Pakrat Estukyan
Türkiye’de sağ siyasetçilerin dilinde sıkça rastlanan bir küçümseme ifadesidir ‘elitler’. Olumlu bir anlamı tam tersi çağrışımlar yükleyerek kullanmak ilginç bir taktik olsa gerek. Ya da üzerine düşünülmüş bir taktikten ziyade, aşağılık kompleksinden kaynaklanan bir tepki olarak da değerlendirilebilir bu çarpıtma eğilimi. Hani ‘kedinin ulaşamadığı ciğere mundar demesi’ gibi bir şey.
Son günlerde Boğaziçi Üniversitesi’ne dışardan atanan kayyum rektöre karşı akademinin topyekün tepkisi, AKP’li Cumhurbaşkanı ve onun İçişleri bakanı tarafından ‘terör’ tanımıyla açıklandı. Onlara göre ortada itiraz edilecek bir mesele yoktu. Cumhurbaşkanı yetkilerini kullanarak uygun bulduğu ismi rektör olarak atamıştı ve her şey de kanunlara uygundu. Genellikle üniversite dışından provokatör teröristler ve içerden de terörle iktisaklı çevreler durduk yerde karmaşa çıkarmışlar, hatta hükümete karşı ‘Gezi olayları’ benzeri bir kalkışmanın hevesini kurmuşlardı.
Hükümet cenahının bu gerekçelendirmeleri artık herkesin malumu. Bu hesaba göre memleketin yarısı terörist. Bu tespit biraz aşırıysa, terör örgütü sempatizanı, olmadı ‘terör örgütüne üye olmadığı halde terör örgütünün propagandasını yapan’, daha da olmadıysa ‘terörle iktisaklı’ diyerek toplumun yarısını ötekileştiren, şeytanlaştıran bir siyaset izleniyor. Bundan murad edilen ise, eldeki diğer yarısının kayıp gitmesini, erimesini, azalmasını engellemek.
Savunma amaçlı saldırı refleksinin bir söylemi buysa, diğeri de özel olarak Boğaziçi Üniversitesi’ni hedef almak. Bilindiği gibi bu kurum, Türkiye akademi tarihi içinde kuruluşundan bu yana elit bir konuma sahip. Üniversite giriş sınavlarında yüksek puan alan öğrencilerin ilk tercih ettiği okullardan biri ve belki de birincisidir Boğaziçi Üniversitesi. Bu kuruma yüklenen ‘elit’ sıfatı ise, onun akademik başarısını değil, sınıfsal bir ayrıcalığı ima etmekte. Oysa bu ima hiç de gerçekçi değil. Üniversite sınavlarında başarılı olanların bir kısmının ayrıcalıklı ve nitelikli bir ortaöğrenim sürecinden geldiği söylenebilir. Bu iddiada bir gerçeklik payı olduğu yadsınamaz. Yüksek bedeller ödenen özel okullar ile sıradan devlet okullarından gelenler, özellikle de taşra kent ve kasabalarından gelenler şüphesiz ki daha sınava girdikleri anda maça bir- sıfır yenik başlıyorlar.
Ancak sunulan imkânlara karşın tüm zengin çocuklarının başarılı olmaları gibi bir kural bulunmadığı gibi, tersi de söz konusu olamaz. O yüzden de Boğaziçi Üniversitesi’ne yüklenen ‘elit’ sıfatı gerçekçi değil. Burada esas amaç o okula giremeyenlerin, kuruma karşı nefretini oluşturmak ve beslemek.
Bu tespitler ister istemez yakın tarihimizdeki benzer nefret söylemlerini çağrıştırıyor. 1915 yılında Ermenilere karşı planlı ve örgütlü bir soykırım uygulanırken, ‘millici’ aydınların en sıklıkla ürettikleri yalan Ermenilerin zengin olduğu yönündeydi. Dahası Müslümanların yoksulluğunun sebebinin de bu zengin Ermeniler olduğu söylemiyle müthiş bir ayrıştırma oluşturuldu. Soykırıma toplumsal bir destek sağlanması açısından bu kötücül propagandanın etkisi yadsınamaz.
Ermenilerin bir genelleme ile zengin sayılması büyük bir yalan olmakla birlikte, yine genelleme olarak Müslümanlara kıyasla daha elit bir yaşam sürdürdükleri ise bariz bir gerçekliktir. Örneğin Müslümanlar tutucu bir gelenekle yer sofrasında yemek yerken, ülkenin Hıristiyan halkları masa etrafında sandalyelerde oturmaya çok daha çabuk alıştılar.
En vahimi ise, tutuculuğun, gericiliğin dindarlık olarak sunulması. Ermeniler başta eğitim seferberliği olmak üzere, aydınlanmaya doğru yelken açarken Müslümanlardan daha az dindar değildiler. Sadece dindarlığı şekilsel değil ahlaki değerler üzerinden yaşıyorlardı.
Türkiye sağının ötekileştirme söylemlerinden biri de ‘boğazdaki yalıda viski içmek’ fantezisi olmuştur. Somut olarak hedefi belli olmayan bu söyleme sıkça rastlanır sağcı kalemlerin sütunlarında.
Kısacası bugün Boğaziçi Üniversitesi’ne yönelik ‘elit’ lafının sağlam ve de aşağılık bir geçmişi var Türkiye’nin sağcı ideologlarında.
Kaynak: Yeni Yaşam