(Aydın Engin’in Nor Zartonk için yazdığı ve ilk kez yayınlanacak olan bu yazıyı siz okuyucularımızla paylaşıyoruz.)
Aydın Engin
Yazım kılavuzu iki ayrı sözcük öngörüyor: Tabu ve kıran.
Umurumda değil. Ben inadına bir birleşik sözcük ürettim: Tabukıran.
İyi ettim. Uzun süredir arkadaşımı en iyi tanımlayacak bir söz, bir deyim arıyordum. Bu yazı vesile oldu, buldum: Tabukıran.
Tıpkı “buzkıran” gibi… Öyle ya, buzkıran deyince bir tabureye oturup önündeki buz kalıplarını kıran birini mi anlarız? Buzkıran özel bir geminin adıdır. Kutup sularında iş tutar.
Tabukıran da tabuların kol gezdiği, tabuların en sadık bekçisinin devlet olduğu bir ülkede “iş tutar”.
Sahiden de çok tabu kırdı o.
Öncelikle ürkmüş, devletten gelen her şeye tepkisiz kalmayı seçmiş, fısıltıyla konuşan bir cemaatte gür bir ses oldu. Bir tabuydu cemaatin bu tutumu ve o tabuyu kırdı. Bugün sesi gür çıkan Ermeni gençler varsa ve onlar Meclis’te, Agos’ta, toplantılarda, eylemlerde bu ülkenin eşit haklı yurttaşları olduklarını gözlerini kırpmadan haykırabiliyorlarsa bunu büyük ölçüde ona, o cesur Tabukıran’a borçluyuz…
Keza 1915, yıllardan bir yıl, o uğursuz Nisan ayı, aylardan bir ay, o ayın 24’ü günlerden bir gün iken; TV ekranlarında, Agos’un sayfalarında, toplantılarda alışılmadık bir ses yükseldi: 24 Nisan 1915 Ermeni soykırımının başladığı gündür!
Tabuların en büyüğü, en kırılmaz sanılanı bir cümle ile kırılıvermişti. Şaşırıldı. Ermeni cemaati dahil pek çok kişi çok şaşırdı. Devlet katındakiler ve Türk milliyetçileri daha da çok şaşırdılar. Ancak söz kanatlıdır uçar. Dilden dile, kulaktan kulağa ulaştı.
Çok geçmedi, Fransız Parlamentosu “Soykırım yok demek suçtur!” diye özetlenebilecek bir yasa kabul etti.
Aynı günün öğle saatlerinde ana akım medyanın anlı şanlı haber kanallarında yakışıklı, gür sesli, kekelemeyen, ama bağırıp çağırmayan da biri belirdi:
– Şimdi Paris’e gideceğim ve Concorde Meydanında bir taşın üstüne çıkacağım ve “1915’de Ermenilere karşı soykırım yapılmamıştır!” diye haykıracağım. Fransız devleti bir kolumdan tutup cezalandırmak için çekmeye kalkışacak. Sonra Türkiye’ye dönecek, Ankara’da Güven Park’ta bir taşın üstüne çıkacağım ve “1915’te Ermenilere karşı soykırım yapılmıştır!” diye haykıracağım. Türk devleti öteki kolumdan tutup cezalandırmak üzere çekmeye başlayacak. Belki beni böyle parçalayacaklar. Ama bu gerçeği değiştirmeyecek…
Tabu kırılmakla kalmadı, paramparça oldu.
Daha önce bir tabu kırılmıştı. “Uslu” ve gelenekli cemaat gazeteleri arasında bir “fırlama gazete” beliriverdi. Nalına mıhına yazan, hem Türkçe, hem Ermeni alfabesiyle yani Ermenice sayfaları olan bir gazete. Adı tarlayı süren pulluğun ardında bıraktığı iz: AGOS. Türkçesi “Arık”. O Arık’a nice tohumlar serpildi ve o tohumlar nice filizler yeşertti. Benim yakın tanıdıklarımdan bir kaçını sayayım: Karin, Garo, Hayko, Aris, Lara, Rober, Yetvart, Lora…
Bir gün O’nu vurdular. Ölümüyle de tabular kırdı. Türkiye’nin görüp göreceği en büyük kitlesel eylemle uğurlandı. Son cümleyi okuduktan sonra bir soluk alın, arkanıza yaslanın ve şu iki soruyu cevaplayın:
Bir zamanlar, bu ülkede yüzbinlerin “Hepimiz Ermeniyiz” diyerek yürüyeceğini söyleselerdi, kim inanırdı?
Bir zamanlar, bu ülkede “bir Ermeni’nin” ardından yüzbinler sessiz gözyaşları dökerek kilometrelerce yürüyecekler denseydi kim inanırdı?
* * *
Tabu kırmak için ne gerek, diye sorsalar, O’nda gözlediklerimi sıralarım, olur biter.
Önce: Cesaret
Önyargılarına tutsak, milliyetçilik batağında debelenen, iskemlelerinin altına bir çubuğa takılı küçük Türk bayrakları saklamış koca bir salon dolusu “Türk” gencinin karşısına konuşmacı olarak çıkmayı kabul etmek cesaret değilse nedir?
Çıkmayı kabul edip, henüz zaman varken ve bencileyin arkadaşları tarafından uyarılmışken caymamak, söz verdiği gün ve saatte o “dost olmayan” kitlenin karşısına çıkmak cesaret değilse nedir?
Sonra: Özgüven
O toplantı örneğinde kalalım. Daha ilk cümleler kalabalığın suratında şakladı: Sizler sanıyorum 1915’de soykırım olmadığına, tarihçilerinizin mukatele dedikleri karşılıklı çatışmalar yaşandığına inanıyorsunuz. Bense 1915’te bu topraklarda benim atalarıma karşı soykırım uygulandığını söylüyorum. Bu konuşmada sadece bunu anlatacağım.
Öyle de yaptı. Anlattı, anlattı, anlattı…
Sonra: İkna yeteneği ve gücü
Salonda cık çıkmadı. Handiyse soluklarını tutmuş koca bir salon dolusu genç karşılarında hiç sesini yükseltmeden, bağırıp çağırmadan konuşan o yakışıklı Ermeni’yi dinlediler.
Konuşma bitti. Koca salon dolusu kızlı erkekli gençler ayağa kalktılar; heyecanla, suratlarından dostluk fışkırarak alkışa durdular. Çubuğa takılı küçük Türk bayrakları iskemlelerin üstünde kaldı.
Ben oradaydım. Dolaysız tanığım. Başkası anlatsa zor inanırdım. Şimdi ben anlatıyorum ve belki de birileri zor inanacak.
* * *
10 yıl geçti. Anayasasında bir hukuk devleti olduğu yazan Türkiye Cumhuriyeti 10 yılda tetikçileri belli, cinayete giden yolun taşlarını döşeyenler belli, azmettirenler belli, suçu örtbas etmek için kolları sıvayanlar belli bir davayı bitiremedi. Bir 10 yıl daha geçer ve o dava yine bitmezse kim şaşacak?
Cinayet sonrasında taziye için geldiğinde “Bu cinayetin Ankara labirentlerinde kaybolup gitmesine izin vermeyeceğim!” diye kostaklanan birisi şimdi ülkede hukukun son kırıntılarını da yok etmekle meşgul.
Ülkenin Ermeni sorunu, Kürt sorunu, Kıbrıs sorunu gibi kangren olmuş sorunlarını çözeceklerini ilan edenler bugün o sorunların üstüne Suriye’de, Irak’ta yenilerini eklemekteler.
Türkiye’yi Batı Avrupa demokrasi standartlarına ulaştıracaklarını söyleyip iktidara gelenler bugün Batı Avrupa’ya sırtını dönüp, yüzünü Putin gibi bir “oligark”a, Ortaçağ değerleri ile 21. yüzyılı yaşamakta olan Suudi Arabistan, Katar gibi ülkelere çevirmekte…
1400 yıllık dinsel değerler 21. Yüzyılda da geçerli olabilecekmişçesine önümüze sürülmekte. Onları tartışmak tabu.
Yani…
Yani bir Tabukıran’a öylesine ihtiyacımız var ki şu dönemde…