Sait ÇETİNOĞLU
Sesonline
1915 öncesindeki sistemli katliamlar ve sonrasındaki destekleyici eylemlerle birlikte 20. yüzyılın karşılaştığı en kapsamlı soykırım hareketlerinden biri olan Osmanlı Devletinin 1915 yılında aldığı tehcir kararı ve uygulamalarıyla desteklenen planlı bir etnik yok etme işleminde, doğunun en eski ve yerleşik toplumlarının anavatanlarından hemen hemen bütünüyle koparılıp atıldığı ve büyük bir kısmının yok edilmesiyle sonuçlanan sürecin 1948 tarihli Birleşmiş Milletler Soykırım Suçunun Önlenmesi ve cezalandırılması Sözleşmesi’nin 2. maddesinde sayılan soykırım unsurlarının sadece birine değil, sayılan beş maddenin tümünü karşılayan bir soykırım olduğunu ifade eden Recep Maraşlının, Ermeni Ulusal Demokratik Hareketi ve 1915 Soykırımı adlı çalışması,(1) sadece Osmanlı coğrafyasında Ermeni halkına uygulanan soykırımın ötesinde, Ermeni halkının ulusal demokratik mücadelesi, coğrafyadaki diğer halkların bu mücadele içinde ve soykırımla sonuçlanan kaderinin kesişen tarihi anlatımı olarak önemli bir eserdir.
Ermenilerin bu topraklarda binlerce yıldır yaşayan kadim bir ulus olduğunu, bunun bizlere hiç ama hiç anlamadan nasıl bir Ermeni düşmanlığı ile donatıldığımızı fark edince, resmi tarihin cilalarını söken çalışmalarına tutsak olduğu zindanlarda başlamıştır. Aydın cezaevinde başlayıp, Ankara Ulucanlar’da devam etmiş ve Berlin’de tamamlanmış kapsamlı bir çalışmayı okurlara sunmuştur.
‘Resmi tarih’ deyip geçmeyin, insanda öylesine derin ve köklü tahribatlar yaratıyor ki inanılması bile çoğu zaman güç. Tümüyle kendi ayakları üzerine durması ve güçlü bir tarih felsefesine dayanması beklenen demokratların bile halen resmi tarih’ bilgileriyle politika yapmaya devam ettiklerini izlemek işin vahametini gösteriyor. Son tahlilde, Ermenilerin, Rumların, Kürtlerin, Asurî-Süryanilerin, Pontus’luların bu topraklardan kan ve acıyla sürülüp çıkartılmalarını ‘Türk ulusal kurtuluş savaşı’ olarak kavramak ne acı! İmparatorluk topraklarını korumak için girişilen mücadeleyi ‘bağımsızlık savaşı’ gibi görmek ne büyük bir yanılgı! Sözleriyle Maraşlı, resmi tarihin yarattığı tahribata vurgu yaparak, Tarihsel belleğe dikkat çeker: Tarihsel belleği silinen toplumlar, sömürge toplumlardır. Tarih bilincinin yerini efsaneler, hurafeler, destanlar almıştır. Asimilasyon sadece dilimizi, kültürümüzü değil, aynı zamanda tarihsel belleğimizi de silmeye yöneliktir. Sözleri resmi tarihle sorunumuzu belirler.
Çalışma Eklerle birlikte 7 bölümden oluşmaktadır; Birinci bölümde ortak bir tarih denemesi başlığıyla, bu toprakların tarihi içinde kadim ve otokton halklarının kesişen serüvenleri özetlenir.
‘Ermeni ulusal demokratik hareketi’ başlıklı İkinci bölümde, Ermeni demokratik hareketinin gelişimi, Üçüncü bölüm, ‘Soykırım bir evrak sahtekârlığı değildir ki, onu yazışmalar arasında bulalım. Soykırım gerçekliği ancak toplumsal-tarihsel bilgilerle, olgularla ispatlanabilir. Bu gerçeklerin sadece Osmanlı Arşivlerinde belgelendirilmiş olacağını sanmak, yalnızca resmi belgelere yansıması bağlamında bir tartışmaya kilitlenmek safdillik olur. Devletin böyle bir operasyonda olguları belgelemek bir yana, bunları mümkün olduğunca “kayıt dışı tutmağa çalışacağı açıktır.” sözleriyle ifade ettiği soykırım sürecini, soykırım uygulayıcılarının, kendilerine göre daha akılcı bir yol olarak gördükleri; mümkün olduğunca olguları belgelere geçirmemeye, şifreler, özel talimatlar ve sözlü yönergelerle katliamı yönlendirmeye çalışmaları ile gerçekleştirdikleri genocid sürecine ayna tutar.
Dördüncü bölüm ‘Kemalist iktidarın batı Ermenistan’ın yeniden işgali’ başlığıyla Mütarekeden Lozan’a kadarki dönemde Ermeni halkı özelinde bu toprakların hikâyesi, beşinci bölüm 1924 sonrası Kemalist iktidarın kurumlaşması politikalarından etkilenen halkların acıları nakledilir. Genel olarak Recep Maraşlı’nın bu çalışması bir tarih felsefesi olarak okunmalıdır, Beşinci bölüm Cumhuriyet dönemine ayrılmış olup bu dönemin etnik yok etme ve yayılma politikalarına ayrılmıştır. Maraşlı, yayılmayı ‘Dış ve iç yayılma’ olarak ikiye ayırır. Dış yayılma olarak Hatay ve Kıbrıs’ı örneklendirir. İç yayılma olarak da cumhuriyetin tüm etnik arındırma, yok etme, asimilasyon, inkâr politika ve uygulama politikalarını örneklendirir ve mercek altına alır.
Altıncı bölümde özellikle tarih felsefesine odaklanmış olup Ermeni ulusal hareketi ve 1915 Jenosidiyle ilgili genel sonuçlar irdelenmektedir. Ekler bölümü tarihsel belleğin silinmesi araçları olarak isim değiştirmelerine odaklanılarak, bu toprakların isimlerinin etimolojik kökenlerine dair bir denemeyi içerir.(6)
TEŞKİLAT-I MAHSUSA İLE İLİŞKİ
Maraşlı, 1915 Jenosidinin hiçbir mazerete sığınılmadan, açıkça kınanması, yapanların, yaptıranların lanetlenmesinin bir insanlık borcu olduğunun da altını çizer. Bediüzzaman’ın Teşkilat-ı Mahsusa ile ilişkisinin üzerinde durmasının açıklamasını; ‘Doğu Hıristiyanlığının soykırımla yok edilmesindeki Müslüman faillerini, hemen hemen Türk milliyetçileri kadar tartışmaktan kaçınan Müslüman düşünür ve politikacıların hiç de tartışma dışında durmaya haklarının olmadığını hatırlatmak için özellikle yaptım’ der. Said-i Nursi’yi (Kürdi) süreç içinde yazıları ve eylemleri içerisinde inceler. Milli mücadele, Kürt isyanları karşısındaki tavrı vb. gibi…
Said-i Nursi(Kürdi)’nin yanı sıra Hacı Musa Beg üzerinden Kürt eşraf ve mütegalibesinin, soykırım karşısındaki tutumlarını, merkezi otoriteyle bağlaşma ya da kopuş noktalarını, Kürt toplumunun geleneksel ya da siyasi önderlerinin soykırım karşısındaki duruşu sorularını Türk milliyetçiliğinin inkârcı ve mazeretçi yaklaşımından çok farklı bir tarzda yaklaşılması ihtiyacını tartışmak ister. Hacı Musa’ya özellikle dikkat çeker ki, Hacı Musa, Hamid’in Hamidiye alaylarından gelen İttihat ve Terakki’nin aşiret alaylarında güçlenerek, Kemalist milislere uzanan çizgide önemli bir soykırım aktörüdür . İttihat ve Terakki ile Kemalizm arasındaki biyolojik ve ideolojik devamlılığın prototipidir. Hacı Musa Ermenileri yönelik bütün katliamların faillerinin en önemli aktörü olduğu gibi, Kemalist hareketin Kürdistan’daki en önemli ayağıdır. Erzurum ve Sivas Kongrelerine katılmamakla birlikte gıyabında yürütme kuruluna seçilmeye mahzar görüldüğü gibi. Bir kuruşa muhtaç olunduğu ifade edilen dönemde Hacı Musa Beg, M. Kemal tarafından ayrıca altınla taltif edilir –Nutuk’ta, iyi sözlerle bahsedilmese bile- Musa Beg, sonrasında da Kemalistlerce ödüllendirdiği ender aşiret reislerindendir.
Eserinde Recep Maraşlı, Anadolu, azınlık, işbirlikçi burjuvazi gibi birtakım kavramları da tartışır: ‘Osmanlı egemenliği altında yaşayan çeşitli ulusların ‘azınlık’ olarak nitelendirilmesi yanlıştır. Türk resmi ideolojisinin biçimlendirdiği bir kavramdır. Osmanlı İmparatorluğu birçok ülkeyi, birçok ulusu egemenliği altında tutmaya çalışan despotik bir İmparatorluktu. Bu halkların hiçbiri ‘başka bir ülkede’ değil, bin yıllardır kendi ülkelerinde yaşıyorlardı. Yerli halkların kendi tarihsel mekânlarında, sürekli ‘azınlık’ olarak lanse edilmeleri ve bilinçlere böyle kazılmaya çalışılması, fetih ve işgalle gelen çöreklenmeci-yerleşimciliğin tarihsel hafızayı tersyüz etme çabasıdır. Bu çabanın fetihçiliğin sonuçlarını doğallaştırdığını, yerli halkların ve kültürlerin tarihsel süreç içinde sistemli olarak azaltılmasını gizlediğini ve yerli halk ve kültürlerin bilinçlerde yabancılaştırmasına hizmet ettiğini vurgular. İmparatorluğu ‘tek uluslu’imiş gibi göstermek, diğerlerini de bu ülkeye serpiştirilmiş ya da göç etmiş azınlıklar olarak değerlendirmek, açıktır ki gerçeklerle bağdaşmadığının altını çizer.
Bu kadar çok ulus ve ülkeyi elinde bulunduran Osmanlıların kendilerinin bir azınlık despotizmini temsil ettiklerini, Yerli halklar için kullanılan ‘Azınlık’ kavramı, Türk ulus-devletinin Önasya’yı etnik temizlikle Türkleştirme politikasının ihtiyaç duyduğu ideolojik bir argümandan başka bir şey değildir.
İşbirlikçilik tanımının kullanımının da sorunlu olduğunu kaydeder: Burjuvazilerin ‘işbirlikçi’ olmasına gelince; her ulusta olduğu gibi Rum ve Ermeni burjuvazisinde de hem ulusal hem işbirlikçi öğeler bulunması doğaldır. Ermeni ve Rum burjuvazileri, ne kadar ‘işbirlikçi’ iseler, Türk, Kürt, Arap ya da başka herhangi bir ulusun burjuvazisi de ‘işbirlikçi’ olabilir. Başka herhangi bir ulus burjuvazisi ne kadar ‘milliyetçi’, ‘anti-emperyalist’ olabilirse Ermeni ve Rumlar da o kadar yurtsever olabilir. Ayrıca ‘işbirlikçilik’ tanımı sadece Avrupalı emperyalistlerle değil, Osmanlı yönetici gruplarıyla yapılan ortaklıkları da içerir…’
İşbirlikçi’lık sadece ‘azınlık burjuvazileri’ne has bir özellik de değildir. Türk egemen sınıfları da her anlamda ‘işbirliği’ arayışı içindeydiler ve doğallıkla bu noktada daha avantajlıydılar. ‘İşbirlikçi burjuvazi’ sosyalist terminolojiye ait bir kavramdır… ‘işbirlikçi azınlık burjuvazileri’ kavramı daha çok Kemalist Sol’un yerli halkların ulusal istemlerini, emperyalizme bağlayarak mahkûm etme, bu anlamıyla da ‘Türk kurtuluş savaşı’ adı verilen etnik arındırma ve ulus-devlet sürecine soldan destek verme kaygısını taşır. Batı ile ilişki kuranlar sadece azınlıklar değildir. Müslüman tacirler de Batılı güçlerle ticari ilişki içindedirler, hatta kapitülasyonlardan faydalanmak için Batılı devletlerin uyruğuna giren Türk tacir örneklerine de rastlanmaktadır. Müslüman tüccarlar bu durumdan şikâyetçidirler, kendilerine de imkân sağlanmasını istemektedirler: “Müslüman tüccarlar Babıâli’ye müracaat ederek ticaretlerini kaybettiklerini veya Gayri Müslim ya da Avrupalı tüccarların himayesinde yapmak zorunda kaldıklarını bildirmişlerdir.”
Maraşlı, Batılı gezginler ve araştırmacıların Doğu ticaretinin önemli bölümünün yine Müslümanların elinde olduğunu yazdıklarını, Ermeni ve Helen öğelerine üstünlük kazandıran, onların transit ticaretinde, Avrupa ile İmparatorluk ya da İran arasında aracılık yapabilme fonksiyonları olduğunu ve bu nedenle Müslüman tacirlerden sıyrılıp öne çıkabildiklerini söyler. Zaten II. Mahmut’tan beri Müslüman tüccarların transit ticarette Hayriye tüccarı (Avrupa tüccarı) imtiyazı peşinde koşmaları da bu öne çıkma çabalarının bir yansımasıdır.
Avrupa’ya diğer halklardan daha önce açılmış olan ve Batının düşün ve kültürel etkileşimlerini İmparatorluğa aktarmakta belli avantajlara sahip olan Ermeni aydınları, politik düşüncelerin yanı sıra müzik, mimari, resim, tiyatro vb. gibi sanatsal alanlarda da Osmanlı Rönesans’ında da önemli roller üstlenmişlerdi. İmparatorluğa getirilen pek çok yeniliğin taşıyıcılığını yaptıklarını kaydeden Maraşlı; Osmanlı anayasacılığının da başlangıcı sayılan Ermeni Millet Nizamnamesi’ni Ermeni uluslaşmasının ilk hukuksal belgesi olduğuna ve Jön-Türk ve İttihat ve Terakki’nin pek çok kadrosu Ermeni hocalarının taşıdıkları bu düşünce akımlarıyla aydınlandıklarına işaret eder: Ermeniler, Jön-Türker’den çok daha önce siyasi örgütlenmelere girişmişlerdi. 1850 yıllarında Fransa’da okumuş Ermeni gençleri daha o zaman bir Ulusal Reform Programı’nm taslağını hazırlamışlardı. Paris’te [Venedik’teki Ermeni-Katolik Ruhban Cemiyeti’ne ait] Samuel Muradyan Ermeni okulunda eğitilen gençler, topluluğun yalnız kültürel değil, siyasi önderliğini de yapacak şekilde kadroları oluşturmuşlardı. Öyle ki, daha sonraki yıllarda Osmanlıların siyasi hayatında çok önemli roller oynayacak olan Jön-Türk ve İttihat ve Terakki’nin pek çok kadrosu Ermeni hocalarının taşıdıkları bu düşünce akımlarıyla aydınlanmışlardı.
Maraşlı, Ermeni ulusal demokratik hareketini dönemlere ayırır, bir Ermeni burjuvazisinin oluşmasıyla başlayan ilk dönem ulusal hareketin reformist bir karakter taşır. Millet-i sadıka olarak anılan Ermeniler, bu evrede genel olarak Osmanlılık düşüncesi içinde kalmışlar ve reform kararlarının destekçileri olmuşlardır. 7 Aralık 1877’de Ermeni Ulusal Meclisi’nin aldığı bir kararla Ermenilerin de askere yazılarak Osmanlı safında savaşa katılma kararı almış olma[ları] bu cümleden olsa gerektir. Ancak süreç içinde reform taleplerine cevap verilmemesi, çeşitli kıyımlara maruz kalmaları, Berlin konferansında kaderlerinin Osmanlıların inisiyatifine bırakılması karşısında ‘Hakkımızı ancak mücadele ile alabileceğimizi bize öğrettiniz’ diyeceklerdir.
Reform taleplerinden bir sonuç alamayan Ermeniler, ikinci evrede Ermeni burjuvazisinin reformist siyasetin ayrılıp siyasal radikalizm ve silahlı mücadele olarak adlandırılan evredir. Osmanlı yönetiminin baskılarını devam ettirme tavrına karşı radikalleşen Ermeni hareketlerinin/partilerinin anatomisini tahlil ederek, radikal Ermeni eylemlerinden, direnişlerden ve fedai hareketlerinden örnekler verir.
Bu hareketlerin bastırılmasında da Ermeni ulusalcılığını Kürt feodalitesiyle barajlama ve halkları birbirleriyle çatıştırma politikasının organı olarak Hamidiye alayları ön plandadır.
Hamidiye alaylarının ve Soykırımda Kürtlerin rolü üzerine bilgiler verir: Hamidiye Alayları Kuzeyde Ermeni ulusalcılığı üzerinde terör uygularken, Güneyde de Süryani, Keldani, Nesturi gibi diğer Hıristiyan halkların üzerine yöneltilmekteydi. 1914 yaz aylarında Mardin ve Cizre Süryanileri, Hevirki-Dakşuri aşiretleri tarafından katledildiler… Hamidiye Alayları’nın esas amacı, Ermeni ulusalcılığını sindirmek ve bu nedenle feodal otoriteyi güçlendirmektiyse de, bundan daha az önemsiz olmayan bir amacı daha vardı bu politikaların; Kürt halkını Osmanlı’nın sadık bir unsuru olarak kontrol altında tutmak. Hamidiye Alayları vesilesiyle askeri gücünü pekiştiren Kürt feodalitesi karşısında, Kürt ulusal bilinçlenmesi oldukça gerilerde seyretmiştir.
İstanbul’da da Ermenilere yönelik girişilen şiddet hareketlerinde ön sırada baltacılar adı verilen Kürt hamallar bulunmaktadır. Zilan Şeyhi Muhammed’in Cihat çağrılarının da I. Sason direnişinde (1894) Kürtlerin Hamidiye alaylarına katılarak direnişin kanlı bir şekilde bastırılmasını sağlandığını ve bastırma harekâtının 16 bin kişinin kurban gittiği tahmin edilen bir katliama dönüştüğünü kaydeder.
Kürt feodallerindeki bu genel eğilime karşın, işbirliği örneklerini de verir; Ermeni ve diğer bağımlı uluslarla işbirliğini gerekli gören ilk Kürt aydın ve politikacısı da yine Kürt Aristokrasisinin ünlü ismi Bedirxani’lerden çıkmıştır. Kürt-Ermeni kardeşliğini açıkça savunma cesareti gösteren Abdurrahman Bedirxan Bey’le Taşnaktsutyun liderleri 1890’lı yıllarda Cenevre’de bir görüşme yaptılar. Verimli geçen bu görüşmeden sonra Abdurrahman Bedirxan Bey’in Arap alfabesiyle Kürtçe bir makalesinin Taşnak yayın organı Droşak gazetesinde yayınlanması bu iyi ilişkilerin bir ifadesi oldu.
HAMİDİYE KATLİAMLARI
Ermeni ulusal demokratik hareketinin her evresinde İmparatorluktaki Hıristiyan topluluklara karşı batılı büyük güçlerin korumacılık söylemlerinin laftan öteye gitmediğini ve yerli Hıristiyan topluluklara karşı yapılan kıyım ve katliamlara karşı Batılı güçlerin seyirci kaldıklarının örneklerini verir: 1846 yılında Kürtlerin Nasturi ve Asurî-Süryani topluluklara karşı saldırıları sırasında, batılıların tavrı tarafsızlıktır. Kürtlerin saldırı hazırlıkları sırasında, onların karargâhlarında bulunan Grant ve Badger, bu hazırlıklar ve planlar karşısında tarafsız ve umursamaz bir tavır takınmışlardı. 1894–96 Hamidiye katliamları sırasında da Büyük Güçler tavırsızdır. Aynı tavrı İttihat yönetimi sırasında gerçekleşen ve yaklaşık 30 bin kişinin katledilmesiyle sonuçlanan 1909 Kilikya katliamı sırasında da görmekteyiz. Büyük devletlerin donanmaları Mersin limanında beklerken, İngilizler Ermeni direnişçilerini silahlandırmak çabasındadır. Nitekim başarılı da olurlar ve katliamın ikinci evresinde İttihatçılarca emniyetin temini için gönderilen Dedeağaç Taburu’nun gözetiminde silahtan arındırılmış Ermeniler üzerinde geniş çaplı katliama girişilecektir. Kilikya 1909, aynı zamanda 1915’in provasıdır, Mülki amirler tarafından silahlandırılan milisler, güvenliği sağlamakla görevli ordu birliğinin gölgesinde katliamı gerçekleştirirler. Büyük güçlerin tavırsızlığı Soykırım sırasında da görülecek, batılı güçler sadece protestoyla yetinirler. Savaş sonrasında ise soykırım failleri Lozan’da cezasızlıkla ödüllendirilecektir.
1908 sonrası evreyi ittifak dönemi olarak niteleyerek bu ittifak dönemine ilişkin özgül olaylarla, İttihatçılığın genlerinde var olan radikal milliyetçi damarın süreç içinde açıkça ortaya çıkışının dönüm noktalarına işaret eder ki bu dönümler Ermeni ulusal demokratik hareket için kırılma noktalarıdır. Kilikya 1909 ve Balkan yenilgisi gibi… Balkan sendromunu özel olarak mercek altına alır. Bu yapay dehşetin günümüze uzanan çizgisini takip ederek anti demokratik uygulamalardan katliamlara kadar uzanan bir yelpazede bu coğrafyanın maruz bırakıldığı vahşetin mayasının analizini yapmaktadır. Bütün bunlar, Kemalist Cumhuriyet’in imparatorluktan devraldığı toprak mirasını tahkim etme ihtiyacına denk düşmektedir.
Jenosit (1915) bölümünde, demografik değişikliklerin tahlil edilerek Doğu Hıristiyanlığının coğrafyadan kazınmasının örneklerini vererek. Soykırımı, resmi makamların kayıplar hakkında verdikleri rakamlarla tahlil eder. 1928 yılında Genel Kurmay Başkanlığı’nın yayınladığı Yarbay Nihat tarafından hazırlanan, Birinci Cihan Harbinde kayıplar üzerine Fransızca’dan çeviri bir kitapta Genelkurmayın verdiği sayılara göre, sadece Birinci Cihan Harbi sırasında, ‘800. 000 Ermeni ve 200. 000 Rum kati ve tehcir yüzünden veya amele taburlarında ölmüştür’ denmektedir. Toplam bir milyon insanın kati ve tehcir yüzünden öldüğü TC Genelkurmayı tarafından da kabul edilmektedir. Dönemin Dâhiliye Nazırı Cemal Bey tarafından basına verilen bilgiye göre; Aralık 1918’de, Dâhiliye Nazırı Mustafa Arif tarafından kurulan ve savaşta öldürülen Ermenilerin sayısını tespit etmeyi amaçlayan komisyon 14 Mart 1919’de yaptığı açıklamada “öldürülen Ermeni sayısının 800.000 dolayında olduğu sonucuna ulaştığını bildirmiştir.
Neticede yerli Hıristiyanlar bu coğrafyadan kazınmıştır. Gerçek şudur ki: Tüm imparatorlukta iki milyondan fazla nüfusa sahip Ermenilerden sürgün ve jenosit sonucunda sadece 150 bin kişi kalmıştır İmparatorlukta. Asurî, Süryani, Keldani, Pontus Rumları gibi diğer Hıristiyan halkların ve Êzidi Kürtlerle ilgili de sağlıklı bir rakamsal veri bulmak güçtür. Şurası bir gerçektir ki sayının bir buçuk milyon değil de 300 bin olması, soykırımın niteliğini değiştirmez. Kaldı ki son dönemlerde resmi Türk politikasının rakamlar üzerinde yoğunlaştırdığı tartışmaya karşın, yine Osmanlı Hükümeti ve TC Genelkurmayının bu konudaki eski belgeleri bile sayının en azından 800 bin olduğunu kabul etmektedir.
SOYKIRIM SONRASINDA
Soykırıma giden yola döşenen taşları tahlil eder, Ege’de daha savaş başlamadan Helen kökenli Osmanlı vatandaşlarına karşı yapılan eylemler bir bakıma Soykırımın provasıdır. Bu eylemlerde başrol oynayan Karesi Mutasarrıfı Dr. Reşit, Soykırım sırasında 1915 yılında Diyarbakır valisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Diyarbakır vilayetinden hiçbir Hıristiyan canlı olarak çıkamamıştır. Diyarbakır bölgesinde katledilenlerin sayısı hakkında 200 bin rakamı verilmektedir.
Maraşlı, ‘Bu anlaşmanın Osmanlı’yı parçalamak değil, İttihat ve Terakkinin temsil ettiği iktidar bloğunun egemenliğini sınırlandırmak koşuluyla, devlete doğu vilayetlerinde belli bir istikrar kazandırmakta olduğunu… Özerklik programının sadece Rusya ve İngiltere değil, Osmanlı yapısının korunması ilkesiyle hareket eden Almanya’nın da onayını almış olması bu anlamıyla dikkat çekicidir.’ Sözleriyle ifade ettiği 1914 yılında imza edilen reform anlaşmasındaki İttihat ikiyüzlülüğüne işaret eder. Bu anlaşmayla Doğu bölgesini zaten Ruslara terk ettiğini ve Ermenileri tehcir gerekçesi olarak Rusların nüfuzunu kırma gerekçesinin anlamsızlığını vurgular: Bu örnek Osmanlı hükümetinin ‘Ermenileri tehcir etmesini’ Rus nüfuzunu kırmak, ya da ‘vatan topraklarını savunmak”’gibi gerekçelere dayanamayacağını gösterir. Çünkü Bab-ı Ali, Ermenistan ve Kürdistan’ı zaten bu devletlerin nüfuzuna terk etmiş bulunuyordu. Üstelik bu, ‘özerkliği’ Ermenilerden gizleyerek ve onları ortak etmeye yanaşmayarak yapmıştı. Ermenistan’ın özerkliği için Rusya ile protokol imzalayan aynı hükümetin Rusya’yla ‘işbirliği’ yaptıkları gerekçesiyle Ermeni halkının zorla sürülmesi ve yok edilmesini uygun gören aynı hükümet olması tarihin ironilerinden birisi olsa gerek.
İttihat’ın reformlardan ne anladığı ise anlaşma gereği olarak atanan müfettiş yardımcılıklarına Dr. Reşit, Diyarbakır Mebusu Pirinççioğlu Feyzi ve Talat’ın kayınbiraderi Bitlis Valisi Mustafa Abdülhalik’in (Renda) gibi Soykırım aktörü olacak kişilerin atanmasında gizlidir.
Maraşlı, sadece ‘tehcir’ olarak tasarlandığı varsayılsa bile, göç ettirmenin kaçınılmaz olarak soykırım olarak tecelli edeceği başından belli olduğunu ifade ettiği, Soykırım sürecinin ayrıntılı bir analizini yapar, Ermenilerin silahsızlandırılmaları, gasp, talan ve ganimetle motivasyon, Kürtlerin rolü, Almanya’nın Soykırıma dahili de ayrı bir bölüm halinde incelenerek üst düzey Alman görevlilerinin talimatlarından ve Ermeni direnişlerinin kırılmasında Alman muhariplerinin önemli katkılarda bulundukları Van, Urfa ve Musa Dağ’dan örnekler verir. Sürgün kararının uygulamasını birçok yerde Alman konsolosları ve subaylarının yönettiği ve teşvikçi olarak katıldığı ileri sürülmüştür. Bu iddiayı öne sürenin de Alman vatandaşı Johannes Z. Lepsius olması iddiadan öte bir kanıt özelliği taşır.
Sarıkamış laboratuvarını tahlil eder. Resmi tarihin, Sarıkamış faciasından Ermenilerin sorumlu tutularak, tehcirin gerekçesi yapılmasına karşılık, Enver’in Erzincan’da Ermeni piskoposlarının kendisini karşılamaları sırasında yaptığı konuşmayı vererek, resmi tarihi Enver’in ağzından yalanlar: Ohannes [Nurhan] Çavuş adındaki bir Ermeni askerinin kendisini ve kurmaylarını çok kritik durumdan nasıl kurtarmış olduğunu anlatan Enver, Osmanlı ordusundaki Ermeni askerlerinin savaş alanında bizzat kendi gözleriyle şahit olduğu üzere görevlerini bilinçle yerine getirdiklerini söyler. Enver Paşa’nın Konya Ermeni Piskoposu’na 26 Şubat 1915’te yazdığı mektup da Resmi tarihin suçlamasını çürütüyor: “Size bu fırsatla Osmanlı Ordusu’ndaki Ermeni askerlerin, şahsi gözlemlerimle tanıklık edebileceğim gibi, savaş cephesinde vazifelerini dürüstçe yerine getirdiklerini söylemek durumundayım. Osmanlı Hükümeti’ne tam bağlılıkları iyi bilinen Ermeni halkına benim tatmin ve şükran hislerimi ifade ettiğimi iletmenizi rica ederim.”
Tehcir Yasası, jenosidin yasal dayanağı ve adeta her şeyi hazırlanmış bir bombanın patlatılması emri yerine geçtiğini. Bu emirler alınır alınmaz, Ermeniler yerlerinden yurtlarından kafileler halinde çıkarılarak sürülmeye ve yollarda boğazlanmaya başlandığını. Tehcir ve kırımın emir kumandası, resmi yazışmalardan daha çok İttihat ve Terakki’nin parti örgütleri eliyle yürütüldüğü, İstanbul Divan-i Harbi Örfi duruşmalarında Atıf tarafından da teyit edildiğini ifade ederek. Sevk ve idarenin titizlikle ve koordineli biçimde yürütüldüğü, karşılaşılan her yeni durumla ilgili anında merkezi bir tedbir geliştirilebildiği dikkatlerden kaçmaz. Buna karşılık Tehcir ve imhanın düzensiz, dağınık birbiriyle çelişkili gibi görünen kaotik uygulanışı da, planlamanın bir parçası sayılabilir. Böylece sorumluluk mümkün olduğu kadar resmiyetin dışına atılmış olmakta, hem uygulayıcılar ve hem de resmi sorumlular açısında bir rahatlık ve pervasızlık sağlamış olmaktadır. Kurbanlar açısından ise saldırının her yerden ve herkesten gelebildiği cehennemi bir atmosfer yaratmış oluyordu. Bütün birimlerde din adamları, tarikat şeyhleri, gericiler Genelkurmayın bu kararma koşut olarak Ermenilere kutsal “cihada” açtılar ve hak yoluna bir savaşta Ermenilerin öldürülmesiyle cennete gidileceği vaadiyle Müslümanları Ermenileri boğazlamaları için adeta kışkırtırlar. Açlık ve sefalet içindeki Müslümanların pek çoğu, bir lokma ekmek, bir parça eşya için bile bu basit işareti bekliyormuşçasına saldırıya geçti. Ermeni malları satışa çıkarılmak şöyle dursun yağmalanmak için iştahla beklenilen av haline gelmişti. Ermenilere yardım da yasaktır: Sürgüne gönderilen Ermenilere, herhangi bir biçimde yardım edecek Müslümanların da idamla cezalandırılması öngörülüyordu. Kısaca; Sürgün bir imha yöntemiydi… Toplama merkezlerinin hiçbiri ‘ iskân etme’ amaçlı değildi… Son durağa ulaşan insanlar da kamplara yapılan baskınlarla kırılmaktan kurulamıyorlardı. Bu toplanma alanlarında aradan neredeyse yüzyıl geçmesine rağmen kilometrelerce alan hala çöl kumlarının örttüğü insan kemikleriyle doludur.
Tehcire katı bir sansür uygulanmıştır. Tehciri belgelemek yasaktır. 4. Ordu Kumandanı Cemal Paşa’nın; “Bağdat Demiryolu İnşaatı Şirketi mühendisleri ya da diğer görevlilerinin Ermeni kafileleriyle ilgili olarak çektikleri tüm fotoğraflar, negatifleriyle birlikte 48 saat içinde Halep’teki Bağdat Demiryolu Askeri Komiserliği’ne teslim edilecektir. Bu emre herhangi bir şekilde itaat etmeyenler Divanıharp tarafından cezalandırılacaktır.” emri bulunmaktadır. Buna rağmen fotoğraflarıyla Soykırımı belgeleyen Armin T. Wegner’i saygıyla anıyoruz. Armin T. Wegner, sadece fotoğraflamakla kalmaz, yazılarıyla da soykırımın tanıklığını yapar. Başının derde gireceğini bile bile annesine yazdığı mektupta yaşadıklarını belgeler.
Maraşlı, Tehcir edilen Hıristiyan nüfusun, daha sonra misak-i milli olarak kabul edilecek olan sınırların dışına çıkarılmış olmasına ve resmi tarihçilerin Anadolu’nun Türkleşmesi açısından Talat Paşa kabinesinin gerçekleştirmiş olduğu bu tehcir olayı, ‘çok ince düşünülmüş bir politika olsa gerektir’ sözlerine dikkat çeker.
Sol iddialı örgütlerin Ermeni Soykırımına bakış açısına eleştiriler getirilir. Bazı örgütlerin içlerinde Ermeni militanların olmasına rağmen soruna milliyetçi açıdan yaklaşımlara örnek verir. Gerek Türk gerekse Kürt sosyalist ve ulusal demokratik partilerinin asgari programlarında Ermeni Sorununa özel vurgu yapıldığı ya da çözüm önerildiğinin görülmediğinin altını çizer.
Maraşlı, Kawa’nın 1992 yılındaki Savaş ve Parti İnşa Kongrelerinde ve PRK/Rizgari’nin, 1999 yılında yapılan 1. kongre raporları ile alınan alışılmamış ve dikkat çekici kararları ile incelemesini zenginleştirir. Her iki kongrede alışılmadık yeni tezler ilk kez dile getirilmektedir.
Yukarıda da vurguladığımız gibi Recep Maraşlı’nın bu kapsamlı incelemesi, Tarih felsefesi olarak okunmalıdır:
Genel sonuç bölümünde 1915 Soykırımını inkâr eden Türk hukukçu veya aydınları, bizzat “Soykırım suçu” kavramının 1915 Örneğinden yola çıkarak Lemkin tarafından tanımlandığını dikkatlerden kaçırmaya özen göster[diklerini] ifade ederek, Soykırım araştırmacısı Dadrian’ın; Jenosit gibi bir suç işlenirken belirli ölçüde engellenemez ve daha sonra cezalandırılmazsa, bu durumdan çıkan sonuç ikili bir anlam taşır. Sadece kurbanın adalet arayışı reddedilmiş olmakla kalınmaz, daha önemlisi fail bu suçu, ceza gerektirmeyen, şartlara göre yeniden tanımlamaya teşvik edilmiş olur. Bu tür yeniden tanımlama eğilimine hemen her zaman birçok rasyonelleştirme eşlik eder. Bu tür inkâr belirtileri hukukçular ya da devlet adamları tarafından yeterince değerlendirilmemiştir. Oysa bunlar potansiyel failleri ilk suçu örnek alarak kendilerini mazur göstermeye teşvik eden derslerle dolu olabilir. Ne var ki bu tür inkârlardan kaynaklanan daha vahim bir tehlike, kurban edilen insanların içinden hayatta kalanların daha etkin bir imhaya hedef olabilmeleridir. Pişmanlık duymayan ve mevcut yasaklamaların aşınmasında cesaret alan ve inkâra başvuran fail benzer koşullar altında aynı suçu tekrarlamakta tereddüt etmeyebilir. Sözlerinin altını çizerek başlayan Maraşlı, siyasi ve toplumsal sorumluluğa ve 1915 Jenosidinin hiçbir mazerete sığınılmadan, açıkça kınanması, yapanların, yaptıranların lanetlenmesi bir insanlık borcu olduğuna dikkat çeker.
Rakamı büyültsek de küçültsek de bu, bir ulusun vatanından koparılarak imha edilmiş olduğu gerçeğini küçültmez, ortadan kaldırmaz. On binlerce insanın kanlı anıları belki Osmanlı arşivlerine geçmemiştir, ama toplumların belleği tazedir. Sözlerine devamla, İttihatçılar ile Kemalistlerin birbirinin organik, ideolojik ve siyasal olarak devamı olduğunu vurgulayan Maraşlı, Türkiye Cumhuriyeti’nin ancak ve ancak İttihat ve Terakki yönetimindeki Osmanlı devletinin Önasya’yı soykırım ve sürgünle Türkleştirme operasyonu üzerine kurulabileceğini vurgular ki, bu kanı, Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül tarafından geçtiğimiz günlerde doğrulanmıştır.
Hukuki ve siyasi sorumluluğun devam etmesinin bir ölçütü de bu suçun inkâr edilmesi olduğunu ifade eden Maraşlı, Suçun inkârının amacı, o suçla elde edilen tüm olanak ve faydanın fiili olarak devamlılığını sağlamaktır. Örneğin 1915’de nüfusun en az üçte birini / yarısını oluşturan yerli halkların imha edilmesi inkâr edilmeden, “bu topraklar üç bin yıllık Türk yurdudur” demek mümkün değildir. Soykırımın inkârı, bu halklara ait kültürel varlıkların, toplumsal izlerin de kararlı biçimde yok edilmesini getirmiştir. Bu anlamıyla inkâr soykırım suçunun devamlılığı, tekrarlanması kararlılığını ifade eder.
TOPLUMSAL SORUMLULUK BOYUTU
Soykırımın fazla üzerinde durulmayan bir de toplumsal sorumluluk boyutu olduğunu düşünen Maraşlı, Asli faillerin bu ulusları yok etmek için planlar kurmaları, kurumlar oluşturmaları, suçu icra ederken meşru ve gayrı-meşru tüm araçlardan yararlanmaları bir olgudur. Ama aynı zamanda eğer bu yaygın suçun icrası sırasında doğrudan hedef olmayan toplumlar tarafından ya suskun kalarak, herhangi bir biçimde onaylayarak ya da bizzat fiile katılarak yardım görmemiş olsaydı; soykırımın bu denli derin, acımasız ve sonuç alıcı olması mümkün olmayabilirdi. İster manipülasyonla, ister kışkırtma ve propaganda ile ister basit sıradan çıkarların dürtüsüyle eğer toplumsal bir destek ve tasvip görmeseydi suçun icrası mümkün olmayabilirdi
Neden toplumsal sorumluluk kavramına vurgu yaptığını su sözlerle ifade eder: Asli failler bulunup yargılanabilir; siyasi sorumlular yaptırımlarla karşılaşabilir; ama bu koşullarda bile eğer toplumsal sorumluluk tanımlanmamışsa; tüm bunlar yeni soykırım faillerinin kendilerini ‘mağdur olmuş’ dahi hissederek ilk uygun fırsatta dizginlerinden boşalacak bir yatağa yatırılmalarından başka bir anlama gelmez
İster Türk, ister Kürt, Arap veya Çerkez, soykırım mağduru halkların kırımına katılmayan, korumaya çalışan ve karşı çıkma cesareti gösteren her kişi insanlığın onurunu kurtaran abideler olarak anılmaya değer olduğunu ve çözüm için herkesin sorumluluk almasını ister. Hepimizin kendimize, ailemize bir çocuk saflığıyla yönelteceğimiz ‘Baba, dede, soykırımda neredeydin? Sorusu birçok kapıyı açabilir. Önyargılar ve tabular, doğru sorulan küçücük soru işaretleri karşısında paramparça olabilir.
__________________
(1) Recep Maraşlı, Ermeni Ulusal Demokratik Hareketi ve 1915 Soykırımı, Peri Yayınları, Ed. Ahmet Önal, 2008, 544 sahife
(2) Zaten Hamid’in ümmet projesi, Kemalistlerce Türkleştirilme değil midir?
(3) 28.6.1921 gün ve 975 sayılı “Muş’taki Kürdi lakaplı Hacı Musa’ya 50 altın verilmesi.”BCA. 30.18.1./ 3.26.6.
(4) 10/7/1921gün ve1059/232–5 sayılı “Hacı Musa Kürdi’ye, Müdafaa-i Milliye ve Dâhiliye Vekâletlerince toplam 1000 lira gönderilmesi.” BCA. 30.18.1.1/3.30.10.
(5) Orhan Kurmuş, Emperyalizmin Türkiye’ye Girişi, Bilim Y. 1977 s 35
(6) Ali İhsan Bağış, Osmanlı Ticaretinde Gayri Müslimler Turhan 1998 s.107
(7) Padişah İkinci Mahmut’a sunulan bir takrirde: “Ehl-i İslam tüccarlarının (Avrupa Tüccarı) misille ticaretçe imtiyazları olmamak hesabiyle içlerinden Avrupa ticaretine talip ve muktedir olan mu’teberan tüccar bazen beratlı reayaya ve ekseriya Frenkler naçar iltica ile yüzde su kadar kar vererek Avrupa’dan getürüp ve gatr-ı-ez-memnu’at gönderdikleri emval ve eşyayı bi’l-zarure onların namına celb ve irsal etmekliğe mecbur ve çok kere dahi Frenklerin hile ve tezvirat-ı cihetleriyle mutazarrır ve mağdur ve hususen bir müddetten beri Frenklerden Külliyen meslubu’l emniye olduklarından gayri bazı sahih…kimesneler emr-i ticaret için herbar Frenklere ve reayaya iltica edib durmaklığı şerafet-i islamiyelerine layık görmediklerini bildirerek ‘şu gâvurlara ilticadan’ kurtarılmaları gerektiğini ‘bir kıt’a arzuhal ile’ talep” ediyorlardı. İkinci Mahmut, Müslüman tüccarların şikâyetlerini göz önüne alarak bunlar da Hayriye Tüccarı adıyla aynen Avrupa tüccarı statüsüne kavuşturularak aynı hak ve imtiyazlara sahip kılınmışlardır
(8) Cemal Bey, Ermeni kayıplarına dair verdiği bu rakamlardan dolayı 150’likler listesine alınarak 1924 yılında ülkeden sürgün edilecektir.
(9) Raphael Lemkin, Ermeni Dosyası, çev. Ali Çakıroğlu, Belge Uluslararası Yayıncılı
(10) Raphael Lemkin, Ermeni Dosyası…
(11) Armin T. Wegner, Çanakkale Kedileri, Çev. Nesrin Oral, Belge Uluslararası Yayıncılık, 2008
(12) Bu satırların yazarı Ermeni Sorunundan Ermeni Soykırımını anlamaktadır.
(13) Vahakn N. Dadrian, Ermeni Soykırım Tarihi, Belge Uluslararası Yayıncılık, 2008