Sara AKTAŞ
Özgür Gündem
İnsanlık tarihi, erkek aklının militarizmle, kanla yazdığı bir tarihtir. Bu tarih insanın insana uyguladığı acımasızlıkların tarihi olduğu kadar, şiddet ortamları da insanlığın yerini vahşete bıraktığı ortamlardır. Şiddet; şiddeti uygulayanın da maruz kalanın da insanlığından ve kendi değerinden çok şey alıp götürmektedir. Şiddetin bulaştığı her atmosferde, her solukta, her karış toprakta, her zihinsel süreçte öfke, intikam, yıkım, kin kendini konuşturmuştur. Öyle ki birçok düşünce, tarihe örtük bir biçimde şiddetin tarihine tam da bu nedenlerle; halkların mutluluğunun ve kardeşliğinin, devletlerin bilgeliğinin ve adaletinin, bireylerin erdemlerinin ve ahlakçılığının kurban edildiği mezbaha gözüyle bakmakta ve şiddetin insanlık değerlerini nasıl da yok ettiğine dikkat çekmektedir.
40 yıla yakın bir zamandır ülkemizde yaşanan savaş ve şiddet gerçeği de tüm bu nedenlerle bir barış mücadelesine dönüştü, dönüşmek zorunda. Zira bizler bu topraklarda şiddeti, ölümü, zalimliği, yoksullaştırmayı, sürülmeyi yaşadıkça direniş iradesi kadar barış iradesini de geliştirmeyi vicdani erdemlerimizle hep bildik. Ve gördük ki tarihlerindeki zulüm geleneklerinin tüm tecrübesi ve bilgisiyle, fetih ruhuyla kıyım yapmaktan hiç de çekinmeyen bu zihniyetin karanlığında; siyasal cinayetlerin, kadın katliamlarının, yargısız infazların, ırkçılığın ve siyasi operasyonların sürdüğü bu coğrafyada, sadece barışın konuşulması bile şiddetin önlenmesinden çok daha fazlasını gerektiriyor.
Savaşın ve militarizmin maskesiz erkek yüzüyle her gün bin bir renkliliğiyle ölüm taşıdığı hayatlarımızda, cinsiyetçi şiddet politikalarının ve savaş uçaklarının sesi altında yeni ve kalıcı bir barışı örmek öyle kolay değil maalesef. Yani istemek yetmiyor, zihinsel bir kilitlenme kadar bir barış ruhu ve felsefesi yaratmak, bunun için mücadele etmek şart.
Kuşkusuz tüm bunların konuşulmaya, tartışılmaya başlandığı günlerdeyiz. Ve ben ‘barış süreci’ gibi çok boyutlu bir konunun çok boyutlu bir tartışmasına girmeyeceğim. Sadece dün olduğu gibi bugün de kendisine kulak vermemiz gereken bir etikçi olan I. Kant’ın ‘Edebi Barış’ başlıklı yazısına ve içeriğine dikkat çekmek istiyorum. Nitekim Kant bu yazıda barış durumunu yalnızca savaşın olmaması olarak tanımlamıyor. Gerçek ve ebedi bir barıştan bahsedeceksek -ki bizim ihtiyacımız olan budur- bunun için birtakım ön koşulların gerçekleşmesine vurgu yapıyor. Çünkü O, barışın egemen olacağı bir dünyanın olanaklı olduğunu düşünür, ama barışın kolaylıkla gerçekleşeceğini iddia etmez. Bunun yaratılması gereken, mücadeleyle gerçekleşecek bir şey olduğunun farkındadır. O’na inanç ve umut verense insanda gördüğü olanaktır. Bu olanak insanın eylemde bulunurken kendi çıkarsallıklarını bir kenara bırakıp, özgür ve ahlaklı eylemde bulunma olanağıdır. Tam da bu durumda ve bu nedenlerle siyasal alanda atılacak adımların insanlığa hep özlemini duyduğu sürekli bir barışı getireceğinden bahseder. Birincil koşul olarak ise devletlerin kendi politikalarını barış ideallerine göre belirlemesi olarak koyar. Bu belirlemenin götüreceği yol ise Kant’ın kendi deyişiyle ‘yasasız bir vahşilik durumundan çıkmak’ ve halkların barış içinde yaşayacağı bir bahçeye girmektir.
Kant, barış, demokrasi ve özgürlükten uzak bir dünyada yaşıyor olmamızın temel sorumluluğunu öncelikle devletlere ve onun politikalarına başlamakla birlikte umudu, hep diri tutuyor insanda. O’na göre devlet politikalarının bir çıkar koruma aracı haline geldiği bir dünya, barışının önündeki en büyük engeldir. Bu engelin aşılması ise ancak politikanın ahlak önünde dize geldiği bir zihniyetle mümkündür.
Belirtmek gerekiyor ki Kant’ın bu düşünceleri günümüz koşullarında da öneminden ve gerçekliğinden bir şey yitirmemiştir. Ülkemizde de bugüne kadar devlet politikalarının barış idealine göre samimice belirlenmemesi buna hizmet etmemesi, militarizmin ve inkâr politikalarının her fırsatta tırmandırılması sürekli bir barıştan çok sürekli bir şiddet ortamında kalmamıza yol açmıştır. Politik iktidarın temel harcı olarak politik hesapların yarattığı kirli atmosferde bir korku imparatorluğu büyürken, barış çabaları hep boşa çıkarılmış, insanı olan her şey araçsallaştırılmıştır. Tüm bunlara rağmen hâlâ barış denilebiliyorsa belki de Kant’ın da bahsettiği insanda içkin olan olanak sayesindedir. Belki de bu nedenlerle şiddetin hayat damarlarımızı parçaladığı ülkemizde; iktidara, güce ve ranta dayanan savaş arzusundan daha güçlü bir arzuyla barış kendini dayatmış ve bir iradeye dönüşmüştür.
Bu iradenin en mağrur ve vakur halini 8 Mart coşkusunun yerini bıraktığı Newroz alanlarında görüyoruz. 8 Mart’tan 21 Mart’a uzanan direnişin iradesinin şimdilerde alanlardaki adı barış. Kürt halkı barış için ‘ya bir yol açıyor, ya da bir yol yapıyor.’ O yolu erdemle, anlamla, özgürlük tutkusuyla ve ödediği inanılmaz bedellerle beziyor. Tüm zulüm uygulamalarına ve onun bahşettiği onurlu acılara rağmen hâlâ inanç ve direnme melekesiyle barış diyen halkımızın ve tüm halkların Newroz’unu, ebedi bir barış tutkusuyla kutluyorum.