Yücel GÖKTÜRK
Express
“Geçmişi geleceğe bağlamak için…” Ertuğrul Kürkçü HDP kongresinde yaptığı konuşmada eşbaşkanlığı üstlenişini böyle tanımladı. Bu, HDP’nin de görev tanımı aslında. Ve bu tanımda aslolan o “bağ”. Söz konusu bağ, henüz hemhal olmayan, ama eşyanın tabiatı gereği birbirini içeren iki “hadise”: Kürt hareketi ve Gezi direnişi.
HDP bu iki hadiseyi hemhal ederek geçmişteki mücadeleleri geleceğin ufkuna bağlamanın önünü açabilir mi? Ertuğrul Kürkçü’ye bağlanıyoruz: Express’in Kasım-Aralık 2013 “Yeni Siyaset” özel sayısından naklen…
Express’in 2011 seçimleri özel sayısı için yaptığımız söyleşinin üzerinden iki yıl geçti. Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku adayı olarak kampanyaya hazırlanıyordun, “Bruce Lee performansı lâzım” demiştin, biz de başlık yapmıştık. İki sene içinde Blok’tan HDP’ye geldik. Şimdi galiba Muhammed Ali performansı lâzım. Bruce Lee döneminin bir değerlendirmesiyle başlayalım.
Ertuğrul Kürkçü: Bu dönemin bir Bruce Lee değil, iki Bruce Lee performansı gerektireceğini hep birlikte gördük. Aslında, geçtiğimiz iki yılda varsaydığımın ötesinde bir dönem değişikliğiyle karşı karşıya kaldığımızı söyleyebilirim. 2011 haziranının hemen ardından Türkiye’de müzakereye daha elverişli koşullar doğacağını varsayıyorduk, varsayılıyordu. Gerçi meseleleri içeriden bilenler, Oslo Görüşmeleri’nin çökmüş olduğunun bilgisine sahip olabilirlerdi, ama hiç değilse Öcalan’dan bize yansıyan izlenim bir görüşme kapısının açık olduğu yönündeydi. Bu hepimizi bugün yapmakta olduklarımızı o gün yapabileceğimiz öngörüsüne getirmişti. Bunlar doğrulanmadı. Seçimlerden kısa bir süre sonra Silvan’daki çatışma oldu. Aynı gün Diyarbakır’da DTK’nin “demokratik özerklik” ilanını hükümet savaş ilanı olarak aldı ve savaş başladı. Bu savaş koşulları içinde Blok’u ilerletmek bütünüyle iradeye dayalıydı. Çünkü bu gelişmelerden sonra Blok’un kendini geliştirmesinin nesnel koşulları daraldığı gibi, öznel imkânları da giderek geriledi. Merkezî propagandanın hitap alanında kalan, onun zihinlere tecavüzüne engel olamayan, geçmişte bizim de hitap alanımızdaki kitle geriye çekildi. Çatışmalar ve ölümler nedeniyle her iki kampta empati eğilimleri zayıfladı. Bir bakıma her şey Kürtlerin yeniden bu amansız saldırıya göğüs germe kabiliyetlerinin olup olmadığının test edilmesine kalmış gibiydi. Gerçekten zor bir dönemdi. Bu saldırının çok büyük ölçüde –evet, Blok bileşenleri de dahil olmak üzere– ama esasen Kürt halkının kendi insan kaynaklarını sonuna kadar zorlayarak saldırıya yanıt vermesiyle püskürtüldüğünü düşünüyorum. Burada, PKK’nin devlete yönelik politikalarının da önemli bir payı vardı. Bizi ilgilendiren, sivil alandaki siyaset hakikaten çok büyük fedakârlıklar gerektirdi. Örneğin, Mersin’de birlikte seçim kampanyası yürüttüğümüz BDP ve Blok mensupları bu iki yıl içinde iki kere hapse girip çıktı. Mersin’de 450 kişi cezaevine girdi, il ve ilçe yönetimleri baştan sona yeniden değişti ve bu sadece bir kere değil, üç kere oldu. Her seferinde yeni insan kaynağı bulundu ve bunlara yanıt verilmeye çalışıldı. Bu saldırı, ister istemez iş başındaki politik deneyim sahiplerinin sayıca azalmasına, politik tahlil üstünlüğünün gerilemesine yol açtı. Ama netice olarak, Öcalan’ın 21 Mart’ta yeniden tarihî çağrısını yaptığı güne kadar olan zamanı BDP ve Blok unsurları, esasen savaşın bir türevi olarak yürüyen psikolojik harp ve polis devleti saldırılarına göğüs germekle geçirdi. Bir bakıma, savunmaya dayalı bir siyaset ortaya çıktı. Oysa, HDK esasen bir savunma siyasetine değil, daha çok bir yeniden kuruluş siyasetine elverişli bir yapıydı. Dolayısıyla, başlıca motivasyonumuz değiştiği gibi, hareket alanımız da daraldı. Ama kişisel çabayla, özveriyle, güçlerimizi son haddine kadar sarfederek bu zorlu süreci karşılayabildik. O açıdan baktığınızda, hep Engels’in sözü aklıma geliyor. “Tarih nasıl ilerler?” sorusuna vektörel bir cevabı var. Mealen şöyle: “Aslında tarih hiç kimsenin öngörmüş olduğu bir plana göre ilerlemez. Birisi bir şey, birisi başka bir şey ister, bunlar birbirlerini çeler ve sonunda olan hiç kimsenin kastetmediği şeydir, vektörlerin bileşkesi doğrultusunda gerçekleşir. Ama tarih de zaten böyledir.” Bu da öyle oldu; hükümet Kürt özgürlük hareketine ve müttefiklerine savaşı dayatarak onun bileğini bükme, dişlerini sökme, en dezavantajlı konumda masaya getirme veya imhaya kadar giden bir siyaset dayatmaya yöneldi. Biz üçüncü kutup siyasetiyle yeni bir toplumsal, politik özgürlük seçeneğini kurmak üzere yola çıkmıştık. Ama burada yeni bir savunma siyaseti inşa etmek mecburiyetiyle karşı karşıya kaldık. Sonuçta, bu çatışma hükümetin de ummadığı bir biçimde Rojava’da ve Güney’de Kürt özgürlük mücadelesinin peşpeşe attığı adımlarla, Ortadoğu denkleminin bir anda değişmesiyle birlikte yepyeni bir evreye girdi. O nedenle, Kürt meselesinin hiçbir zaman ulusal sınırlar içerisinde tam mânâsıyla sonuçlandırılamayacağını bir kere daha görüyoruz. Bir ulus devletin hâkimleri kendilerini başarıya gidiyor gibi gördükleri sırada, pekâlâ Kürdistan’ın başka bir parçasında başlayan bir devrimci gelişme onların hayallerini suya düşürebiliyor. Doğrusu, hem içteki savunmanın hem Kürt özgürlük mücadelesinin bölgesel karşı koyuşunun ve avantajları çok akıllıca değerlendirişinin hükümetin bu imha saldırısını savuşturduğunu ve bize yeni bir ufuk açtığını söyleyebilirim. Şimdi duruma baktığımızda, süreçten epeyce hasara uğramış olarak, ama pek çok yeni imkân, esin kaynağı elde etmiş olarak yeni bir evreye girdik.
Blok’tan HDP’ye, bu iki seneyi aşkın sürede iki belirleyici tarihsel ân oldu. Biri, Öcalan’ın Newroz’daki açıklaması, ardından da Gezi direnişi. Newroz’la başlayan süreci nasıl adlandırmalı? Çözüm, müzakere, barış süreci?..
Şimdi bu sözlerin hepsi –“çözüm, müzakere, barış süreci”– her yerde, her zaman söyleyebileceğimiz sözler. Bu tanımlamaları Filistin veya Kolombiya için de kullanabiliriz. Bunlar başlı başına kendine özgülüğü ifade etmeyebilir. Ancak, Öcalan’ın aldığı inisiyatifle birlikte bu süreci değerlendirdiğimde, bunu Türkiye’nin ve Kürdistan’ın yeniden kuruluşu sürecinin çok önemli bir adımı olarak görüyorum. Bu hamleyle birlikte, Öcalan’ın Türkiye’nin politik seçkinleri arasına dahil olduğunu, Kürdistan özgürlük mücadelesinin tanzim edici rolünün örtük de olsa tanındığını gördük. Bundan sonrasını, silahlı mücadeleye dönülür mü, dönülmez mi tartışmalarından tamamen bağımsız olarak, bu politik gücü içermeyen ve hazmetmeyen herhangi bir kalıcı yönetim tarzı olamayacağını haber veren bir dönem olarak görüyorum. O yüzden “yeniden kuruluş dönemi” adını veriyorum. Tabii ki yeniden kuruluş dönemini hem bütün bu koşulları pratikte test etmek, hem masa başında tartışmak için açılmış bir müzakere zemini hem de bir yeni rejim tesisi, kuruluşu için bir arama dönemi olarak görebileceğimizi söyleyebiliriz. “Bütün bunlar niçin böyle?” sorusunun cevabı, bence hâlâ Öcalan’ın ‘94’te söyledikleri. Bunu ne Türkiye Cumhuriyeti’nin silahlı güçlerinin PKK’yi mağlup edebileceği ne de PKK’nin Ankara’ya gelip iktidarı ele geçireceği, ikisinin de söz konusu olmadığı bir “pat durumu”ndan çıkış için hamle olarak görebiliriz. Öcalan üçüncü defadır bu hamleyi yapıyor. Türkiye’nin egemenleri de üçüncü defadır başka bir yol olmadığı için bu hamleye bir karşılık verme ihtiyacı hissediyor. Ama bunların bir plana, çerçeveye kavuşturulması bakımından öneri sahibinin Öcalan’ın olduğunu, özgürlük hareketi olduğunu görüyorum. Hükümetin ve diğer siyasî oyuncuların bir yeniden kuruluş planından yoksun olduğunu, varsa bile bunların parçalı, fragmante düşünceler olduğunu, bütünsel bir çerçeveye sahip olmadıkları için karşılarındaki gücün ne dediğini anlayamadıklarını gözlüyorum.
AKP’nin sözcülerinden, medyasından kamuoyuna yansıtılan “Öcalan makûl, BDP ve Kandil şer” söylemi iktidar açısından nasıl bir pozisyonun ifadesi?
Öcalan’ın yapması gereken her şeyi zamanında ve doğru biçimde yaptığını düşünüyorum. Öcalan’a bunu yapmak düşer, BDP ve Kandil’e de kendi yaptıklarını yapmak düşer. Öcalan bir barış çağrısı yaptıktan, kendisine düşen rolü oynadıktan sonra, bu çağrının gereklerinin nasıl yerine geleceğine dair işleri hükümetin ve hareketin karşılıklı belirleyip sonuca vardırmasını bekliyor. Öcalan’ın çağrısındaki ısrarı, çok az bir tavizle masadan kalkmak isteyen hükümet ve danışmanları tarafından, onun iktidarın tezlerine hak vermesi gibi gerekçelendirilmeye çalışıyor. Ne var ki, Öcalan’ı yanına almayan hiç kimse kendi tezini memlekete kabul ettiremez. Öcalan’ı yanına almayan hükümet de kendi tezini bir çözüm imkânı olarak gösteremez. Öcalan’dan kopan bir KCK de başını alıp bir yere gidemez.
Fakat kamuoyuna pompalanan hava şuydu: “Öcalan devletin bileğini bükemeyeceğini gördü, her türlü tavizi vermeye hazır, örgüt ve parti ise zaten onun talimatlarının dışına çıkamaz, mesele de böylece hallolur.”
Hükümeti, devleti yönetenlerin gerçek planların yapıldığı masalarda bunlarla düşünüp yaşamadıklarından yüzde yüz eminim. Benim açımdan çok uyarıcı bir bilgi, Öcalan’ın Meclis’te bir çözüm komisyonu kurulması önerisine yanıt olsun diye AKP’nin kurdurduğu “Çözümü İzleme Komisyonu”ndaki görüşmelerde geldi. Bir ASAM araştırmacısı olan Nihat Ali Özcan bu kurula bilgi vermek için gelenler arasındaydı; çok ilginç bir tablo çizdi: Karşı karşıya bulunan durumu nasıl adlandırmak lâzım? En önemli meselelerden biri bu. Özcan, “bu durumun terörizm olarak adlandırılamayacağını, terörle mücadele tedbirleriyle sonuç alınamayacağını gören devletin başka bir yaklaşımı benimsemesi” olarak nitelendirdi. “Yaşanan çatışmanın bir isyan olarak görülmesi ve yapılanın isyanın taleplerinin müzakeresi süreci olarak anlaşılması gerektiğini” söyledi. “İsyanla müzakere edilebilir, isyan bir halk hareketidir. Terörizm ise, kendi amaçlarını topluma dayatmaya çalışan bir azınlığın hareketidir. Bu bir polisiye meseledir, bununla polis ilgilenir. Ama öbürü toplumsal, politik meseledir” diye, aslında standart ayaklanma bastırma doktrini çerçevesinde, meseleye doğru biçimde yaklaşılmaya başlandığına dair bir işaret vermiş gibi oldu. Ama bunun evveliyatı var. Aynı uzman bir yıl önce Meclis’in bir başka komisyonuna, Terörden Kaynaklanan Yaşam Hakkı İhlâlleri Araştırma Komisyonu’na geldiğinde, PKK’nin nasıl bir “terörist örgüt” olduğunu uzun boylu anlatmıştı. Onunla bütün öteki “terör örgütleri”yle ilgilenildiği gibi ilgilenilmesinin kaçınılmaz olduğunu söylemişti. Bunun üzerine kendisiyle kısa bir tartışmaya girmiştim. “Bunu böyle ele alırsak, karşı karşıya olduğumuz meseleyi okuyamayız” diye… Bunu hatırlatarak kendisine dedim ki, “ama bir yıl önce hiç böyle demiyordunuz, ne değişti?” Bence kendi konumundaki bir insan için çok samimi bir cevap verdi ve şöyle dedi: “Aslında devlet ‘93’ten beri böyle düşünmektedir, bir isyanla karşı karşıya olduğunun farkındadır ve Öcalan’la başlayan ilk müzakerelerden beri de bu konsept değişmiş değildir. Ancak, devletin ne düşündüğü başkadır, halka ne söylediği başka bir şeydir. Dolayısıyla bu halkla konuşulacak bir mesele olarak görülmez her zaman. Biz her zaman bu konsept içinden bakıyoruz. MGK’nın ‘93 yılı tutanaklarına bakılırsa, bütün bunların böyle konulduğu, o zamandan beri de böyle ele alındığı görülür.” Şimdi bu genel konsept, fakat bu genel konsept içinde zaman zaman çatışma yoğunlaştıkça, anlıyorum ki, kimi anti-terör uzmanları güç kazanıyor. Bunlar güç kazandığı nispette de kendi kısa vadeli görüşlerini bir tür doktrin gibi hükümete dayatma imkânı ve fırsatı ele geçiriyorlar, bu çerçevede hükümetleri peşlerine takabiliyorlar. Ağar’ın Çiller hükümetini peşine takabilmesi gibi. Veya Korkut Eken’in Mesut Yılmaz hükümetine dayatmalarda bulunabilmesi gibi… Bunları geçmişteki örnekleriyle çoğaltabiliriz. Bu çatışma dönemlerinde, Meclis’teki konuşmalarda ifade etmiştim, güvenlikçiler kliği “PKK’nin politik omurgası kırılabilirse, bunları Sri Lanka’da olduğu gibi nihaî bir yenilgiye uğratabiliriz” düşüncesindeydi. Bu da hükümete birçok açıdan uygun geldi. Birincisi, Kürt halkının önemli bir bölümünün geleneksel kültür bağlamında kırılan millî gururunun korunması imkanı olarak PKK’yi izliyor olması, dolayısıyla din ve kültür esaslı bir telafi mekanizması kurulabilirse, PKK’nin yalıtılabileceği ve askerî imhaya açık hale gelebileceğine dair tezler, spekülasyonlar ortalıkta uçuştu. Bunları biliyoruz. Ancak bunun gerisinde de, Oslo Müzakereleri’ni batıran neden olduğu yerde duruyor. Oslo Müzakereleri’ni ne batırdı? Ortaya dökülen belgelerden anladığımıza göre, her iki tarafın uzmanları çözümün egemenlik paylaşımı esası üzerinde sağlanabileceğinde mutabık kalmıştı. Şimdi MİT başkanı olan Hakan Fidan ve Afet Güneş’in PKK’den Sabri Ok ve diğerleriyle yönettiği müzakereler sırasında, üzerinde anlaşılabilecek bir çerçeve ortaya çıktı. Bence bu vesikalar bugün için de önemli. “Nerede anlaşmaya varılabilir, sorun nerede çözülebilir?” konusuna iki taraf da adım adım gelerek ortaklaşa dedi ki: “Egemenlik paylaşımı mekanizmalarıyla çözülebilir.” Yani, özerkliğin bir anayasal kurum haline gelmesiyle, Kürt halkının kendi kendini yöneteceği bir yurt elde etmesiyle, bunun uluslararası ve yerel, siyasal tanınmasıyla… Devletle bütünleşmiş olan AKP hükümetinin de, devletin diğer fraksiyonlarının da henüz kabul etmedikleri ve etmekte çok zorlanacakları şey de budur: Egemenlik paylaşımı. Hükümet açısından bu imha opsiyonuna tekrar geri dönmek gerekti; imha opsiyonu çalışmadı, Kürdistan’ın uluslararası yükselişinin de artık kısmî taleplerle tatmin edilemeyeceğinin görüldüğü bir noktaya geldi.
Rojava faktörü…
Evet, Türkiye’nin ve dünyanın Suriye’deki başarısızlığı; Öcalan o zaman saatin çaldığını gördü ve bana sorarsan, hükümetten hiçbir şey almadan, herhangi bir pazarlığa girişmeden, doğrudan doğruya siyasî iklimi değiştirerek, bütün hamlelerini bunun üzerinden gerçekleştirebileceği bir adım attı. Hükümet, şu an Öcalan’ın ortaya atmış olduğu planı bir yandan “biz herhangi bir plan üzerinde anlaşmadık” diyerek yok saymaya çalışıyor, ama öte yandan da bu plan tıkır tıkır şu an için işliyor. Şu mânâda tıkır tıkır işliyor: Öcalan’ın dediğinin plan olduğunu hepimiz biliyoruz, bugüne kadar hükümetin bir planını duymadık. Bu tabii hükümeti bir avantajla donatıyor, ama aynı esnada hükümet kendisini şöyle bir paradoks içinde buluyor: Herhangi bir somut kazanım elde etmeden, silahlı güçlerini dışarı çıkartan “makûl Öcalan” ile her bir hak parçası için sonuna kadar savaşmaya kararlı bir kitle, politik bir aygıt. Bununla nasıl başa çıkılacak? Çünkü, eninde sonunda bu politik aygıt iktidar paylaşımı talebini gündeme getiriyor. O nedenle Öcalan’a yönelik övgüler tamamen sunî, aldatıcı. Öcalan’ı kendi yanında göstererek mütedeyyin tabanını “işte hepsi bu kadar, çatışma son bulacak ve biz bunun üzerinde anlaştık” diye yönlendirmeye çalışıyor. Oysa, hareket de mesajı doğru okuduğu için, “peki, silahlı çatışma yolundan gitmeyeceğiz, ama egemenlik paylaşımı esasına sivil alandan ilerleyeceğiz” diyerek yola çıkıyor.
Buradan Halkların Demokratik Kongresi’ne geçelim. En basit, en sade şekliyle HDK ne, HDP ne, aralarındaki ilişki ne?
Süreci yakından izleyenlerle beraber, bu süreci kuranlar olarak da gayet iyi biliyoruz ki, aslında bu süreç bugün ortaya çıkmadı. 15 Ekim 2011’de Halkların Demokratik Kongresi Ankara’da kurulurken Öcalan’ın bir çağrısını koşullara uyarlayacak bir adım attı. Bu çağrı neydi? Barışçı ya da silahlı çatışmaya dayanmayan bir yeni dönem analizi üzerinden şimdi artık ortak mücadele dönemi açılıyor. İzolasyona başlanmadan önce 2011’deki son avukat görüşmelerinden birinde Öcalan diyordu ki: “Benim için artık Kürdistan solu, Türkiye solu diye bir şey yoktur, sol diye bir şey vardır. Ortak çalışmamak için makûl herhangi bir neden gösterilemez. Bizi ancak milliyetçilik birbirimizden ayırabilir. O nedenle biz bu ortak gelişme yolunu açıyoruz.” Dolayısıyla, bana, Sırrı’ya, Levent’e (Tüzel) her görüşmede selâm yolluyordu, ki kendi zemininde bu ortak çalışma için bir kabul, onay yaratabilsin. Hakikaten Öcalan bu işe çok emek verdi. Halkların Demokratik Kongresi, esasen, şimdi açılan yeni dönemin özgül koşullarını siyasete tahvil etmek için gereken bir “ezilenler koalisyonu”nun üzerinde inşa edileceği sosyal mücadele zemini. Şunu hep öngörerek geldik: Bir kere, tarz-ı siyasetin değişmesi gerekiyor, şartlar da bize bunu dayatıyor. İnsanlar artık gündelik hayatlarını, toplumsal geleceklerini kurmayı düşünürken bunları politik partilerin çağrılarına, programlarına göre değil, kendi doğrudan ihtiyaçlarına göre kurabilmelerine müdahil olacakları bir mücadele ritmi içindeler. Basit deyişle, kadının erkek egemenliğiyle kavgası noktasından baktığımda, kadınların herhangi bir parti programına tâbi olmaksızın, doğrudan, örgütlü ve bilinçli mücadeleleri, bu karışık, karmaşık doku içinde her gün yürüyen, sahici, iktidar doruklarını sarsan bir mücadele. İşçinin sermayeyle mücadelesi aynı şekilde; BDP’nin ya da CHP’nin gösterip göstermediği ilgiden bağımsız olarak cereyan eden bir sınıf mücadelesi var –fabrikalarda, sokakta, ideolojik, kültürel, iktisadî düzeyde sürüp giden bir mücadele. Ekolojik bir savaş yaşıyoruz, sermayenin doğaya, dolayısıyla bütün canlılara, insan yaşamına tasallutuyla, piyasalaştırmasıyla, saldırısıyla, müşterekleri koruma, herkesin olanı bireysel mülkiyete geçirilmekten alıkoyma yönünde canhıraş bir kavga her yerde yürüyor. Bunun için politik parti görüşü ya da parti bilinci gerekmiyor. Tortum’daki köylü kadınları jandarma karşısında kaplana çeviren budur, herhangi bir parti doktrini değil. Tabii ki Kürt halkının mücadelesi tarafında, evet, politik öncünün çok büyük önemi var, ama Kürt kimliği kavgası her gün her yerde. Fırında alışveriş yapan inşaat işçisiyle fırın sahibi arasında ya da fındık toplayan gündelikçiyle fındık tarlalarının sahipleri arasındaki mücadele halinde her yerde sürüp giriyor. Alevî kültürü için de, Arap kültürü için de bu aynı şekilde… Türkiye’de cumhuriyetin temel kabulleriyle gerçek yaşam arasındaki büyük kopuşa denk gelen, bütün paradigmayı total olarak yeniden kuracak bir hamleye ihtiyaç vardı. Halkların Demokratik Kongresi bu tarihî eğilimi keşfetmenin adıdır. Bunun içini tam olarak doldurabildi mi? Bana sorarsan, hiçbir zaman da dolmaz, çünkü her yeni gelen kuvvetle birlikte bu “iç” dediğimiz şey yeniden dönüşecek, yeniden kurulacak. Öyle gözlüyorum ki, bu fikir, yeni dönemin, günümüzün ihtiyacına bağlı olarak kendi hayatını yeniden düşünen insanların ilgisini çekti. Çünkü, bugün Türkiye’de esaslı toplumsal dönüşümler ümit eden insanların çok büyük bir bölümü politik partiler içinde değiller. Sosyalist politik partiler içinde de değiller. Bu partileri önemsemiyor değilim, önemsiyorum tabii ki; hatta, bu HDK sürecinde beni milletvekilliğine taşıyan zeminde yeni bir birlik hareketi, Sosyalist Yeniden Kuruluş Partisi de bu arada doğdu. Onun doğmasına emek de verdim. Ama bu, sosyalistler olarak bizi ilgilendiriyor. Halk hikâyeye öyle bakmıyor. İnsanlar çelişkilerini bir politik hareketin tasavvuruna göre yaşamıyorlar. Yaşadıkları çelişkileri açığa vuruyorlar. Halkların Demokratik Kongresi’ni bu açığa vuruş mekanizmasını siyasete tercüme için oluşturduk. Yeni ve Türkiye siyasetinde daha önceden bilinmeyen, tanınmayan bir şey yaptık: Halkların Demokratik Kongresi herhangi bir birlik süreci değildi. Hatta bir birlik süreci bile değildi, bir “ezilenler koalisyonu” oluşturmak yönünde atılmış adımdı. Pek çok eksenden oluşuyor. Birincisi, sosyalist politik güçlerle BDP’nin ortaklığı. Sosyalist hareketteki sınıf mücadelesi ve kimlik mücadelesinin stratejik ortaklığıdır, öyle okuyabiliriz. Öte yandan, Alevî özgürlük hareketiyle Kürt özgürlük hareketi arasında bir ortaklık arayışı; bu mânâda da stratejik. Kadının kurtuluşuyla emeğin kurtuluşu arasında da bir ortaklık arıyoruz. Bu eğilimleri, bunların içindeki örgütleri, yapıları yan yana getiriyor. İnkâr edilen bütün kültürlerin ve gençliğin, LGBT’nin, yani cinsel yönelimleri baskı altında tutulan, dolayısıyla mevcut hâkimiyet rejimiyle çatışma halindeki bütün güçlerin birbirleriyle dayanışma ve mücadelelerini bir ortak doğrultuda dizme ihtiyaçlarına yanıt arayışı.
2012 yazında HDK’yi kapak yaptığımızda, bir tıkanıklık, suskunluk, hareketsizlik vardı. Sekiz ay sonra Gezi patladı. Perspectives dergisinin sonbahar sayısında, Sebahat Tuncel şöyle diyor: “HDK fikri tam da Gezi direnişiydi. Direnişten sonra ortaya çıkan forumlarda gördüğümüz şey demokrasi kültürüydü. HDK fikrini tam da böyle tartışmıştık. Ne yazık ki, bu fikre göre kendimizi konumlandırma, örgütleme, öncülük etme konusunda yeterince organize olamadık. HDK fikrinin kendisi bizden daha ileri bir noktadaydı. Bunun özeleştirisini vermek gerekiyor.”
Burada iki nokta var: HDK’yle tutulmaya çalışılan alanı tanımlarken, süreçte ön almış sosyalist politik örgütlerin henüz değişmemiş olan düşünme tarzları HDK’nin kendini düşünüşü üzerinde de tutucu bir etkide bulundu. Sosyalist politik güçlerin henüz tam olarak bu çağın gereklerine uydurmuş olmadıkları politika yapış tarzları HDK’nin kendini kurgulamasına damgasını vurdu. HDK sürekli olarak yeni eğilimleri araştıran, onların içinde kendine vücut bulmaya çalışan bir kuruluş hattından ziyade, daha çok cephe anlayışına yatkın bir biçimde kendini ifade etmeye çalıştı. Bugün hâlâ bazı bileşenlerimiz bunun bir cephe olduğunu söyleyegeliyor. Yapılan işi bir cepheye benzetince anlaşılabilir bir şey oluyor onlar için. Bu hiç doğru olmayan bir durum; çünkü, cephe netice olarak türdeş yapılar arasında oluşturulur. Burada türdeş olmayan her şeyi biraraya getirmeye çalışırken ya da bunlardan bir sinerji doğurmaya çalışırken, bunun bir cephe olduğunu söyleyemeyiz. Bu, simbiyotik bir ilişki. Cephe böyle bir şey değil. Sonuç olarak, daha çok kendini askerî terminolojiden türeten bir şey de olduğu için, teknik, geçici… Oysa Kongre bambaşka, ortak yeniden inşa öyküsü. O yüzden bu ruhla da içi çok fazla dolmadı.
Gezi özel sayımızda, Sırrı Süreyya Önder, “Bildiğimiz siyasetin sonu” başlıklı bir yazı yazdı. O yazıda “siyasetler arası” ilişkileri vurguluyor, “biz”i o ilişki üzerinden tanımlıyor.
Daha ötesi, siyasete sığmayan, siyaset olmayan hakiki mücadeleleri ortaklaştırmak için bir siyaset kurmak. Ta ÖDP’den beri o lafı taşıyoruz, burada da, o zaman da o laf yerine oturur: “Toplumsal mücadelelere politik bir doğrultu, bağlam kazandırmak, politik mücadeleleri toplumsal içerikle donatmak.” Bu laf olarak şık, açıklayıcı, ama bunun hakikate tercüme ânında neredeyiz? Hâkim bakış açısı bu lafı benimsese bile, böyle kurulmadığı için… Mesela Gezi’nin başlangıcında, HDK de dahil olmak üzere, hiç kimse orada bir imkân görmedi. Çokça konuşulmasına rağmen, kapitalist üretim ilişkilerinin kendilerini yeniden üretmelerinin bugünkü hallerinden biriyle, örneğin kentsel arazi rantının yeniden üretilişi tarzına karşı kent hakkı mücadelesiyle yakından ilgili olduğuna, buraya konumlanmak gerektiğine dair yargı çok zayıftı. Ancak meslekî ilgileri dolayısıyla odalar ve bir avuç ekolojist bunu zaten böyle görmüş oldukları için orada, Gezi’deydiler. O yüzden, bu mücadeleden bir politik imkân doğacağına dair bir öngörü olmadığı için, oraya maddî-manevî bir yatırım olmadı. Bu tür tartışmalarda hep buraya dönüyorum: Eğer bunu görerek, bilerek, burada ortaya çıkmış mücadelede pozisyon alarak, kamunun, halkın, kentin hakkını savunmak için orada durmakta olan bir avuç cengaver olmasaydı, başka insanların onlar hırpalandıkları ve ezildikleri için öfkeye kapılacakları ve bu haksızlığa isyan edecekleri bir sebepleri de olmayacaktı. O yüzden onlara borçluyuz. Bunu öngörerek siyasî ve manevî yatırım yapmamış olmanın pahasını da sonra hep beraber ödemiş olduk. Diyeceksin ki, sen bunu görüyor muydun? Görsem bile, dikkati buraya çekebilmek için birlikte hareket ettiklerimi gereken enerjiyle uyarmaya çalışmış olduğumu söyleyemem. Emek Sineması geriliminden başlayarak, Taksim’in, Beyoğlu’nun yeni ve büyük bir kent mücadelesi alanı haline gelmekte olduğunu hepimiz hissediyorduk, ama Halkların Demokratik Kongresi bunun üzerine bir mücadele stratejisi bina etme işini karşısına koymadı. Koymayınca, diğerlerinden bir farkı kalmıyor. Bilinçle sürece dahil olmuş, dolayısıyla bunun sonuçlarını toparlamak üzere de kendi güçlerini seferber etmiş olmuyor. Ancak, bu sürecin mayıs sonu – haziran başında bu şekilde patlayıcı, parlayıcı bir hal almış olmasının da, aslında bizim bunu görmememize de yol açan, başka bir büyük sebeple ilgisi var. O da, 21 Mart’ta başlayan süreç. “Bu iki süreç niye mutlaka birbirinden doğar ve birbiriyle bakışır, öte yandan birbirlerini görmeleri niye bu kadar zordur” meselesini çözmeye davet ediyor hayat bizi. Öcalan’ın “silahlı çatışmaya son” çağrısını ortaya koyup silahlı güçleri sınırın dışına doğru çekmesiyle birlikte, bütünüyle güvenlik siyasetleriyle belirlenmiş olan siyasal alanda muazzam bir vakum oluştu. Hiçbirimiz bu vakumun bu kadar büyük bir hızla dolacağını öngörmemiştik. Bu vakumun doğmuş olmasının, savaşın bitmiş olmasının –CHP ne kadar bunun oyun olduğunu söylese de, MHP memleket satılıyor dese de, AKP bir sürü manipülasyonla uğraşsa da– en önemli etkisi şu: Artık kimse “ulusal hak iddiası” dolayısıyla birbirini öldürmeyecek. Meselenin bu şekliyle idrak edilmesinin sürece çok etkisi olduğunu düşünüyorum. “Peki, o zaman işimize bakalım” fikri, bugüne kadar ertelenmiş, bastırılmış bütün taleplerin patlaması için Türkiye’nin batısında uygun iklimi yarattı.
Galeano’nun kendisi de, ismi de güzel bir kitabı var: “Ve Günler Yürümeye Başladı”. Gezi’yle günler yürümeye başladı. Ve orada durmadı, Gezi’den itibaren de forumlarla yürümeye devam etti. Ardından da HDP kuruldu. İyimser olmak için iki sağlam, objektif neden var. Ne dersin?
Galeano’nun bu sözü güzel hakikaten. Bu vakumda hâlâ boş yer kaldıysa, onu ele almak, öte yandan şimdi ortaya çıkan yeni alanda kurucu siyasetler önermek bakımından HDK bir önceki dönemde kaçırmış olduğu fırsatı yeniden yakalayabilir. Çünkü HDK dışında hiçbir şey bu iki yakaya birden bakmıyor. Taksim Direnişi’nin bütün bu parlak görünen yüzünün arkasında ne kadar ağır bir statükocu muhafazakârlığın da işlediğinin, Sırrı’nın son gün kürsüye çıkmasını engelleyen kuvvetin aslında Kürdistan özgürlüğüyle Gezi’deki özgürlük dalgasının birbirine bakmasından doğacak olan patlayıcı gücün doğmasını hiçbir zaman istememesinin de dışavurumuydu. Burada tabii ki ulusalcılık bağlamında oraya doğru gelen kuvvetin etkisi var. Ondan duyulan çekingenlik var. Nesnel olarak yürüyen süreçle bunlara yön verme idiasındaki öznel kuvvetler arasında hâlâ bir ilişkisizlik var. Mesela Öcalan’ın bu çağrısıyla birlikte bütün akış değiştiği halde Kürdistan alanında bu ortaklık fikrine değil de, Kürdistanî bir içe kapanışa dönük bir eğilim de ortaya çıktı: “Ne işimiz var bu Türklerle?” Aynısı öbür tarafta da var: “Ne işimiz var bu Kürtlerle? Artık onlar devletle işlerini hallettiler, biz kendi işimize bakalım.” Oysa bu iş öyle hallolmuyor. AKP’nin bir planı varsa, o plan bu iki kuvveti bütünüyle birbirinden ayrı tutmakla ilgilidir ve HDP’ye yönelik saldırılara baktığımız zaman da hem ideologlar hem propagandacılar hem uzmanlar ve teknisyenlerin birçok zeminde yeniden ürettikleri söylem budur: “Türkiye soluyla BDP’nin ne ilişkisi olabilir? Mütedeyyin Kürtlerle İstanbul, İzmir gençliğinin ne alâkası olabilir? İslâm ve sosyalizm arasında ne ilişki kurulabilir?” Bütün bu sorular tabii ki negatif bir yanıtı ima edecek şekilde sistematik olarak ortaya atılıyor. Çünkü herkes görüyor ki, bu iki kuvvet buluştuğunda, Türkiye bir istikrar dünyasına değil, bütün taşmış arzuların birbirine kaynaştığı, varolan çerçeveyi dağıtmadıkça tatmin olmayacağı yepyeni bir iklime gebedir. Bu tabii statüko meraklılarını, şimdiki gelişimi yeterli gören ve bununla idare etmek isteyenleri, AKP hâkimiyetinin sonsuza kadar devamının kendi çıkarları bakımından iyi olduğunu düşünenleri, bu türden herkesi ve herkesi endişelendiriyor. Hayretle izliyorum, ulusalcı gazetelerin köşeyazarlarından yandaş medyaya kadar, herkes burada ısrarlı: “Kürt özgürlük hareketi ve Türkiye solu birbirlerine bakmasın, birbirlerinden ayrılsın, yoksa herkes için kötü olacak.” Ama şunu da diyorlar: “Bu Kürtlere yaramaz, bunu yapmayın. Kürtlerin bundan bir faydası yok, gelin bundan vazgeçin.” Neyin Kürtlere faydası var? Kürtlerin dinibütün topluluk olarak hiçbir zaman siyasî varlığı tanınmayacak Kürdistan’a sıkıştırılmaları ve sonsuza kadar orada neyseler o olarak kalmaya devam etmeleri. Bu idare edilebilir gözüküyor. Çünkü, burada hâlâ egemenlik paylaşmıyorsun. O açıdan Gezi’nin bizim tarafımızdan, daha doğrusu, en önemli bileşenimiz BDP tarafından yeterince iyi okunamayışının bir handikap yarattığını görüyorum. Ama şöyle de düşünüyorum: Bazen kendimize ve onlara haksızlık ediyoruz, çünkü bu politik hareket tabanının yapagelmekte olduğu bir şeyi önlemiş de değildi, ülkenin batısında yer yerinden oynarken Kürdistan buna bu mânâda eşlik etmedi. Bir-iki yerde sokağa çıkıp bildiri okundu, merdiven boyandı, şu oldu, bu oldu, ama esasen Kürt halkının dikkati ve ilgisi Gezi’de değildi. Demek ki, 30 yıldır süren çatışma, politik öncü dışında, kaderlerin ortaklığının harekete geçirdiği bir refleks bırakmamış olmalıydı. O nedenle, “şimdi çatışmayı çözme aşamasındayken dikkat dağıtmayalım, gündemimizi farklılaştırmayalım” diye düşünen sadece BDP sözcüleri değildi, halk da çok farklı düşünmediği için takındıkları tutum kendilerine yadırgatıcı gelmedi.
Ama Bölge dışındaki Kürt gençleri direnişe fiilen katıldı…
Elbette Kürdistan içinden konuştuğun, oradan baktığın zaman bu tablo mantıklı görünebilir. Fakat tablonun tamamına baktığında bir anda mantıksızlaşıyor. Burada, politik öncü hem Kürdistan’ı hem batıdaki Kürt gençliğini davet etmekte gecikmiş oldu. Bu kendiliğinden bir şekilde kuruldu, tamamlandı. Çünkü, demin söylediğinin çok önemli olduğunu düşünüyorum, burada bir kere harekete geçince insanların düşünce kalıpları da değişti. Birden gözleri açıldı. Gezi’den çıkan en mühim aforizmalardan biri şuydu: “Meğerse şimdi bize yaptıklarını Kürdistan’da otuz yıldır yapıyorlarmış.” Ve insanların yüzü bir anda oraya döndü. “Nerede bu halk” diye bakmaya başladılar. Görmeyince de çabuk uyanan hayal, çabucak bir hayal kırıklığına döndü, ama bu işler böyle. Diyeceğim, ufku diye tanımlamış olduğu şey gerçekleştiği anda, HDK’nin belli başlı bileşenleri, ufkunda bunun olduğunu unutmuş gibiydi. Bunu inanılmaz buluyorum. Hatta sert iç tartışmalarımız da oldu. “Gidelim başkalarıyla ittifak kuralım, BDP’yle bu iş olmayacak” diyecek ölçüde stratejik bağlamı kaybedenler de oldu, ama neyse ki ipler biraraya toplandı. Dönüp kendimizi ve Gezi’yi yeniden düşündüğümüzde şunu görüyoruz: Birincisi, Kürdistan özgürlük mücadelesinin bu zalim devletin işleyişini aşındıran, onu bir uzlaşma siyasetini düşünmeye sevkeden kavgası olmasaydı, hiçbir zaman bu vakum şimdi dolduğu gibi dolmayacaktı. Öte yandan, şu da apaçık: Gezi’de esen yeni, özgürlükçü, gelenekselin bütünüyle dışında yepyeni bir toplum ve dünya özlemini haykıran bu insanların mücadelesiyle buluşmazsa eğer, Kürtlerin özgürlük arayışı da kendisine kuşatıcı çerçeve bulamayacak. Öcalan’ın bütün ısrarı, her şeye rağmen Gezi’ye dikkatleri çekiyor olması da zaten kendi mücadelesinin tamamlayıcı parçasının hükümet olamayacağını, CHP’nin artık olmadığını bildiği için. O halde ne olacak? Elindeki son hakikat parçasını da herkesin takdirine yeniden sunuyor. “Mahir Çayan’ın okulundan gelmiyor muyduk? Bizi bu da birleştirmeyecekse, ne birleştirecek” diye herkesin önüne kocaman bir soru attı.
İki sene önce, Bölge’ye dair izlenimlerini anlatırken “tahayyül ettiğimiz birçok şeyi gerçekleştirmişler” demiştin, “devrimci demokrasi” bağlamında. Bu, elde var bir. Gezi’de de tahayyül ettiğimiz birçok şey gerçekleşti. Bu da elde var bir. Kürt hareketine Gezi üzerinden, Gezi’ye de Kürt hareketi üzerinden bir sağlama çekmek, dönüştürücü bir denklemi, “bir+bir”i yaratabilir mi?
Yaratabilir tabii, fakat Kürt özgürlük hareketini daha tümleşik olarak görebilsek de, Gezi’nin böyle olmadığını biliyorum. Dolayısıyla, bu ikisinin tabiatının, karakterlerinin farklı olması nedeniyle, metodolojik olarak makûl gördüklerimizin nasıl gerçekleşeceğine dair hâlâ tam bir öngörüde bulunamıyoruz.
Yine de HDP bunu kendisine hedef olarak koyabilir mi?
HDP bunların hepsini kendisi için hedef olarak koyuyor, ama Kürt özgürlük mücadelesinin kendine özgü meseleleri dolayısıyla, bunu nispeten dar bir alanda yapacak. Kürdistan, fiilen HDP’nin seçim ilgisi dışında. Böyle olduğu için de doğrudan doğruya seçim döneminde o zeminle alışveriş içinde olmayacak, daha çok birbirine uzaktan seslenecek. HDK belki aradaki köprü işini görmeye çalışacaktır. Sonuç olarak, Gezi daha Türk, Kürdistan Kürt olarak kalmaya devam ediyor. Fakat arada çok önemli başka bir hareket daha var, Alevî hareketi. Bunun önümüzdeki yıllarda tıpkı Kürt hareketi gibi dönüştürücü, yeni bir işlev edineceğini, henüz kendi işlevlerini tam olarak yerine getirmediği için ima ettiği potansiyellerin yeterince anlaşılmadığını, hissedilmediğini düşünüyorum. Sürece pasif olarak dahil oldu, sızdı, sesini ve derdini bir şekilde ifade etti, ama kendi özgün potansiyelleriyle birlikte kendisini tam olarak açığa vurmuş değil.
Dünkü (3 Kasım) Kadıköy mitinginin Alevî hareketi için bir dönüm noktası olduğu söylenebilir mi?
3 Kasım mitinginin kendine özgülüğü şu: Alevîlerin düzen güçlerinden kendilerini kopartmış oldukları çok ilginç bir moment. Kadıköy’de onların yanına gelen üç politik güç var: HDP, ÖDP ve Halkevleri. Başka da bir politik güç görünmüyor. Tabii ki o meydandaki kitlenin arasında pek çok eğilim vardır… Mitingde son derece radikal bir söylem, duruş vardı. Ve tabii ki Gezi sürecinin etkisi söz konusuydu. Kemal Bülbül çok güzel ifade etti: “Bir insana isabet eden her gaz kapsülünün, merminin bir Alevîye değmesinin bir mânâsı olması gerekir.” Bir mânâsı var. Bu, kısmen Gezi’nin Anadolu’da ve İstanbul’daki, Ankara’daki dinamizminin dayandığı kaynakla da çok yakından ilgili. Bence en önemli tılsımlardan biri, cumhuriyetin kendini kurmak için yok etmeyi hedeflemiş olduğu iki tarihî ve toplumsal kategorinin birbirine bakmasının özel mekanizmalarını bulmak. Bunun büyük bir problem olarak karşımızda durduğunu düşünüyorum. Çünkü, her ne kadar eğitim, öğrenim, politik duyarlılıklar, evrensel kültür, edebiyat vs. ile modern anlamda birleşmiş bir gençlik kategorisi varsa da, bunun emekçi ve militan tabanının Alevî gençliği olduğu tartışma götürmez. Bu insanların, bu dünyanın derdini bugünün mücadele diline tercüme edecek ve birbirlerine bakmalarını sağlayacak bir mekanizma olabilmek ister HDK. Fakat daha çoğuna ihtiyaç var. Burada kilit unsur Kürt Alevîler. Bunlar iki kesimi birbirine bağlayacaklardır, ama sadece gelenek ve görenekten, milliyet ve mezhepten söz etmiyorum. Varolma, yaşama, kendini ifade etme hali, kimi zaman da birbirine karşı tanımlanmış haller bunlar. Bizim burada çok ayıklayıcı bir görev yerine getirmemiz, bunları birbirine bakar hale getirmek için özel bir dikkat sarfetmemiz gerekiyor. Şu tuhaf karşılanabilir: Sınıf gibi temel metodolojik hakikatler varken bundan söz etmek niye? Tabii ki sınıf hakikati var. Ama eğer bu parçalanma olmamış olsaydı, sınıf da bu kadar parçalanmış olmayacaktı. Dolayısıyla, bizi bunları konuşmaya sevkeden bu özel hal, sınıfı da, büyük kitle mücadelelerini de, sosyalist hareketleri de sürekli kısmî ve parçalı tutuyor olmasıyla yakından ilgili. O nedenle, şimdi Öcalan’ın bütün bunları aşabilmek için sadece siyaset değil, ortak bir mücadele kültürü itibariyle Mahir Çayan’ı hatırlatması boşuna değil. Mahir, Alevî ve Kürt gençlerinin doğuda ve batıda, Kürdistan’da ve Türkiye’nin her yerinde, etrafında biraraya geldikleri en önemli simge. İbrahim Kaypakkaya daha çok Kürt gençliğini sosyalist ideoloji etrafında yan yana getirse de, Mahir Çayan imgesi, başka bir sürü yükleminden bunu arındırarak baksan, aslında ortak bir devrimci duyarlılığı besleyen bir imge. Öcalan’ın Türkiye’nin batısına döndüğü zaman müracaat edebileceği bu kadar çok simge varken Mahir Çayan’ı tercih etmesi, sadece bir simgeye değil, bir fikre referans yapması, kendi takipçileri arasında da, batıda da HDP’nin eşit bir ilgi, heyecanla karşılanmasını sağladı. Bu mesajı gönderirken, HDP kongresine devrimci bir duruştan daha azına razı olmaması için bir uyarıda bulunuyor, ama öte yandan bunu akılla ve fikirle yapmak konusunda, mevcut müzakereyi gören bir yerden başka bir uyarıda da bulunuyor. Bütün bunları biraraya getirip baktığımızda, rejimin ideologları da bu hamlelerimize bir açıklama getirmeye çalışırken, polis kanaat önderi Emre Uslu’nun bunu “PKK’nin Alevî projesi” olarak takdim etmesi, toplumun durduğu yeri gösteriyor. Fakat şöyle bir hakikat var: Devletin önlemek istediği, toplumun ise kendiliğinden gerçekleştirmeye seyrettiği hamle, Sünnî, Şâfî Kürtlerle Anadolu Alevîleri arasındaki bin yıllık husumetin aşılıyor olmasıdır. Bu husumet doğrudan doğruya Selçuklu-Osmanlı ve cumhuriyet mirasının birarada ortaya çıkardığı bir eserdir. Bu eser son bulmak üzeredir. Hükümet bu meydan okumaya Alevîliği İslâmiyetle meczederek karşılık vermeye çalışıyor, ama onlar öyle istemiyor, başka bir talepleri var. Bu da özgürlük hareketlerinin hepsinin birbirine baktığı yer. Bu, bütün Türkiye’de ezilmiş insan topluluklarının bu durumlarından çıkma kavgasıyla örtüşüyor. O nedenle, Marx demişti ya, “proletarya diktatörlüğü mü görmek istiyorsunuz. Paris Komünü’ne bakın,” biz de şöyle diyebiliriz: “Demokrasi nedir, Gezi’ye bakın, orada görürsünüz.” Üstelik bu, ezilenlerin ve yoksulların kendi kendini yönetme biçimi olan bir demokrasidir. Çünkü, Gezi hakikati içinde işçi olmayan hiçbir şey yok. Kendimi de bir keresinde yakalamıştım, “orta sınıf” diye gevelerken… Bunlar tamamen edinilmiş önyargı kalıpları içinden konuşmak! İşçi hareketi daima kendisini üretim süreci üzerinden açığa vurmayabilir. Gezide vurmadı da. İnsanlar gündüz işine gidip çalıştı, ama gece de devrimcilik yaptı.
Sınıftan, işçi sınıfından konuşurken, prekarya olgusunu da vurgulamak gerekmiyor mu artık?
Tabii ki. Ve bütün bunlara endüstriyel ilişkiler içinden bile bakınca, oradaki sürece rengini verenlerin bir bölümü güvencelilerse, önemli bir bölümünün prekarya olduğunu görüyorsun. Gezi’deki işçinin aslında güvenceli koşullara sahip olmayan veya hiçbir zaman çalışması mümkün olmayacak olan yoksul, ezilen emekçileri de, bilgiye dayalı üretim süreçlerinde yer alanları da biraraya getiren istisnaî bir topluluk oluşturduğunu görebiliriz. Zaten işçi sınıfı tanımı konusunda son on yıldır netleştiğimiz kanaatindeyim. Benim “işçi”den anladığım, teorinin en soyut tanımı çerçevesinde, işgücünü satmak dışında herhangi bir yaşama imkânı olmayan bütün insanlardır. Dolayısıyla, endüstride, tarımda çalışması veya hiç çalışmaması tanıma dahil edilmesine engel değil. Mevcut sermaye üretimi koşullarında küçük burjuvazi dediğimiz kategori de son derece daraldığı için, aslında bu tanım gereği neredeyse sermayedar olmayan herkes işçi tanımına giriyor. Öte yandan, Gezi’deki kompozisyona dönersek, isyanın taşradaki tezahürü İstanbul ve Ankara’dakinden farklıydı. Şu açıdan: İstanbul ve Ankara evrensel modellere ve dokuya daha çok yaklaşırken, taşra bu bakımdan 1980 öncesi Türkiye’sine daha çok benzeyen bir eğilim gösterdi. Örneğin, İstanbul’da milliyetçilik ölürken, taşrada pek çok kisve altında yeniden doğabildi. Fakat gençlerin tabiatı dolayısıyla bunun çok daha hoşgörülü bir milliyetçilik olduğunu söyleyebilirim. Türkiye’de aslında hiçbir zaman homojen bir toplumsal yapı olmadığını yansıtan esaslı göstergelerle de karşılaştık. Zaten nüfusu çok homojen olan yerlerde de pek bir şey olmadı. Ama olan her yerde, her şey heterojendi. Arapla Türk, Kürtle Laz veya Çerkes yan yana gelince hem kendilerini ortaya koydular hem de birbirlerine hürmet eder oldular. Mersin’de bunu net olarak gördüm. İstanbul’da gördüğümüz manzaraya gelince, eğer bir gün İstanbul’da bir komün olacaksa, bunun nasıl olacağı hakkında bize pek çok ipucu verdi. Bu öncü bir isyan. Yani gelecekte olacakların ipuçlarını veren bir isyan. İsyan sanatının bir büyük kentte ne gibi imkânlara bürünebileceğine ve iletişimin birincil önemine dair çok sayıda veri sundu bize. Doğrusu, devrimci hareketler gibi devletin de bu isyanı okumakta zorlandığını düşünüyorum. Fakat Taksim direnişinin Tayyip Erdoğan Afrika’dan dönüp son saldırı emrini verene kadar geçen yaklaşık bir ay boyunca sürebilmiş olmasında, isyanın kendi gücü kadar, devletin olanı anlamak için kendisine yeterince zaman tanıma arzusunun da kısmen etkili olduğunu düşünüyorum. Hükümet, hareketi bir kap içine koyabileceği kadar sınırlamayı başardığı andan itibaren, bunu izlemeyi, ilişkilerin nasıl cereyan ettiğini, neyin konuşulduğunu, dilin ne olduğunu, kimin güttüğünü gözlemek için çok büyük bir çaba gösterdi. Sonuçta, bir karara vardı. Dedi ki, “bunlar bir plandan ve stratejiden yoksunlar!” Belli bir strateji olup olmadığını baştan anlamadı hükümet. Ama bence zaten sürecin bütün imkânı da buradaydı. Öngörülmüş bir planla hareket etmemiş olmasından ötürü bu kadar imkânı açığa vurabildi. Ancak bu noktadan sonra, Türkiye devrimci hareketinin birikimi devreye girdi ve hükümeti zorlayan bütün tasarruflar da buradan doğdu. Bir önceki bahiste kendisinden söz etmediğimiz veya süreci algılamak bakımından perspektiflerinin bizi çoğu kez yanlış yönlere baktırdığından söz ettiğimiz Türkiye devrimci hareketi, ikinci rauntta bütün kapasitesiyle devredeydi. Eğer onların çaba ve gayretleri olmasa, bir savunma mekanizması kurulamazdı, insanlar uygun bir biçimde seferber edilemezdi. Sonuçta, gençlerin kendi kendilerine öğrenemeyecekleri birçok şey, o dağarcıktan çıkarılıp onlara sunulmuş olmazdı. Fakat hakkını teslim ederken abartmayalım; pek çok direnme biçimi doğrudan doğruya gençler tarafından keşfedildi. Daha önce niceliğin sınırları dolayısıyla göze alınamayan ya da akla bile getirilmesi söz konusu olmayan kepçeleri ele geçirip Toma’lara karşı kullanmak gibi pek çok şey bu şekilde gerçekleşti. Bir kepçeyi ya da dozeri ele geçirecek kadar kuvveti hiçbir zaman bulamamışsan, onunla ne yapacağına dair bir fikrin de olmaz. Ama bir kere ipler kopunca, sadece vinci değil, her şeyi ele geçirebileceğini, Kültür Sarayı’nı, otelleri, meydanları ele geçirebileceğini akletmek de kitlenin kendi öz düşüncesinin eseridir. Devrimci hareket, devletin neye kadir olduğu hakkında daha çok fikre sahipti. O yüzden bu konuda önemli bir uyarıcı rol oynadı.
Gezi günlerinde AKM’nin ön cephesinin güzelliğine ne diyorsun?
Hayret etmemem lâzım, ama gene de ettim; “vay be, kırk yıl önce de böyleydi” diye İzmir’deki binayla kıyaslama yaptım. Bence hareketin bütün güzelliği o zaman da bu parçalı dokunun kendini yekvücut olarak gösterebilmesi ve herkesin başkasının diline hürmet etmesi… Bundan öte ne isteyebiliriz ki! Halkların Demokratik Kongresi işte budur zaten!
Yeni sayımızda geniş bir Kazova dosyası var; görüştüğümüz Kazova emekçilerinden Dursun Ceylan kendi isyanını şöyle anlatıyor: “Bende bir asilik ruhu vardır, hemen mesulleniyorum.”
Canım ya… Bizim semt, kaçan insanları barındırma bölgesiydi. O ağır gaz saldırıları altında sokağa çıkamıyorum; yapabileceğim tek şey kapıyı açmak. Bir akşam ilginç bir topluluk girdi içeri. 30 yaşlarında bir erkek, bankacı. Sevgilisi de bankacı, master yapan bir öğrenci, bir de asistan kız. Tam “mesullenme” hikâyesi. Her hafta sonu çantalarını sırtlayıp gaz maskelerini, Talcid kutularını, sütlerini alıp “göreve” geliyorlarmış. Bankacı diyor ki, “çocuğumun geleceği için başka türlü yapamam”. Tabii şimdi merak ediyorum, ne yapıyorlar acaba? Park forumları da durdu. Fakat herhalde seçim döneminde başka biçimler altında her şey yeniden gündeme gelecek. Bu bakımdan önümüzdeki seçimler HDP ve HDK için son derece önemli.
Seçimlere HDP batıda, BDP Bölge’de giriyor. Bu ayrımın sebebi ne?
İşin aslı, Öcalan’ın önerisi, benim de düşüncem, tek yapının büyük bir hızla yetiştirilmesiydi. Fakat bu olamadı. Niye olamadığını artık konuşmuyoruz, ama konuşacağız ve bunları gidermeye çalışacağız. Fakat takvime ve Kürdistan siyasetinin hâlihazır durumuna uygun gelen, Kürdistan’da BDP’yle seçime girmek oldu. Biz de buna saygı gösteriyoruz. HDP’nin yerel seçimlerde devreye alınmayıp beklemede bırakılması da söz konusu olabilirdi. Fakat bu fırsatı değerlendirip yarışa sokmazsak, HDK’nin seçimlerde boşlukta kalması kaçınılmazdı. Çünkü özgül bir siyasî ifadeye bürünmemiş bileşenlerinden birinin hüviyetiyle görünmüş olacaktı. Bütün bu endişeler ve tasavvurlar içinde bugünkü denklem ortaya çıktı. Bu tabii Çukurova ve İstanbul’dan seçilen vekillerimizin sırtına büyük bir yük yükledi. Çünkü HDP fikrinin, HDK mücadelesinin başarısı veya başarısızlığı büyük ölçüde bizim üstümüzde olacak. Bu çok sert bir meydan okuma, fakat bundan kaçacak bir durum yok. HDP kongresinin batıdaki yankılarına baktığımda, HDP’nin hem hâkim sınıf yapılarında hem de CHP’de kaygı uyandırdığını görüyorum. Çünkü HDP, özellikle Gezi sonrası atmosferde ortaya çıkmış özgürleşme, kendi kaderini tayin, kâr merkezlilikten arındırılmış bir toplumsal hizmet beklentisi ve ihtiyaçlarına karşılık verme kapasitesi olan bir yapı. İstanbul seçimleri bu açıdan son derece önemli. Başka mekanizmalardan geçmesi gerektiğini bilmekle beraber, kimler bu mekanizmalardan geçsin diye sorulduğunda, İstanbul’da Sırrı (Süreyya Önder) adayımız olsun diye yanıt verirdim. Bunun sebepleri üzerinde konuşmaya bile gerek yok. Sırrı, Gezi gençliğinin adayıdır. CHP ile AKP arasında geçmesi beklenen İstanbul seçimlerinde, eğer CHP kazanmazsa, bunun sebebinin Sırrı’nın adaylığı olmayacağından emin olarak konuşuyorum. CHP’nin muhtemel adayına onun etrafına dizdiği fikirler itibariyle bakarsak, basmakalıp siyaset dilinin ötesine geçen hiçbir şey görmüyoruz. İnsanların aradığı şey bu değil. İnsanların aradığı şey, bir yerel iktidar dinamiği olarak yerel yönetimleri görmek ve burada kendi kendini yönetme pratiğini yaşamak. Buna cevap vermediğiniz takdirde, İstanbul’daki muazzam rant mekanizması içinde başka bir duruş arıyorsunuzdur. Bu açıdan kendini rant belediyeciliği pratiğinden ayırt etmemiş bir adayla, Gezi’nin tasavvur ve iddia ettiği her şeyle çelişen bir programın etrafında insanları toplanmaya çağıracak. CHP bu seçimlerden yenilmiş olarak çıkarsa, sadece bu nedenle olacak. Zaten öbür türlü bir olasılık olsaydı, büyük bir hararetle başka türlü bir ortaklığı konuşuyor olurduk. O zaman, tabii ki, bu ortaklığın niçin Sırrı etrafında da kurulamayacağını hepimiz sorgulardık. Zaten Kılıçdaroğlu reel-politiğin içerisinden çok net konuştu: Kim en çok oyu getirirse, aday odur. “Belediye başkanımız kim olsun” sorusuna Gezi’nin yanıtı “kim en çok oyu toplarsa” değil. “Kim en çok nüfuzu taşıyorsa, o olsun” değil. Bu çerçevede bir ittifak olmayacağını anlıyorum. Peki, olabilir miydi? Özellikle yerel seçimler bakımından şu tür otomatik yaklaşımların doğru olmayacağını düşünüyorum: “CHP’yle olmaz, CHP’li tüm adaylar kötüdür.” Hayır, CHP’den bağımsızlaşmış veya başka bir bağlamda birçok takdire değer insanın çıkabileceğini düşünüyorum. Çünkü yerel seçimler sadece kentler ve büyükkentler belediye başkanlıkları için değil, belediye meclisleri, muhtarlıklar, ilçe belediyeleri için de yapılacak. Buralarda pekâlâ etrafında birleşilecek insanlar olabilir. Bunlara çat diye kapı kapatılamaz. Ama CHP’yle siyasî bir ittifak yapmak, şimdi ortaya koyduğu çizgi itibariyle mümkün değil. Kâr ve rant merkezli bir kent siyaseti dışında herhangi bir teze sahip olmadıklarını görüyoruz. Biz Sırrı’nın etrafında güçlü bir mobilizasyon için harekete geçeceğiz. Halkın, Gezi’nin, yoksulların, ezilenlerin, kadınların sesinin İstanbul’da yankılanması ve sonraki genel seçimlere, cumhurbaşkanlığı seçimlerine ve bir sonraki yerel seçimlere şimdiden hazırlık yapmış olacağız. Bunu elbette şahsî fikrim olarak söylüyorum, HDP Eşbaşkanı sıfatımla konuşmam için erken. Bence gidişimiz böyle gözüküyor. Bu seçimlerde batıda bizim bayrağımız Sırrı’nın adaylığı etrafında yükselecek ve zaten burada bayrağı yüksekte tutmazsak, taşrada sesimizi duyurmamız zor olur. Kürdistan’da da BDP’nin başarı şansı, elinde bulundurduğu belediyelerde yüksek. Ayrıca, BDP elinde bulundurduğu belediyeleri yüzde yüz artırmayı düşünüyor. Buna ulaşabileceklerini düşünüyorum, bütün göstergeler bu yönde seyrediyor. Çünkü Kürdistan’da belediye seçimleri sadece çöp toplandı-toplanmadı, dere taştı-taşmadı meselesi değil, “biz kendi kendimizi yönetecek miyiz, yönetmeyecek miyiz” tartışmasıdır. O açıdan, büyük şehirlerin elde kalacağını ve buna Mardin’in ekleneceğini tahmin ediyorum. Diyarbakır belediye başkanlığının özerk yerel yönetim iddiasına denk gelecek biçimde tasarlanacağını işitiyoruz. O nedenle, bu seçimler, Gezi ve Kürdistan özgürlüğü ikilisinin kendilerini dönüştürücü biçimde açığa vuracağı bir dönem olacak. BDP ve HDP’nin stratejileri, reel-politikten çok, politik dönüşüm imkânları üzerine kurulacak. Üzerinde en çok konuşulacak adaylıklar, seçim stratejileri yeni ve farklı olduğu için BDP ve HDP’ninkiler olacak. Bu seçimin düzenle BDP-HDP arasında geçeceğini söyleyebiliriz.
“Düzen ve Kürdistan” demişken, Nusaybin-Rojava sınırına örülen duvarı ve Batman’da Hizbullah uzantılı Hüda-Par mensubu bir grubun, BDP’lilerin düğününe saldırıp bir kişiyi öldürmesini nasıl değerlendiriyorsun?
Silahlı çatışmanın devreden çıkması, Kürdistan’da uyuklamakta olan bir sürü tutucu ya da devrim düşmanı dinamiği uykusundan uyandırdı. Bunlara sosyolojik olarak baktığımızda, PKK’nin ne demek olduğunu bir kere daha anlıyoruz. İkincisi, hükümetin silahlı kuvvetlerle sürdürdüğü baskı mekanizmasının devreden çıktığı, ama hâlâ baskıya ihtiyaç duyulduğu yerde Hizbullah yeniden devreye girdi. Hizbullah kendisine vazife çıkardığı gibi, hükümet tarafından da kollanıyor, okşanıyor. Hizbullah çift yönlü bir işe yarıyor. Çünkü, aynı zamanda sınırın öbür tarafında süregiden çatışmada, Rojava’daki devrime karşı Kürt gençlerinin konumlandırılması için taşıyıcı bir rol üstleniyor. Öbür taraftan BDP’nin, dolayısıyla özgürlük hareketinin nüfuzunun kırılması hedefiyle yıkıcı bir role adaylık üstleniyor. Bu, Dicle Üniversitesi’ndeki saldırılarla başladı. O zaman Hizbullah, bunun provoke edildiği söyleminin arkasına sığındı. Hizbullah yerinde duramıyor, bir gaz gibi, o kabı kaplama eğiliminde. BDP ve PKK tarafından örgütlenmiş her tarafa saldırarak çözücü bir etki yaratmaya çabalıyor. Başbakanla en son görüşmelerinin onlar için büyük bir cesaret kaynağı olduğuna dair yaygın bir yargı var. Hüda-Par’ın diline baktığımızda, eski Hizbullah dilinin, üstelik bir politik parti formu altında hortlamış olduğunu görüyoruz. Hedef, Türkiye’nin batısıyla Kürdistan arasında kurulan demokratik yeni ilişki düzeni ve HDP’dir. Bu çerçevede baktığımızda, Hizbullah saldırılarının yeni sivil milis düzenin uzantısı olduğunu, koruculuğun yerini bunun alacağını görebiliriz. Burada hükümetin ne kadar kontrol ettiği, ne kadar kontrolünden çıktığı henüz bir muamma. Fakat sert çatışmaların da habercisi. Nusaybin’de ise Belediye Başkanı Ayşe Gökkan’ın açlık grevi, sınıra duvar örülmesi dolayısıyla başladı. AKP Avrupa’da çeşitli vesilelerle karşılaştığım PYD lideri Salih Müslim’e, Güney’deki gibi bir özerk-bölgesel yapıya asla razı olmayacaklarını söylemiş. Ama hayat da, Güney’dekinden daha etkin bir oluşumu zorluyor. Bütün İsrail aleyhtarı retoriğine karşın hükümetin aklına sıkışınca hemen İsrail’in yaptığı şey geldi ve bir duvar örmeye başladı. Çünkü duvar, sömürgeciliğin vazgeçilmez aracıdır. Güney Afrika’da da, Gazze’de de olan budur. Buna karşı bölgede kitlesel bir meydan okuma var. Ama bu, Türkiye’de yeterli yankı bulmadı. Eğer Gezi şanına lâyık olacaksa, Rojava’da bir Bantustan kurulmasına razı olmayacaktır. Elbette her şeyi Gezi’yle irtibatlandırmak zorunda değiliz, ama netice olarak bu, batıdaki isyanın gündeminde olmalıdır. Çünkü, Kürtler batıdaki yürüyüşe eşlik edecekse, kendisine eşlik edildiğini de görmek ihtiyacındadır. Genel olarak baktığımızdaysa, çatışmanın son bulması, Kürdistan’ın çoğulcu sivil toplumunu bütün belirtileriyle ortaya çıkarmış durumda. Farklı düşünme trendleri, farklı ihtiyaçlar kendisine ifade kalıpları buluyor. İlk defa Kürdistanî bir LGBT grubu kendi bayraklarıyla, alâmetleriyle ortaya çıktı ve kendilerini haklı olarak hemen HDK ve HDP’nin bileşeni ilan ettiler. Çünkü aradıkları şey buydu. Farklı politik görüşler, farklı belediyecilikler ortaya çıkıyor. Devlet medyası bölünme alâmeti gibi gösterse de, bunlar işin iyi tarafı. İşin kötü tarafı, bölgedeki muhafazakâr ve saldırgan devrim düşmanlığı eğilimlerinin hükümet himayesinde zuhur etmesi. Eskiden bütün bunları polis veya jandarma üstleniyordu. Silahlı çatışma son bulunca, bu güvenlikçi kontrol ve saldırı mekanizmalarını sivil ekipler devralmaya başladı. Dersim’de başka, Hakkâri’de başka türlü tezahür edebilir bu. Ama bir sınıf mücadelesi iklimi orada da kendisini bütün belirtileriyle ortaya çıkarıyor.
Mahir Çayan konusuna dönelim. Öcalan daha önce de çeşitli defalar avukatları aracılığıyla “THKP-C’nin mirasını sürdürdüğünü” söylemişti. “Yeni başlayanlar” için soralım, Mahir Çayan kimdir, mirası nedir? Ve Öcalan için bu miras niye önemlidir?
Mahir’in bugün Öcalan’ın dilinde yeniden önem kazanmasının çok özel bir nedeni var: Öcalan’ın siyasî hayatına, bir bakıma Kızıldere’yle birlikte başlamış olması, Kızıldere katliamını lanetleyen bildirileri dağıtırken cezaevine girmesi… Gençliğin yeniden örgütlenmesi sırasında Cephecilerin yanında sürece dâhil olmasının, kendisinin bizzat Cepheci olmasının bu beyanatlarında etkisi var. Fakat bunun ötesinde, Öcalan’ı siyasî açıdan ilgilendiren en önemli meselelerden biri, THKP-C’nin siyasî mücadele tarzındaki kimi karakteristikler. Birincisi, kentle kır mücadelesini birarada götürmeye eğilimli yapısı. İkincisi, ortak mücadele çizgisini akılda tutması ve Kürdistan özgürlükçülerinin rakibi gibi değil, tamamlayıcı bir parçası olarak tarih sahnesine çıkmış olması. Üçüncüsü, devrimcilikle sosyalizm arasında doktriner olmayan bir halka olması. THKP-C’nin özelliklerine baktığımızda hep şunu görürüz: Hem teoriye ve tarihî mirasa sırtını yaslamak, ama öbür taraftan da özgün olanı, yeni olanı, eskiyi tekrar etmeyeni, Türkiye’nin kendine özgülükler kümesinden bulup çıkarmaya çaba göstermek. Tıpkı Öcalan’ın Mahir’e müracaat etmesi gibi, Mahir ve diğer arkadaşlarımız da Türkiye’nin geçmiş sosyalist mücadele tarihi bakımından hep kendine özgü olanı aramış olan Dr. Hikmet Kıvılcımlı’ya müracaat etmişlerdir. Bu kendine özgülük meselesinin Öcalan’ın dikkatini çeken en önemli unsur olduğunu düşünüyorum. Bir diğer yönü, Türkiye’nin en yaygın ve etkin politik topoğrafyasında şu ya da bu şekilde bir Cepheciliğin varlığı. Yani, Öcalan ortaklığı ararken, Türkiye’deki en yaygın, en geniş, en çok alanda kendini hissettiren bir gelenekle irtibat kurma ihtiyacındadır. Yaygınlık açısından bakıldığında, THKO ya da TİKKO olamaz. Yaygınlık açısından söylüyorum, yoksa onların erdemleri bakımından bir tartışma söz konusu değil. Zaten Öcalan çoğu kez üçünün adını (TİKKO, THKO, THKP-C) birlikte anar. Şimdi daha spesifik bir şey yapıyor: HDP kurulurken “Mahir Çayan’ın emanetini size devrediyorum” derken dikkat çekmek istediği şey, Kürt özgürlük mücadelesiyle bu gelenekten gelenler arasında bir ortaklık kurmanın yeni dönem ihtiyaçları bakımından belirleyici olacağına dair bir düşünceye sahip olması. Öcalan’ın basını dikkatle izlediğini ve barış çağrısına bu cenahtan gelen olumlu tepkileri akılda tuttuğunu, onları boşlukta bırakmayarak bir siyasî adres gösterme çabası içinde olduğunu düşünüyorum. HDP’nin bileşenlerine baktığımızda da epeyce Cephe geleneğinden gelen var. Birçok faktör birden çalışıyor. Bence Türkiye’nin sosyalist mücadele dünyasında Öcalan’ın bu sözü yankılandı. Henüz bir-ikisi dışında olumsuz tepki görmedim. Fakat insanlar, duyduktan sonra duymamış gibi davranamayacakları için de henüz duyduklarına dair işareti vermiyor, evirip çeviriyorlar. Bence bizim, bundan olumlu bir sonuç çıkarmalarına yardımcı olmamız gerekir. Düzenin bütün kuvvetleri Öcalan’ı yalıtıp hareketi sağa çekmek için sürekli olarak çalışırken, onun dönüp dolaşıp düzenin en sevmediği, hatırasını en çok kirletmeye çalıştığı, en çok unutturmaya çalıştığı insana işaret etmesi, bence bir devrimci ısrardır. Kürdistan gençliğine çok önemli bir mesaj da veriyor. Hem devrimci olmayı hem Türkiye devrimcileriyle birlikte çalışmayı hem de onun en radikal geleneğine özel bir ilgi göstermeyi öneriyor. En önemlisi de, kendisini Mahir Çayan’ın bir takipçisi olarak ortaya koyarak, iki halkın devrimcilerinin ortaklığı bakımından da herhangi bir kıskançlık içinde olmadığına dair önemli bir işaret vermiş oldu. Onu “Serok” olarak gören, “irademdir” diyen milyonlarca insanın karşısında “bir başka irade daha var” demiş olmasının büyük bir diğerkâmlık olduğunu düşünüyorum. Bunu ancak kendine çok güvenen bir liderliğin, hem de bir tarih duygusu içinden konuşan birinin yapabileceğini düşünüyorum.
Kongredeki konuşmanda “yoldaş Öcalan” demene bir tepki oldu mu?
Hayır, en azından bana ulaşan bir tepki olmadı. Umarım da olmaz, bir de bunu anlatmakla uğraşmayalım. Bu atmosfer içinde, bunun söylenmiş olmasının, Kürdistan devriminin zekâsına hitap ettiğini düşünüyorum. Çünkü onun attığı adıma ancak böyle karşılık verilebilirdi. Bunu da insanlar iyi karşıladılar.
Bu koşuşturma içinde bir de kitabın çıktı: “İsyanın İzinde”…
Tarihte tesadüfün rolü. (gülüyor) Dipnot Yayınları’nın sahibi Emirali’nin (Türkmen) saygıdeğer cüretkârlığı olmasa, bu derlemeyi getirip önüme koymasa, bu kitap olmayacaktı. Emirali “bunu yapacağız, yapmaya mecburuz” dedi. Ben de uzun zamandır teorik hiçbir şey yapamıyor olmanın azabı içinde “evet” dedim. Yoksa, bence bu metinler üzerinde daha çok çalışmak gerekirdi. Elbette bu metinler ansiklopedinin (Kürkçü’nün genel yayın yönetmenliğini yaptığı sekiz ciltlik Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi) içinde yerli yerinde duruyor, ama ansiklopedi ortada yok. Sahaflarda veya kütüphanelerde solup gitmesindense, bir kere daha insanların değerlendirmesine sunmak bana iyi geldi. Gündelik itiş kakışın içinden konuşmamak, tarihe ve teoriye müracaat ederek konuşmak için de bir fırsat olsun diye kabul ettim. İnsanlar soruyordu, “senin bir kitabın var mı” diye. Ben de “benim ansiklopedim var” diyorum. (gülüyor) Sonuçta bir kitabım da olmuş oldu! Kitap yazmak çok mühim bir şey. Dolayısıyla, buna kitaptan ziyade “derleme” demeyi tercih ediyorum. Ömrüm kitap yazmaya vefa eder mi, bilmiyorum. Ama Emirali, özellikle Express’teki söyleşileri de biraraya getirmeyi istiyor. Onların bir siyasî okuma olduğunu, yakın geçmişin siyasî konjonktürü içinden bakarak 1970’leri anlama çabasının ürünü olan bu söyleşilerin yeni kuşaklara faydası dokunacağını düşünüyor. Ona da yol verdik. Arkadan gelecek bir kitap daha var. Onu 24. dönem kapanırken yapacağız. Yaygın medyaya taşınmadığı için görülmemiş, işitilmemiş pek çok Meclis Genel Kurulu konuşması var. Meclis’e sunduğumuz raporlar var, ki bunların çok büyük bir bölümü Roboski katliamı gibi katliamlar, cezaevleri, işkenceler hakkında. Üstelik sadece olguları irdeleyen değil, hâkim görüşü de tartışan metinler. Bir de çeşitli sosyalist yayınlardaki yazıların derlenmesi söz konusu. Yani yolda üç kitap var.
“Şimdi galiba bir Muhammed Ali performansı gerekiyor” diye başlamıştık, öyle bitirelim. Muhammed Ali’nin iki performansı vardı, biri “kelebek gibi uçarım, arı gibi sokarım” dediği, rakibini etrafında dans ederek bunalttığı çok yönlü hücumu; öbürü kendisinden çok daha güçlü Frazier ve Foreman’ı alt ederkenki ünlü savunması…
Frazier ve Foreman kaba güçtü, değil mi? “Balyoz” denenº türden yumruklar… Ayrıca “müesses nizam”ın temsilcileriydiler. Muhammed Ali ise egemenlere meydan okuyan bir kimlikti.
Ve bu meydan okumayı hem çok doğrudan, hiç eğilip bükülmeden hem de çok incelikli yapıyordu.
Ringde de öyleydi, hem kaçak güreşmiyor hem de “balyoz”lara hedef olmuyordu, zekâsıyla karşısındaki kaba gücü boşa çıkarıyordu. Rakipleri boşa salladıkları yumruklarla kendilerini tüketirken onun yumrukları doğru zamanda doğru yere yöneliyordu. Kuvvetini yoğunlaştırmakta, hedefine konsantre olmakta çok başarılıydı.
Hiç demoralize olmuyor, fakat söylemiyle rakiplerini demoralize ediyordu. Sloganlarından biri, “Ben güzelim”di.
Aksini kim söyleyebilir? Evet, HDP’ye Muhammed Ali performansı lâzım. (gülüyor)