Cihan Demiral
Kötü haber, öylesine bir akşamda, sakin akan bir derenin tam ortasına devriliyor: Sonsuza kadar süren bir Mart’ın 28’inde, bir var oluş hafızasının daha artık olmadığını Agos’tan duyuyorum. Sarkis Seropyan, yıllarca alfabeler boyu işlediği kelimeleri ve kıymetli mirasıyla bizi başbaşa bırakıyor: Cenaze töreninin günü ve yerini not ediyorum. Gitmeliyim, çünkü zamanı durdurabilmenin hayalini kuran herkes gibi, bu son şansım. Dere etrafımızdan akıp gidiyor.
Nedense hep cenazelerin peşinden sayısız adımla katettiğim Feriköy’de, Surp Vartanants Kilisesi’nin yerini bulmak için haritayı kullanmıyorum: Daha önce hiç bir Ermeni cenazesine katılmamış bir İstanbullu olarak, geç kalma endişesiyle, aynı şehri paylaştığım insanlardan bir kilisenin yerini tarif etmelerini rica etmek daha anlamlı geliyor. Konuşmaya ihtiyacım var. Birisi de soruyor, kamerayı görünce daima ateşlenen merakla, cenaze mi var — evet, Agos’un kurucularından Sarkis Seropyan’ın diyorum. Tüh. Gerçekten. Kimi siyasi karakterlerin, kültür insanlarının çelenklerinin taşındığı, kimi liderlerin çiçeklerinin hiç uğramadığı, birbirleriyle gözleriyle selamlaşan onlarca kişinin avlusunu doldurduğu kiliseye varıyorum.
Aynı deredeyiz; matem bizi sarıp, hız kazanarak, çalkalanarak etrafımızdan akıyor. Duaları dinleyerek, cemaatin nezaketi ve hüznüne dokunarak, kilise sıraları arasında her seferinde biriki adımı sadece ödünç alarak ilerliyorum. Ve o esnada bir karar veriyorum: Baron Seropyan’ın tabutunun etrafında zaten yeterince kamera var, Agos için çektiği fotografları takip ettiğim Berge Arabian’ın orada olduğundan, o hayati belgeyi yakalayacağından fazlasıyla eminim. Çok kıymetli bir beyefendinin cenazesindeki, yanlışlıkla bile olsa, o kaba fotografçı olma ihtimali yerine, omuzlarındaki teması paylaştığım, göz ucumla göz yaşlarını seçebildiğim cemaatin gördüklerini sahiplenmeyi seçiyorum — onların açısından, onların şahitliklerini kaydediyorum.
Bir ilkin deneyimine kendini bırakıvermiş her insan kadar, endişeyi kamaştıran bir merakla, hüznün ağırlaştırdığı bir saygıyla donakalarak ve aynı hızla öğrenmeye çabalayarak, komşularımın şiir ahengiyle sese kavuşan diliyle dua okuyan papaza kulak veriyorum. Sonra, karşılaştığımız semtlerde selamlaştığımızda kullandığımız dilde anlatıyor, Seropyan’dan bahsederek — Gözde Kazaz’ın Agos’taki derlemesinden birebir alıntılayarak aktarmak gerekirse: Ömrüne o kadar çok şey sığdırdı ki… Biz mutluyuz onu tanıdığımız için, üzgünüz mahrum kaldığımız için. İçi dolu işler yapabilmek bir tanrı lütfu. Nice kültür insanları çıkar aramızdan diye dua ediyorum. Ve yalnızca tek bir işe odaklanmak, o işi en doğru yapabilmekten bahsediyor; aç gözlü olmamaktan.
Sonra bir arkadaşıma sorup öğrenecektim, emin olmak için; baron, Ermenicede bir saygı ifadesi. Türkçede beyefendi veya bayımdediğimiz şeyin, kültürel olarak daha fazla saygı atfedilmiş bir dengi: Baron, aynı zamanda öğretmen, yol gösterici, bilge. Ermeni cemaati, canlı hafızası, yol göstericisi Seropyan ile vedalaşıyor. Bu kaybın onlar için acısı ve yarattığı devasa boşluğun anlamı, belki de Seropyan’ın adına iliştirdikleri bu önemli ifadede saklı. Saygıdeğer ailesinin Geldi, anlattı, gitti… başlığıyla kaydettiği hayat öyküsü, her anı emekle işlenmiş bir hayatı ve kaybettiğimiz değeri anlatıyor.
Ve Sebat Apartmanı’nda, şimdilerde restore edilerek bir vicdan ve hafıza mekanına dönüştürülecek Agos’un eski ofisinin önüne kadar süren yürüyüşteki alkışlara ve yasın sessizliğine katılıyorum.
Şimdi mugannilerin şarkıları etrafımızı sarıyor, o sakin dereye uzanıyoruz, anı ve hafızaya sığınarak. Hoşça kalın beyefendi ve güle güle Baron.