Özgün Akduran
Umut Dergi
“…bu sabah yine erken uyandım. Malum kocayı işe, çocukları okula… kahvaltıya ne koysam masaya?.. peyniri ince dilimlersem bu sabahı kurtarır… ee.. yumurta kalmamış!… daha iki tane vardı sanki?… tabi tabi kafa hiç kalmadı bende artık, dün ekmek hamuruna koyduydum ya… şeker de çok az kalmış, yarın küçüğün doğum gününe sütlaç yapayım diyordum… neyse kaldırayım bunu ortadan, çocukların çaylarına köyden gelen pekmezden koyarım çaktırmadan, bey de içsin öyle bu sabahlık…amaaaan!.. yetiş yetişebilirsen! Yedirtecekler gayri kafayı, onu ona bunu şuna derken!… yok bu iş böyle olmayacak. Şu Safiye’nin kaynanasının orada bir hanımlar varmış, eve temizliğe kadın arıyorlarmış, bir konuşsam mı acaba? Santral Fatma abla da, “bizim atelyede yeni iş aldılar, insana ihtiyaç var, gel bi konuş…” dediydi. Beye sorsam mı? acaba ne der? Ne diyecek?!.. Sanki kendi içmiyor şekersiz çayı! Görünen köye kılavuza ne hacet?”
İşte böyle işçileşiyor kadınlarımız, işte böyle kadınlaşıyor işgücümüz… Aslında her şeyin bir miladı var. Türkiye, baş mimarı, televizyondan parlak metal kalemini gözümüze gözümüze sokan Turgut Özal’ın olduğu 24 Ocak Kararları ile 1980 yılı itibariyle dışa açık, ihracata dayalı büyüme modelini benimsedi. Ardından bu modelin gerektirdiği döviz ihtiyacının karşılanması için borç alınması gerekiyordu ve başka ülkelerin Türkiye’ye borç verebilmesi için ülke ekonomisinin istikrar görüntüsü sergilemesi bekleniyordu. İşte bu noktada Makro Ekonomik İstikrar Politikaları şeklinde de anılan, ama bizim daha çok Yapısal Uyum Programları diye bildiğimiz ekonomi politikaları Türkiye ekonomisine yön verir oldu. Ne mi yaşandı? Özelleştirmeler, kamu harcamalarında kesintiler, fiyatların serbestleştirilmesi, vergilerin düşürülmesi gibi uygulamalar son hızla gerçekleştirildi. Bu politikaların neticeleri çok geçmeden, yüksek işsizlik, reel ücretlerde düşüş, yüksek enflasyon, temel gıda maddelerinin fiyatlarının yükselmesi, eğitim ve sağlığın büyük ölçüde paralılaştırılması ve hali hazırda devlet eliyle yürütülen sağlık ve eğitim hizmetlerinin kalitesinin bozulması ile nüfusun büyük bölümünün en doğal hakları olan öğrenme ve sağlıklı yaşama olanaklarından mahrum bırakılması oldu. Ataerkil sistemin dayattığı bir yaşam pratiği olarak dışarıda çalışıp eve ekmek(!) kazanması beklenen, evin erkek bireyleri “baba”ların ücret ya da maaşlarının erimesi ile satın alma güçleri günden güne düşen ve onarılamaz bir yokluk girdabına giren ailelerin kadınları, ataerkil normlara rağmen(!) ev dışında her ne olursa olsun, ulaşabildikleri ücretli iş olanaklarına bir dalgaya kapılır gibi bıraktılar kendilerini… kimi zaman kavga ettiler bunun için… çünkü ayıptı, günahtı bir erkek için karısını, kızını sokağa çalışmaya yollamak. Nasıl bakardı kahvedeki arkadaşının yüzüne. Ama yüzü çabuk güldü, okey masasındaki arkadaşların, yengenin parası ile ısmarlanmış beleş çayın keyfine varınca…
Bazıları çözümü eve iş almakta buldu, hem böyle olunca koca da karışmıyordu bir şeye… hem konu komşu toplaşıp öyle çalışılıyordu, muhabbet de iyi oluyordu hani. Yalnız işi zamanında yetiştirmek için genellikle fena halde yorulunuyordu, aralarda yemek, ev işi derken pestili çıkıyordu bizim kadınların…
Bazısı da yemek fabrikasında, tekstil atölyesinde, temizlik firmasında,..vs. orada burada çalışıyordu, aslında söyleneni yapıyordu. Kadındı ya vasıfsızdı emeğinin sıfatı… Çorap ütüleme makinası başında 10 saat ayakta durmaktan varis başlıyordu ayaklarda, eş dost akrabanın sağlık karnesi ile gidilen hastanede doktor istirahat verince de işveren kapıya koyabiliyordu hemen!…
Okuyamamaları, daha önce bir iş deneyimleri olmaması kendi suçlarıymışcasına emeklerinin vasıfsız görülmesi, ücretlerinin düşük tutulması ve herhangi bir sosyal güvenceden mahrum bırakılmaları karşısında bütün bu eziyet ne için diye sorulduğunda “aile bütçesine katkı” diyordu kadınlar. Bütün ekonomi literatürü, bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde yaşanan süreci “işgücünün kadınlaşması” diye anarken kadınlar işçi olduklarını fark etmekte geri kalıyordu. Kendi emeklerinin ve değerlerinin bilincine varamamalarının nedeni, algıları ile gerçekler arasındaki ilişkiyi koparan perdenin kaynağı neydi!?
Hep çalıştı , çalışıyor kadınlar…
Eğitimli, vasıflı olan kadınları da görünürde başkalaşan ama özde aynı toplumsal cinsiyet rollerinin belirleyiciliğinde vücut bulan duvarlar karşılıyordu iş hayatlarında. Ev içi sorumluluklar/zorunluluklar nedeniyle, iş yerinde sürekli izin alan, akşam mesaiye kalamayan, özel günlerinde “agresif” olabilen, doğum izni kullanması gereken vs.. kötü eleman olunuyordu ve bu eksi(!)ler nedeniyle denk vasıftaki bir erkek çalışandan daha düşük ücrete boyun eğmek zorunda kalınabiliyordu. Ya da aldığı eğitim ve vasfı nedeniyle görece iyi bir konumda çalışma olanağına kavuşan kadınlar için bu kez, ne kadar başarılı olurlarsa olsunlar “sadece kadın” oldukları hatırlatılmak istenircesine cinsel tacize uğrama olasılığı kaçınılmaz olabiliyordu.
Diyelim tüm bunlara itirazı olan kadınlar, işçilerin öz-örgütlülükleri olan sendikalara yöneldiler. Orada da sesini duyurmak, derdini anlatmak, anlaşılmak çabası başka bir eziyet halini alabiliyor. Mesela sendika yöneticisi olamıyordu kadınlar, ya da fabrikalardaki sendika odasının temizlenip, süpürülmesi kadın işçi görevi olarak görülebiliyor hala. Bu tip konularda ses çıkarılması durumunda ise, arıza yaratan “bayan arkadaş” ilan edilip, yol verilmesi işten bile değil.
Türkiye’de ilk kez 2005 1 Mayıs eylemi, İstanbul ve Ankara’da daha önce pek de alışık olmadığı bir görüntüye sahne oldu. Feministler ortak bir pankart altında, kadını ve yaşamını çevreleyen duvarın her bir tuğlasını (şiddet, savaş, taciz, tecavüz, erkek egemen sistem, cinsiyet ayrımcılığı, kapitalizm, namus cinayetleri, militarizm…) yerinden oynatmaya yönelik taleplerinin yanında, 1 Mayıs’ın neden kadın emeği için de bir özgürlük talebi, isyan ateşi ve dayanışma çağrısı olduğunu haykırdılar alanda. Bazı çevreler, feministler neden ayrı yürüdü? Mücadelemiz bölünüyor! Bu kadınlar ne istiyor? Diye söylene dursun, kadınlar o gün Türkiye sınıf hareketinin bilincine ve vicdanına bir not daha düşürdüler. “Sendikalarda, partilerde, çeşitli karma örgütlerde görünmeyen ‘hayalet’ kadın üyeler, militanlar, yoldaşlar olmak istemiyoruz! Siz bize söz hakkı vermezseniz biz kendi alanımızı kendimiz yaratırız!” O gün sendikası, partisi veya karma örgütü ile alana gelmiş pek çok kadın için, feministler pankartı ile yürüyen kadınlar, çoğu zaman erkek iktidarına sahne olan sendika ve parti yönetimlerine iletilecek bir mesajın da sözcüsü oldular aslında… İşte bu yüzdendir ki, “Dünya’nın ilk işçileri kadınlar, ilk fabrikaları evlerdir!” dövizi ile yürünürken, bir kadın işçi korteje yaklaşarak, “Arkadaşlar bu dövizi bana verir misiniz? Sendikamda bununla yürümek istiyorum ben” diyebildi. Belki de alanda feministler olmasaydı taşıyamayacağı ya da işçi arakadaşlarına açıklayamayacağı o dövizi bu kez kadın dayanışmasının verdiği güven ile taşıdı.
Bu dövizin anlatmak istediği kimi kulaklara yabancı gelebilir. Bu döviz, bugün anladığımız anlamda fabrikaların ortaya çıkmasından önceleri dahi, kadınların kocalarını ve çocuklarını kamusal yaşamın gereklerine hazırlarken ev içinde harcadıkları, yüksek dikkat ve efor gerektiren yeniden üretim için ücretsiz emekleri dolayımında adeta büyük ve sessiz bir okyanusu andıran işçi ordusunun ilk üyeleri olduğuna yapılmış bir vurgu idi. Duvarlarına kaç kadının tenlerinin, terlerinin ve kanlarının bir parçasını bıraktığını bilemediğimiz ve evliliğin kutsallığı(!) ile çevrelenmiş bütün evler de, kadın işçiler için dünyanın ilk fabrikaları idi.
Son yıllarda önce Bursa’da yanarak can veren tekstil işçisi kadınların ölümlerine sessiz kalmayarak başlatılan kadın dayanışması, 2007 yılında da devam etti. Kadın kurtuluş hareketi özneleri daha önce pek çok gündemde olduğu gibi bu kez NOWAMED’li kadın işçilerin bir yılı aşkın süredir devam ettikleri greve destek olmak amacıyla bir platform oluşturarak dayanışma gösterdiler. Hala devam eden mücadelede platform, sendikanın yanı sıra ve zaman zaman sendikanın etki alanını da aşarak bir kamuoyu yaratılması noktasında etkili oldu. İlerleyen süreçte kadınlar, NOWAMED’li Kadın İşçilerle Dayanışma Platformu zemini üzerinde, kadın emeğinin görünür kılınması ve hak mücadelesinde kazanım elde etmesi için geliştirdikleri paylaşım ve etkileşimi, ücretli kadın emeği ve ev içi kadın emeği tartışmaları yaparak derinleştirme niyetindeler. Sadece bu niyet bile Türkiye’de kadınların her alandaki emek’lerinin artık görünmez kalmayacağı, daha örgütlü ve güçlü mücadele pratiklerinin çok yakında olduğunun işaretini sunmaktadır.
Ataerkil sistem, kadınlara, kadın olduklarını ve bu sebepten arkada yer almaları gerektiğini hatırlatıyor, Kadınsın sen, kadın kal! Diye bas bas bağırıyor. Verili kadınlık rollerinin dışına çıkmak, kadınlar için yalnızlaşmak tehlikesini de beraberinde getirmemeli. Neo-liberal politikaların ve toplumsal cinsiyetçi ayrımcılıkların etkisinde şekillenen hayatın tüm yüklerini sırtlayacak kadar güçlü isek, bu yükleri alt edecek kadar da güçlüyüz demektir. Yeter ki kadınlar olarak biraraya gelmenin, dayanışmanın gücünü fark edelim. O zaman hiçbir uzak ulaşılamaz, hiçbir zorluk aşılamaz olmayacak.