Arat DİNK
Jiyan.Us
Yaşanan her acı hatıranın sebepleri üzerine elbette naif açıklamalar üretilebilir. Bu naif açıklamalara öncelikli olarak gönül indirilmesi üzerine de söylenecek söz vardır kuşkusuz; ancak bu yazının konusu değil. Konumuz babamın valilikte tehdit edildiği görüşme. Bu görüşmenin tehdit içermediği gibi naif bir ihtimalden söz edilebildiğine göre bu ihtimali irdelemek de bize düşsün.
Bu ihtimale göre; bir gün bir Ermeni gazeteci, yazdığı bir haberle ilgili vali yardımcısı tarafından valiliğe görüşmeye çağırılabilir. Gelirken haberle ilgili elindeki bilgi ve belgeleri getirmesi de istenebilir. Bu durum pekâlâ vali yardımcısının entelektüel ilgisinden kaynaklanıyor da olabilir. Gittiğinde vali yardımcısının odasında, iki kişiyle birlikte oturuyor olduğunu görebilir. Vali yardımcısı bu iki kişinin yakınları olduğunu, görüşmede bulunmalarında bir engel olup olmadığını sorabilir. Gazeteci elbette bir mahsuru olmadığını söyler. Bir vali yardımcısının yakınlarının ne mahsuru olabilir?
Bu görüşmede yazdığı yazıların kendisi ve tüm Ermeniler için bir takım olumsuzluklara sebep olabileceği ihtimalinden söz edilebilir. “Aman yanlış anlamayınız, hani biz sizi biliyoruz, Ermenileri de severiz, hatta bizim bir Ermeni komşumuz vardı…” falanla da bu kaka düşüncelere kesinlikle kendileri tarafından sahip olunmadığı, ama TOPLUM’da da bu tür şeylerin maalesef olabileceği hatırlatılır. (anlaşılan o ki bu TOPLUM da Agos’un sürekli okurudur.)
Burada şöyle bir ihtimal ortaya atılabilir kuşkusuz. Gazeteci, bu ülkedeki en netameli alanlardan birinde el yordamıyla bir patika açmaya çalışacak kadar zekâ sahibidir, ama başına gelebilecekler konusunda düşünecek kadar zeki değildir veya bunu düşünmeye zaman bulamamıştır. Devlet de (burada vali yardımcısı ve yakını) hüsnüniyetle “bak oğlum” diye başlayarak başına gelebilecekleri gösterme gereği görmüş olabilir. Ne kadar uğraştımsa da bunun tehdit kokmayan bir biçimini yazmayı başaramadım. Ama diyelim ki Devlet bunun tehdit içermeyen bir biçimde yapabileceğine gerçekten inanmıştır. Hatta tehdit olarak algılanabileceği aklının ucundan bile geçmemiştir. “Biz sizi biliyoruz da sokaktaki adam ne bilsin” cümlesi bu ihtimalin akla geldiğinin bir göstergesi olamaz kuşkusuz.
Gazeteci, görüşmeden çıktığında -çok zeki biri olmadığından- hemen komplolara gönül indirir. O vali yardımcısının yakınlarının aslında istihbaratçı olduklarını (ki bunun doğruluğu yıllar sonra kanıtlanacak) ve kendisini üstü kapalı tehdit ettiklerini, gözdağı verdiklerini ve bunu vali yardımcısıyla birlikte onun odasında yapmaya cüret ettiklerini düşünür. Sözüm ona elindeki belgeleri görmek istemişlerdi ama sormadılar bile, kendisi hatırlatmasa dosya elinde çıkacaktı neredeyse…
İlerleyen günlerdeki gelişmeler de ona hep o odayı hatırlatır. Sözü edilen TOPLUM, o odada söylenenlerin haklılığını ispat etmek istercesine, gelir kapısına dayanır. “Hrant hedefimizsin!”, “Bir gece ansızın gelebiliriz!”, “Hrant Kaşıma”, “Bir yiğit sen misin?”, “Ermeni yurttaşları rahatsız etme!” gibi sloganlar yargılandığı mahkemelerle birlikte kalan ömründe eksik olmaz. Ve bir gün öldürülür.
Anlatmaya çalıştığım gibi, babamın tehdit edildiği görüşmede bulunan vali yardımcısı ve istihbaratçıların masum olmaları gibi naif bir ihtimal de var. Dolayısıyla o kişilerin amirlerinin masum oldukları gibi naif bir ihtimal de. Ancak bu ihtimalin doğru olabilmesi için -yani söylendiği gibi, haberin Ermeniler ve Hrant Dink üzerinde bir tehdit yarattığı kaygısıyla o görüşmenin yapılmasına gerek görülmüşse- Ermeniler ve Hrant Dink üzerinde tehdit oluşmasına sebep olan onlarca başka haber için de benzer bir uygulamaya gidilmiş olması gerekmez mi? Üstelik o haberler daha geniş bir TOPLUM’un okuduğu gazetelerde yayımlanmışsa…
Naif ihtimaller üzerine konuşurken şu da akla geliyor: Mesela siz İstanbul’un valisisiniz. MİT ve/veya Genel Kurmay’dan Hrant Dink ile “uyarı” mahiyetinde bir görüşme yapılması “tavsiye” ediliyor. Ne yaparsınız? Bunu üstlerinize yani İçişleri Bakanlığı’na veya Başbakanlığa sorup kendinizi güvenceye alarak yapabilirsiniz (elbette bu “tavsiye” direkt oralardan yani hükümetten gelmemişse).
Ya da kendiniz sorumluluğu üstünüze alma cüretini gösterir, inisiyatif kullanarak görüşmenin yapılmasına karar verirsiniz. Sorumluluğu üstünüze alma cüretini göstermişseniz, yıllar sonra bir “şanssızlık” üzerine “olay patladığında” iktidardan beklenecek olan, kendinden habersiz yapılan bu işlemin hesabını sizden sormak olacaktır. Bugün böyle bir hesap sorulmuş mudur? Hayır. Aksine yıllarca yerinizi muhafaza etmiş, üstüne üstlük terfi ettirilmiş daha sonra da iktidar partisi tarafından milletvekili adaylığıyla onurlandırılmışsınız. Bugün, yaptığınızın doğru olduğunu düşünüyorsanız sanırım kimse sizi suçlayamaz. Yaptığınızın doğru olduğunu düşünen başka valiler varsa ve olacaksa sanırım onlar da suçlanamayacaklar.
Yaptığınız bununla sınırlı mı? Elbette hayır. 05.07.2007 tarihinde Mahkeme, Dink Ailesi avukatlarının talebi üzerine, size o görüşmede bulunan iki şahsın kimliklerini ve görevlerini sorar. Sorunun basitliğine lütfen dikkat ediniz. Siz arkanızdaki siyasi iradenin de verdiği güvenle bir cevap yazarsınız. Daha önce Ankara Barosu avukatının bir sorusunun cevaplanabilmesi için, 07.02.2007 tarihinde İçişleri Bakanlığı’na hitaben kaleme almış olduğunuz makul bir metin de elinizin altında hazırdır. Ancak kendinize güveniniz öylesine tamdır ki, yine naif bir ihtimalle, İçişleri Bakanlığı’na herhangi bir şey sorma gereği duymadan, daha önce hazırlamış olduğunuz metinden şu iki noktayı dahi çıkarma cüretini gösterirsiniz:
“…ilgili istihbarat birimlerinin Valilikten talebiyle…”
“Görüşme sırasında odada bulunanlar yukarıda bahsedilen konularla ilgili güvenlik ve istihbarat görevlileridir ve merhum Hrant DİNK’in muvafakatı ile görüşmeye katılmışlardır.”
Metnin geri kalanındaki masalı mahkemeye olduğu gibi gönderirsiniz. İşte bu, mahkemeyle de halkla da dalga geçmektir. Sorusuna cevap verilmeyen mahkemenin daha sonra ne yaptığını meraklısı araştırsın.
Evet, o “çocuk”lar (sanıklar), babamı öldürürken yalnızlar mıydı? Yani yalnız başlarına mı yaptılar? Peki şimdi soralım bugün mahkemeyle dalga geçerken yalnızlar mı? Yani mahkemeyle ve hepimizle yalnız onlar mı dalga geçti? Bizzat Vali mahkemeyle dalga geçmemiş midir? Ve sonrasında mahkeme hepimizin aklıyla dalga geçmemiş midir?
Bu noktaya değinmişken, mahkemenin sadece tetikçiler üzerine odaklanmasını nasıl sorun olarak görüyorsak, medyanın da cinayet sonrası süreçte tetikçilere odaklandığı her haberi bu bakışla yeniden gözden geçirmesi gerektiğini hatırlatmak isteriz.
Normalde bu tür konular üzerine serinkanlı yazamıyorum. Ancak “acılı çocuğun haklı öfkesi” yaftasının sözümü gölgelediğini de fark ediyorum. Gördüğüm lüzum üzerine daha sakin yazmaya karar verdim. Onun için İstanbul Eski Valisi M.G.’nin Meclis komisyonuyla 3 Ocak 2008’de yapmış olduğu samimi sohbetten, önemsiz gördüğüm bazı bölümleri buraya aktarmakla yetineceğim. (Bkz. Komisyon raporunun 43-46 sayfaları)
“ilk önce profesyonel bir cinayet dediğini ama hemen daha sonra cinayetin profesyonel bir iş değil basit bir olay olduğunu”(!)
“Dink ailesinin Fırat Dink’in neden yargılandığını da bu cinayetin aydınlatılması sürecinde gündeme getirdiğini”(!)
“bu cinayet vasıtasıyla da bazı devlet organlarının yıpratılmak istendiğini”(!)
“İstanbul’da koruma önlemi alınabilecek 500’e yakın Ermeni kişi ve kuruluşun var olduğunu ve koruma olacaksa bunların hepsine olması gerektiğini”
“Dink’in yazılarından sonra yazılanlardan Ermeni cemaatinin de etkilendiğinden, akıllarına kendisiyle konuşmak geldiğini ve kendisine yazdıklarının belgeye dayanması gerektiğini belirtelim dediklerini”
“Vali Yardımcısı E.G.’nin Fırat DİNK’i çağırıp iyi niyetle ve nezaket kuralları çerçevesinde uyarılmak istendiğini”
“Fırat DİNK’in, tehdit edildiğine dair Valiliğe yapılmış bir başvurusunun olmadığını ve koruma talebinin de olmadığını”
“takip edilirim korkusuyla koruma istemediğini düşündüklerini”
“Fırat yargılanırken de sıkıntılar çekildiğini, duruşmalara gelip giderken sorunların olmuş olduğunu ve bunların herkesçe bilindiğini, Fırat DİNK’in yargılamadan sonra da çok tehdit almış olduğunu ama kendilerine yapılmış herhangi bir başvurusunun olmadığını”
“Samsun’da ortaya çıkan durumun tam bir işgüzârlık olduğunu, Samsun Emniyeti’nden istenen şeyin failin hemen yakalanması ve İstanbul’a gönderilmesi olduğunu, foroğraf çektirilme olayının ise tamamen şov olarak değerlendirilmesi gerektiğini”
“Trabzon Emniyet Müdürlüğü İstihbarat Şube Müdürlüğü’nden gelen yazıdaki ‘ses getirecek eylem’ kelimesinin yanlış anlaşılıyor olduğunu”
“yazıda Yasin HAYAL İstanbul’a gelebilir deseydi yazının önemli olabilecek bir yazı olacağını”
“avukatların da bazı hesaplarının var olduğunu, bunlar arasında TCK’nın 301. maddesi ile ilgili hesaplarının da var olduğunu”(!)
“jandarmanın da işin içine girmiş olmasının şanssızlık olduğunu”
“yargı sürecinde de her şey ortaya çıkınca elde kalan tek şeyin Vali Yardımcısı ve bir Emniyet bir de MİT görevlisinin Fırat DİNK ile konuşmalarının olduğunu”
“devletin böyle tehdit etmeyeceğini, yapsaydı başka türlü yapmış olacağını”
“DİNK’in avukatlarının olayı suistimal etmekte olduklarını”(!)
Bu alıntılar kuşkusuz benden daha zeki olan birçok kişi için benzersiz bir malzeme niteliği taşıyor. Özellikle içinde barındırdığı örtülü ikrarla… Yaşamını bu ülkede geçirmiş her insan da bu dilin hangi dil olduğunu hemen anlar. Ben “zanlımız”ın bu zırvalıklarını alıntılarken sinirlerime hâkim olmakta zorlanıyorum. Şu fakir zekâmla dahi kedinin fareyle oynadığı gibi oynayabilirim bunlarla. Ama söylediğim gibi bugün bunu yapmayacağım. Üstelik bu zatın bir gün sanık sandalyesine oturabileceği gibi naif bir ihtimalin hâlâ var olduğu iddia edilebilir.
Ben yine meseleye benzerlikler üzerinden dikkat çekmekle yetineceğim. Yukarıdaki alıntıların yanında (!) işareti olanların, yani valinin göreviyle doğrudan ilgili olmayan argümanlarının tamamı mahkemede sanıklar ve sanık avukatları tarafından da aynen dile getirilmiştir. Dikkat çekmek istediğim valinin sanık tarafıyla olan bu benzerliğidir. Bu benzerlik daha önce de anlatmaya çalıştığım gibi mahkemeyle kurulan ilişkide de kendini göstermiştir.
Bazı Ergenekon sanıklarının bazı partilerden aday gösterilmeleri üzerine AKP kaynaklı tepkiler duymuşsunuzdur. Peki AKP Mardin 1. sıra adayı sizce hangi dosyadan?..
“Ama o sanık değil” diye heyecanla öne atılanları duyar gibi oluyorum. Bilmiyorum “özrü kabahatinden büyük” mü desem?
Tepki, adayların sanık olmalarından mı kaynaklanıyordu? Yoksa zihniyetin ifşasıyla ilgili haklı siyasi bir tepki miydi? Üç kuruşluk hukuk sezgisi dahi olan biri herhalde sanık olmalarını problem etmemiştir.
“Peki ya yargıyı etkilemek…” diyenler de olabilir ama bu da naif bir ihtimal.
Bitirmeden, yukarıdaki “zanlımız” ifadesine de bir açıklık getirmek isterim. Bize taziye ziyaretine gelen Başbakan’a babamın hedef gösterilme sürecinde, hükümetin aldığı tavrı eleştirmiş, özel olarak da Adalet Eski Bakanı C.Ç.’nin yediği nanelerden bahsederken, zat-ı muhterem için “kanlımız” deyip diyemeyeceğimizi sormuştuk. Kendisi bize “Kanlım deme zanlım de” diyerek doğruyu göstermişti. O gün bu gündür dilimize yerleşti. Zanlılarımızın Başbakan’ın terazisindeki kıymetini uzun süredir biliyoruz.
Peki, istediğinde savcılığın arkasındaki siyasi irade olan, istemediğinde “tetikçileri yakalayıp 32 saatte yargıya teslim ettik” diyerek topu işleyen yargı sürecine atan Başbakan’a sormak gerekmez mi; hadi “zanlımız” diyoruz ne değişecek.
En iyisi biz de başka bir yargı sürecinin daha işlediğini hatırlatmakla yetinelim. Tarih şaşmaz ellerle hesabı tutuyor. Yapabilecekken yapmamayı seçtiklerinizi O’ndan saklayamayacaksınız. Çünkü O, yaptıklarınız, ettiklerinizle birlikte yapmamayı seçtiklerinizi de kadim çörküsüne kazıyor.