Ben Maritsa Küçük Her Şeyi Duyuyor Görüyorum

[ A+ ] /[ A- ]

nuce_02072013-123601-1372761361.84

Ayşe GÜNAYSU
Özgür Gündem

Duruşma salonunda ruhum, cisimsiz, ağırlıksız, uçar gibi dolaşıyor. 28 Aralık 2012 günü, küçücük bedenimin paramparça edildiği, evimin vücudumdan boşalan kanlara boyandığı, hayatımın noktalandığı cinayet davasının ilk duruşması bu.

Ben, 85 yaşında Kayserili Maritsa Küçük. Her şeyi duyuyor, her şeyi görüyorum.

Çocuklarım kendilerine ayrılmış yerde oturuyorlar. Ah benim çocuklarım… Ah benim güzel kızım… İlaçlarla ayakta duruyor hâlâ… Vah sana benim küçük oğlum, ruhum bedenimden çoktan ayrıldığında, artık hiçbir acı duymadığımda, beni orada öylece kanlar içinde bulan oğlum.

Onu öyle görmez olaydım, o feryatlarını, telefonda ağlayarak “Anamı parça parça etmişler” diye haykırışını duymaz olaydım. Hemen yanında büyük oğlum oturuyor, hasta kalbi, stentli damarlarıyla, ona ilk başta gerçeği söyleyemediler. Öğrendiğinde oradaydım, delirdiğini gördüm, evi nasıl dağıttığını, eşyaları nasıl kırıp döktüğünü gördüm. “Dur” dedim, “yapma, sen her şeyden kıymetlisin.” Duymadı. Hiçbir yerim acımıyor artık ama çocuklarım, çocuğumdan farksız gelinlerim, damatlarım, torunlarım, onların acısı, benim ruhumun bitmeyecek azabı. Ancak, adalet yerini bulur da, onlar iyileşmeye başlarsa, benim de azabım hafifleyecek.

Mahkeme heyetinin üzerinde dolaşıyorum, beni görmüyorlar. İki hâkim beyden biri, salona yan dönmüş, elini başına koymuş, uyuyor. Duruşmanın sonuna kadar uyudu. Hatta bir ara başı arkaya düştü, öylece uyumaya devam etti de, dinleyiciler aralarında birbirlerine bakıp acı acı gülümsediler. Komik filmlerdeki sahnelere benziyordu. Ama mahkeme reisi olan kadın hâkimi sevdim. Gönlü gönül telime dokundu. Çünkü gördüm. Göğüs kafesinde bizim için ağrıyan bir kalbi vardı.

Şimdi hâkim hanım, çocuklarımın poliste verdiği ifadeleri teker teker okuyor. Poliste ağlayarak söylediği sözler mahkeme salonunu dolaştı. Çocuklarımın avukatı hanım kalktı konuştu: “Soruşturma yanlıdır” dedi. “İddianame son derece yetersiz hazırlanmış” dedi. “Samatya’daki diğer yaşlı Ermeni kadınlara yönelik saldırılar soruşturmaya dâhil edilmemiş. Maritsa Küçük’ün vücudunda kırılmadık kemik kalmamış, şu anda ayrıntıyı görmek istemediğim başka bulgular da var. Böyle bir cinayet ancak, nefretle işlenebilir. Biz, bu cinayetin birden fazla faili olduğuna inanıyoruz” dedi. Savcı çok kızacak zannettim. Tersine, zor duyulur bir sesle, avukat hanımın bütün dediklerini kabul etti, diğer saldırıların soruşturmalarının da dosyaya dâhil edilmesini ve mağdurların tanık olarak dinlenmesini talep etti. İşte o an canım yandı. Demek avukat doğru söylüyordu! Demek savcı gerçekten işini gereği gibi yapmamıştı. Gerek görmediyse niye şimdi avukat hanıma hak verdi? Şimdi hak verdiyse neden gereğini yapmadı?

Söylenenleri bilgisayara geçiren, kızımın adını yanlış yazdığı anlaşılınca, ayakta zor duran acılı yavrumu azarlayan o gençten kadına bakıyorum şimdi: Savcının dediklerini de tıkır tıkır yazıyor. Yüzünde hiçbir kıpırtı yok. Demek kötülüklere böyle böyle alışıyor insanlar. Ve hiçbir şey hissetmez hâle geliyor.

Sanığa bakıyorum: İki yanında iki jandarma. Hâkimin sorularına cevap verdi. İşsizmiş. Devamlı bir adresi yokmuş. “Ben kimseyi öldürmedim” dedi. Devletin tuttuğu avukat duruşmaya gelmediği için, mahkeme reisi hanım, “Bunu avukatının huzurunda söylersin” dedi. Avukat gelmeyince de sanık sorgulanamıyor ve savunması alınamıyormuş. Fısıldaşmalar duydum. “Avukat, mübaşire önce ‘geliyorum’ dedi telefonda, mahkemeyi bekletti, bekletti, sonra mübaşir tekrar aradığında gelemeyeceğini söyledi.” “Tehdit mi aldı, gitme de sanığın savunması alınamasın, duruşma ertelensin diye tembih mi edildi?” “İşin içinde iş var.” Böyle konuşuyorlardı. Ben bilmem. Ama duydum, bir sonraki duruşma 14 Ağustos’a kaldı.

Sanığa bakıyorum. Bu adam o mu? Bilmiyorum. Ah, o an, tam kapımı açarken arkadan ilk darbeyi aldığım an her şey karardı. Çocuklarıma söyleyebilsem keşke, hiç acı çekmedim, o an ruhum bedenimi terk etti, ondan sonra döndüm arkamı, hiç bakmadım bedenime yapılanlara. Yapılanlar bana değmedi. Ruhum çoktan özgürleşmişti.

Çocuklarım adaletin yerini bulmasını istiyorlar. Ben de. Daha göreceğim günler vardı. Sevmelere doyamadığım, kokularını içime çektiğimde, kucağıma aldığımda yeniden doğmuş gibi olduğum torunlarımın çocuklarının büyüdüklerini görecektim. Anadolu’nun çeşitli yerlerinden kılıç artığı ailelerin gelip sığındığı buraya, Samatya’ya biz de Kayseri’den 1967 yılında göçtük. Kocamla 30 yıl bakkallık yaptığımız bu mahallede herkesi tanırım. Herkes beni sever, ben de herkesi severim. ‘Hisus Kristos’ bilir, kimseye bir kötülüğüm olmadı.

******

Bu kez ben ona sesleniyorum: Maritsa Yaya, mübarek kadın, bak şu ülkeye. Göz gözü görmüyor, her yer acı, her yer gözyaşı, ağıtlar, tabutlar, tabutsuz cenazeler, mezarsız ölüler.

nuce_02072013-123608-1372761368Hani 19 Nisan’da Tereke Hakimi ve bilirkişi ile birlikte, kapındaki mührü açıp ilk kez evine girmiştik. Yerde ve duvarlarda kararmış kanların. Son yediğin narın kabukları masada, son ördüğün yün, şişleriyle birlikte kanepenin üzerinde, gözlüğün astığın yerde duruyordu. Katılıp kalmış, taş kesmiştim. Arka odada, duvarda annenle babanın sararmış, eski fotoğrafı. Odada yalnızım. Gözlerimi fotoğraftan ayıramıyorum. Annen dile geldi. Babanı göstererek ‘bu’ dedi, ‘üçüncü’. Sonra devam etti: ‘İlkiyle nişanlıydım. Kayseri’nin Mancınıs köyündeniz. O cehennem yangının başladığı, yer, gök, dağ, taş ağıta durduğu günlerdi. Nişanlımı götürürlerken kendimi önüne attım. Onu değil, beni götürün diye dövündüm. Onu götürdüler ben kaldım. O Müslüman adam aldı beni. İki çocuk yaptım ondan. Sonra adam hastalandı, öldü. Ailesi çocuklarımı bana, gâvur karısına bırakmadılar. Aldılar götürdüler. Bir daha görmedim. İki evladım var, nerede olduklarını, ne yaptıklarını bilmediğim. Yüreğim yaralı. Sonra işte bununla evlendim. Haçer. Aslında Haçik ama nüfus memuru Haçer yazmış, öyle kaldı. Onunla dört çocuğumuz oldu. İki kız, iki oğlan. Biri Maritsa’ dedi ve sustu. Gözleri öyle gözlerime takılı kaldı.

Maritsa Yayam, mübarek kadın, işte, annenin nişanlısını sürükleyerek götürdükleri o günlerden bu yana memleketin beti bereketi kalmadı. O günah işlendi ve tövbe edilmedi ya, günahı işleyenler de gün yüzü görmedi. Bak 30 yıl, siz Ermenilerle Kürtlerin ortak yurdu, Batı Ermenistan ya da aynı şey, Kürdistan (ikisi birbirini dışlamaz, ikisi de doğru) sizden sonra da aralıksız kan ağladı. Barış süreci dediler, karakol -gerçekte kalekol- yapmaya devam ettiler. Daha birkaç gün önce Lice’de karakol yapımını protesto eden çoluk çocuk halka ateş açtılar. On binlerce ölüye bir genç ölü daha eklendi. Medeni Yıldırım. Amcası da bir faili meçhule kurban gitmişti. Şimdi kan ve gözyaşı Fırat’ın batısına da yayılıyor. İşte annenin nişanlısını ölüme götürüldüğü günden bu yana, bu diyar, mezarsız ölülerin, azap çeken ruhların diyarı. Ta ki günahkârlar tövbe edip günahlarından arınıncaya kadar. Çocukların, torunların adaletin yerine geldiğini görünceye, senin de ruhun huzura erinceye kadar.