülümseyerek dinledim hep. Gazeteni kucaklarcasına okudum.
Çok özür diliyorum Hrant, seni koruyamadım. Hatırlarsın, o ilk yoldaşlarınla aktığınız uzun yürüyüşleri. Biliyor musun, seninle hiç yürüyemedim ben. Hiç eyleme gidemedim. Sadece, onurlu bedenin toprağa kavuştuğunda, arkandan yürüyebildik…
Sen, 301. maddeden yargılandığında; arkanda olamadım Hrant, çok özür diliyorum.
Kimisi, “1.500.001. kurban verildi” diyerek anlatıyor katliamını; kimisi “İyi oldu” diyor, kimisi de “Yazık oldu”…
“1.500.001. kurban” diyenleri yargılamayacaklar umarım Hrant. Sadece düşündüler çünkü. “İyi oldu” diyenleri taçlandırmayacaklar umarım Hrant… Yazık oldu diyenlere de, “Esas size yazık be…” demeyecekler umarım Hrant.
Biliyor musun, sen olsaydın, bu üç fikri de ortak kılan bir nokta bulurdun. Biz bulamıyoruz; sen bizden fazlasın Hrant…
Sen olsaydın, bana “Ermeni düşmanlarının, Ermeni düşmanı olarak doğmadığını” anlatırdın. Ne yazık ki, tüm Türkiye bunu, 20 Ocak’ta senden duyamadı Hrant; sana “Çutagım” diye seslenen, “Ah sevgilim” diyen Rakel Hanım’dan dinledi. Sen de söyledin onların bebek doğduğunu, ama dinlemediler, bir dakika olsun konuşmadılar Hrant…
Sen bilmiyorsun ama, biz seni çok özlüyoruz Hrant.
Biz biliyoruz, sen insanları tüm bu olanlara rağmen çok seviyorsun Hrant…
Ve onlar bilmiyor, senin cesur fikirlerin hâlâ bilinçaltımızda; hem de daha kuvvetli bir biçimde. İşte, bunun için özür diliyorum senden Hrant!
B E R C A N A K T A Ş
* * *
&
Senin İstanbul’undayım şimdi. Sarayburnu puslu ve hüzünlü bakıyor uzaktan. Bir vapur düdüğü bölüyor havayı. Bir yolcu vapuruyla martı birbirine yaklaştığında, bir ürkek güvercinle yollarımız kesiştiğinde, bir istavrit gümüş gibi çakarken oltanın ucunda, hatırlıyorum katillerinin dişlerinde taze kan izleri ve ceset kokulu nefesleriyle nasıl saldırdıklarını sana, anılarına, düşüncene ve en kötüsü de sevgine. Nasıl da çalmaya çalıştıklarını seni bizden ve bir tokat gibi inen suratlarına birliğimizi, bir olduğumuzu, sen olduğumuzu, ateş olduğumuzu, yaktığımızı her yeri cayır cayır… Hatırlıyorum!
Ey Hrant, biz seni senle yaktık da külünü yine sana savurduk ki, daha çabuk karış geldiğin yere… Şimdi ey ateş, sana sesleniyorum: Sanıyorlar mı ki gittin, öldün sen; çaldılar seni bizden, sırtından vurulur da ateş yere düşer, öyle de bu kalp seni hep öyle hatırlar. Bırak sansınlar. Benim zihnimde sen hep “Tutak babig” olarak, sevginin en saf, en katıksız haliyle bir piyano başında, kucağında o sevgili ile kalacaksın. Bırak bu bizim sırrımız olarak kalsın, çünkü o ökse otlu kuş avcıları bilmezler ki ölüm bir vizör, ahiret ise bir fotoğraf karesidir.
E L İ F C A N D U Y G U N
* * *
&
Yasımın yaşlarını akıttım içime, yıkadım yüreğimi, ellerimdeki kan silinsin diye… Katlimin izleri silindi, ağlıyorum sana gizlice, ve sen yine (de) seviyorsun beni…
O Ğ U Z H A N K E S K İ N
* * *
&
Tanrılar adildir bilirsin. Yok etmenin sorumluluğunu hiçbir tanrı tek başına üstlenmez, çoğunluk kabulü görmesi gerekir. Mutlaka bizden değil demeleri için küle belenmesi gerekirdi cisminin. Sen zaten başından beri yoktun. Var olmak, yok olmak, varsıl olmak, yoksul olmak çözümünde hep yoksuldun ve hep yok oldun. Varsılın seni kutsamasında, arabasının koşu takımlarını sana sunduğunda utancından yüzün kıpkırmızı oldu. Sen tanrıların gazabına o zaman uğradın. Sen zaten yoktun. Var olsaydın varsılın ofsetleri gözbebeklerinde dönerdi. Kameraların varsılın sofrasını, yoksulun beynine kurardı. Sen yoktun. Sen yok olduğuna hem kendini, hem de bizi inandırdın. Halbuki bir tanrının hamil-i kartını mendil cebinde bulundursaydın, hakkında verilen nihai kararda tanrılar katında yandaşların olurdu (sen mi yandaş olurdun?) Birileri yaşamın boyunca koruduğun değerleri, seni şimdi savunmasız zannedip, sensi tanrılar katına çıkarmak istiyor. Gözün arkanda kalmasın, sen bizim yoksulluğumuzsun Hrant.
Göğsümüz gururla kabarıyor ve haykırıyor, sen yoksun.
G Ü N D Ü Z D U Y G U N
* * *
&
Anlaşılmamak bu kadar zor olmamalıydı oysa; ne acı, o “vatan haini” dahi olamadı. Çünkü belki de, ölümüne sebep olan bu “vatan” kavramı, onu hiçbir zaman sahiplenecek insanlar barındırmadı içinde.
Elini uzattığı her “soylu Türk”ten, anlaşılmamanın verdiği acıyla; tek tek kırıldı, önce kolları, sonra tüm bedenini sardı…
İçimi acıtsa da yarin gidişi, biliyorum, onurluca bir hayatın sonuna geldiği an, yeni bir başlangıçtı onun için. Yitip gidene üzülmemek elde değil ama, en çok da yarım bırakıldığım için, boş bırakılan karelerin bir daha doldurulamayacağını bildiğim için acıyor içim. Varlığını, onu yok sayan, sözde “Türk varlığı”na armağan etti…
Alın, tüm acizliğiniz sizin olsun şimdi… Gidip çekilin köşelerinize rahat rahat; Hrant, artık yaşamıyor ne de olsa…
“Vicdan hesaplaşması”naysa, hiç girmeyeceğim… Vicdanı olan adamın, katil olamayacağını öğrendiğim yaşlardayım artık…
Bir “Ermeni dölü”nden daha kurtuldunuz ve hatta kanı hala sıcacık, akıyor hala…
O kanlı ellerinizle yazın, güzelim ülkemin çirkin tarihine bunu da… Gururla anlatın o saçma sapan tarih kitaplarınızda…
Ne de olsa, onurluca yaşayan her insana düşman olduğumuz gibi, ona da kin gütmedik mi?
Anlatın bunu da o doyulmaz şehvetinizle tarih kitaplarınızda.
Katil bir ırk nasıl yaratıldı, bu faşist tohumlar nasıl ekildi, onu toplumca nasıl lime lime ettiğimizi anlatın…
Çelişkilerle dolu bir toplumuz biz. Bu topraklarda yetişti o “beyaz bereliler”; tıpkı Nazım’ın, Deniz’in, Hrant’ın yetiştiği gibi…
Bir yerde hala kanı akmakta ateşimin; hala sıcacık, soğumadı daha… ve soğuyacağa da hiç benzemiyor, yitip gidene “dur” demeden…
Ö Z G E A Y D I N A L P
* * *
&
Ve şimdi, 23,5 Nisan…
Çok çocuk bir bayramdan kaçanların, namert bir katliama tutulduğu o yaralı tarih yani…
Yeni ekilen tohumların üzerinde, çamurlu postal izleri…
Tam 93 yıl önce başlayan zulmün yürüyüşüne atılan o ilk adımın, bugünkü kürsülerde dillendirilemeyen “örtülü” sessizliği…
23,5 Nisan bugün…
Soykırımın asıl tarihi…
Ve o adım için zorlanırken nasırlı ayaklar, “Ama durun” diyordu bir adam, “öyle ya da böyle, bir miras bırakıyoruz…”
Sabırsız askerler ellerinde tüfekleriyle yaşlı adamın tepesinde dikilirken, onun inatçılığı yüzünden, canlarından olacaklarının korkusuyla kasılmış bedenlerini ayakta tutmakta zorlanan aile fertleri de, babalarının, atalarının gözlerinin içine bakıyorlardı, askerlerden çekinir bir şekilde…
“Yahu durun” diyordu adam, “geride bir toprak; bir gün yalan olacaksa da, bir gün kalleşçe unutulacaksa da, bir tarih bırakıyoruz geride… Durun hele, bu kadar sabrettiniz madem, bekleyin biraz daha…”
Postallar eziyordu üzerindeki toprağı… Birbirine tamamiyle zıt “bereket”le “kuraklığı”, teninde aynı gururla taşıyan Mezopotamya’nın yanık atlasında, acı acı gülümseyen yaşlı bir adam, korkulu gözlerle kendisine “Hadi” diye direten ailesine ve aynı yere bastıkları halde, daha şimdiden, ondan “yüksekte” olduğunu sanan askerlere bakıyordu alaycı bir şekilde…
Girip evinin ambarından elinde bir tırpanla çıktı yaşlı adam…
Askerlerin arasından bir mırıltı, aile fertlerinden ise bir homurtu yükseldi aynı anda…
Kıdemli olanlarından bir asker yaşlı adama doğru yanaşıp biraz daha, “Bey amca, sen bizim dediğimizi anlamadın galiba” dedi, ukala bir tavırla…
“Niye anlamayorum ben seni be evladım,” diyerek olanca masumiyetiyle askere doğru yöneldi “bey amca”: “Neden anlamacamışım ben seni. Senin dilin dil değil mi?”
Kendi hayatında bile başkalarının emriyle konuşmaya iyice alışmış olan asker, “Hadi uzun etme artık” dedi, “çekemem senin kıytırık nasihatlerini… Gidiyorsunuz buradan artık. Burası size ait değil…”
“E o zaman birkaç saat zaman verin bana” dedi yaşlı adam… “Birkaç saat de sizin hatırınıza. Yoksa şöyle iyice bir elden geçirmek gerek ama, madem aceleniz var, siz bir nefeslenin, ben bir çeki düzen vereyim şuraya…”
“Nereye” diye bön bön sordu asker, yaşlı adamın elindeki tırpana bakarak.
“Nereye olcak evladım” dedi adam, “bahçaya…”
Komutanın tepesi iyice attı: “Ne bahçesi be adam… Kimin bahçesinden bahsediyorsun sen. Burası senin evin, burası senin bahçen, burası senin köyün; yani velhasıl-ı kelam, burası senin memleketin değil artık, anlasana… gidiyorsunuz siz buradan. Öyle hüküm çıktı. Burada kalamazsınız artık…”
Güneş altında beklemekten usanmış komutanın tükürükler saçarak bağırdıklarını donmuş bir ifadeyle dinleyen yaşlı adam, “Biz gidiyoruz öyle ya. Burası bizim değil artık. Memleket değil, köy değil, bahça hiç değil. Bir de anlamam ben bir şey sözde. Asıl sen anlamazsın hiçbir şeyi… Ben kalacağım için almadım zati bu tırpanı elime. Madem biz gideriz buradan, bu ev de bu bahça da böyle boş boş duracak değil ha? Elbet gelir, olur bir sahipleri. Bu bahçeyi böyle düzensiz bırakmak olur mu o insanlara?”
Anlamıyordu “bey amca”.
Komutan ise, hiç anlamıyordu…
Geride bir toprak bırakılıyordu ve o toprak, onlardan sonra gelecekleri ağırlayacaktı yanık teni üzerinde…
“Böyle bırakmak olmazdı elbet”… “Hiç böyle düzensiz bırakılır mıydı, bu kadar has bir emanet?”
Lakin “birkaç saat” bile zaman vermediler “bey amca”ya… Emanetini bile başı dik devretmesi için izin vermediler…
“Emanet”, talan oldu onlar gittikten sonra…
19 Ocak 2007’de aramızdan ayrılırken, Hrant’ın da bırakacağı bir dünya “emanet” vardı daha…
Yine bırakmadılar…
Anadolu’nun öz be öz mirası, işte böyle lain bir rejimin pençeleri arasında ziyan olup gitti usulca…
“23,5 Nisan”ı anlattığı yazısında ise, “23 Nisan bütün çocukların olacaksa eğer ben derim Ermenistanlı çocukların da olsun bir biçimiyle. Çağırın onları da bu kutlamalara. Barıştırın çocukları birbirleriyle, tanıştırın. Sadece 23 Nisan da olmasın, 24 Nisan’ı da katın içine. Daha da uzasın o günler, bütün Nisan’ı katın, bütün baharı katın. Hadi siz beceremiyorsunuz diyelim, varolan kinler engel buna. Bırakın bari dünyayı çocuklara, onlar bu işi halleder, yeter ki engel olmayın siz.” diye dilemişti Hrant da yalnızca…
Ama değil 23 Nisan’da Ermenistan’lı çocukları buradaki kutlamalara çağırmak; buradaki çocuklara, Ermenistan’daki çocukların büyük dedelerinin aslında ne kadar “kalleş” olduklarını anlatan saçma sapan müsamereler düzenlediler; 24 Nisan’da başlayan o lain yürüyüşün en buz tutmuş duraklarından biri olan Erzurum’da…
Sadece “Türküm” dedirtip, her yıl bir Başbakan koltuğuna yüz sürdürerek “mutlu” ettiklerini sandıkları 23 Nisan çocuklarına; Ermenistan’daki yaşıtlarının büyük dedelerine 24 Nisan’da başlayan o kör katliamda neler yaptıklarını hiç anlatmadılar, üniformalı “mutluluk” timsarları…
İşte şu an, 23 Nisan’ın yalan mutluluk ve bayram siluetinde, 24 Nisan’da yok olmaya başlayan ve durmadan yok olan bir buçuk milyon insanın kan kırmızı yokluğunu hissettiğimiz araf: 23,5 Nisan…
Aynı zamanda, Hrant ve Rakel Dink çiftinin, “ilk çocuklarına can verdikleri andır bu an…”
23,5 Nisan’dayız şimdi ve koca bir ceset atlasıdır bize, Mezopotamya’dan “emanet” kalan…
E M R E D U R S U N
* * *
&
Ne kadar çok şey söylesem, o kadar yetmeyecek hissi dolduruyor içimi… Cenazende şiir okuyan adamın en son dediği şeyi söylüyorum içimden sürekli: “GÖVDEM GÖVDENE CAN OLSUN…”
E Z G İ K A P L A N
* * *