”Babam Vakıfla Yaşayacak…”

[ A+ ] /[ A- ]

foto

Sevrim SEVİMAY
Milliyet Gazetesi

Delal Dink ‘15 Eylül (yarın) babamın doğum günü. Hrant Dink Vakfı olarak her 15 Eylül’de Uluslararası Hrant Dink ödülü vereceğiz’ dedi ve kimlere verileceğini açıkladı:

– Neden şimdiye kadar hiç konuşmadınız?
Delal Dink (DD): Konuşmayalım diye alınmış bir aile kararı yok, ama yaşanan öyle bir şey ki, onu kelimelerle anlatmaya çalışmak ağır. İçinde hep “Ne konuşacağım, ne anlatacağım” duygusunu hissediyorsun; hani “Ne söyleyeyim ben” diyorsun ve konuşmuyorsun. Ama tabii söylenecek şeyler de var, zamanı geldiğinde onların söylenmesi gerekiyor, söylenecek de…

– Ne zaman?
Daha erken…

– 32 ay geçti?
Ama bizim için hâlâ erken… Üstelik her şeye rağmen bir dava sürüyor.

– Peki, şimdi neden konuşuyorsunuz Delal?
Çünkü eğer daha önce konuşacak olsak bu sadece babamın kaybıyla ilgili olacaktı, ama şimdi konuşmak istiyoruz, çünkü başka güzel bir şey oluyor burada. (Keşke şu birkaç cümleyi söylerken Delal Dink’i görebilseydiniz; bir insanın yüz ifadesi saniyeler içinde bu kadar mı hızlı değişir, o aşağıya doğru akan gözler birden bu kadar mı parlar…) Onun kaybı değil, tam tersine isminin ve mücadelesinin yaşatılmasına dönük bir şey oluyor. O yüzden hani bizde de “Konuşalım bunu, herkesle paylaşalım” heyecanı var şimdi.

Hrant Dink yarın 55’ine basıyor

– Ne oluyor?
15 Eylül (Yarın) babamın doğum günü.

– 55’ine basacak?
Evet! Biz de Hrant Dink Vakfı olarak bundan böyle her 15 Eylül’de Uluslararası Hrant Dink ödülü vereceğiz.

– Kimlere?
Dünyanın herhangi bir yerinde veya herhangi bir mesleğinde olup, ezber bozmaya çalışan, demokrasi için çaba harcayan, her türlü ayrımcılıkla mücadele eden, bireysel risk alan ve tüm bunları yaparken de barış dilini hiçbir zaman bırakmayanlara…

– Acaba böyle birini bulmakta zorlandınız mı, yoksa tam tersine karşınıza uzun bir liste mi çıktı?
İnanın böyle insanlar çok dünyada, ama sesleri duyulmuyor. Zaten bizim bir amacımız da bu. Bu tip insanlara “Biz sizin mücadelenizi görüyoruz, yalnız değilsiniz, biz manen sizinle birlikteyiz” diyebilmek ve diğer insanları da kendi idealleri için çalışmaya cesaretlendirmek.

Rober Koptaş (RK): Yani bir tür şükran ödülü gibi… Bir şeyleri değiştirmek için uğraşmış, bunun ceremesini çekmiş, fakat biraz kenarda kalmış insanlara hem teşekkür etmek hem de emeklerinin görüldüğünü hatırlatma ödülü… Çünkü politik mücadele alanında bir büyük işler başaran, dünya çapında yıldızlar vardır, bir de öyle çok büyük sütunlara çıkmamış, sadece kendi ülkelerinde, kendi cemaatleri içinde çalışan, ama çok büyük emek vermiş insanlar vardır. Tıpkı Hrant Dink gibi… Yani bu ödül belki hani bir U2 grubuna verilmeyecek, ama adı tüm dünyada bilinmese de en az onlar kadar emek harcamış başka birine verilecek.

– İçinize tam olarak sinen böyle birini buldunuz mu?
DD: İki kişi bulduk hatta. Biri Türkiye’den, diğeri uluslararası camiadan.

– Kim onlar?
DD: Kim oldukları yarın akşamaçıklanacağı ana kadar sır, kimseye söylemiyoruz.

– Yarın bir internet sitesinde okuruz ama…
RK: Mümkün değil…(Gülüyorlar)

– Peki kim tarafından seçildiler?
RK: Buyıl Hrant Dink Vakfı Yönetim Kurulu ve Ödül Komitesi üyeleri seçti. Yani vakfın başkanı Rakel Dink, ödül komitesinin başkanı Ali Bayramoğlu, Delal, Betül Tanbay, Etyen Mahçupyan, Sibel Asna ve ben. Ama sonraki yıllarda bu seçimin dünyanın çok başka yerlerinde başka dertleri olan insanların oluşturacağı uluslararası bir jüri tarafından yapılmasını istiyoruz.
DD: İnsan hakları örgütleri ve sivil toplum kuruluşlarının da aday gösterebileceği bir seçim…

– Hrant Dink Vakfı’nın diğer çalışmaları nasıl gidiyor; iyi ki bu vakfı kurmuşuz diyor musunuz?

DD: Hem de çok diyoruz, çünkü babam hep bir sürü projelerden bahsediyordu, “Şunları şunları yapmamız lazım” diye onun sürekli bir söylemi vardı. Şimdi buradaki projelerle babamın bu isteğinin yerine geldiğini hissediyorum ben. Mesela “Vicdan filmleri”ne başlandı, tam babamın düşüncelerine uygun bir proje.

Bir de tabii şu var: 19 Ocak’tan sonra sürekli insanlar bize gelip “Birlikte bir şeyler yapalım” diyorlardı. İşte bu vakıf insanlara bunun alanını açtı. Şimdi kim hangi konuda, bir şey yapmak lazım, dese buraya geliyor. Giderek “Bir şey yapmak lazım” diyenlerin merkezi oluyor vakıf. Bunu görmek çok güzel.

2010’da Nefret Söylemi Raporunu Açıklayacaklar

– “Nefret söylemi” diye bir çalışmanız var mesela; nedir o?
DD: “Nefret söylemi” aslında dünyada daha yeni yeni tartışılmaya başlanan bir konu. Tanımı nedir, hukuki boyutu nedir, bunlar tam da bugünlerde tartışılıyor dünyada. Biz de 19 Ocak öncesinde babamın nasıl bir nefret söylemiyle hedef gösterilmesinden yola çıkarak artık bunun farkına varalım dedik. Dilimize nefrete dair neler işlenmiş, farkında bile olmadan söylediğimiz hangi sözler insanları acıtıyor, sonra iş nerelere varıyor, nasıl sonuçlar doğuruyor, bunu bir görelim istedik.

– Nefret söylemi olması için illa en ağır cümlelere gerek yok, değil mi?
RK: Tabii, mesela Ermenilere yönelik ayrımcılıktan bir örnek verelim; eskiden Ermenilerle ilgili çok kaba bir nefret söylemi yaygındı; bırakın medyayı “Ermeni piçi”, “Ermeni dölü” diyen devlet bakanları vardı. Şimdi çok radikal yayın organları dışında bu dil epey törpülendi. Kimse artık böyle söylemler kullanmıyor ve bu çok memnuniyet verici. Ama mesela hala şu devam ediyor: “Onlar”, “Ermeniler”… Yani sanki Ermeniler diye bir kalıp var, Ermeniler tek bir insanmış veya tek bir yerden yönetiliyorlarmış gibi “Onların amacı şu”, “Ermenilerin ideali bu” deniliyor.

– Yani bir düşünce bir ırka dayandırılıyor…
RK: Evet, homojenleştirilmiş bir kalıp kullanılıyor. Aynı skeçlerde ne zaman bir Ermeni konuşacaksa onu illa kırık aksanla konuşturmak gibi… Sanki Ermeniler düzgün Türkçe konuşmasını bilmiyormuş gibi…
Bu belki farkında olmadan, hiç kötü niyetsiz yapılıyor, ama böyle hassas dengelerin olduğu toplumlarda onların siyasi yansıması ciddi oluyor.

– Nasıl yapıyorsunuz bu taramayı, bütün gazeteleri açıp, tek tek okuyor musunuz?

DD: Birkaç ay oldu başlayalı ve 2010 sonuna kadar devam edecek. Konu başlıklarımızı sadece etnik ve dini ayrımcılıkla sınırlandırdık. Projede çalışanlar her gün 5-6 gazeteyi tarıyor. Bir de çok sayıda gönüllülerimiz var. Sonuç olarak günde 30’a yakın gazeteyi neresinde nefret söylemi var, neresinde can acıtıcı bir ifade kullanılmış diye araştırmış oluyoruz.

– Her gün can acıtıcı bir şey bulunuyor mu?
DD: Her gün çıkıyor bir şeyler.

– Az tirajlı, daha radikal gazetelerden mi çıkıyor hep, yoksa büyük medyada da sıkça rastlıyor musunuz?
DD: Yok, büyük gazetelerde de çıkıyor. Ama tabii burada amaç kimseyi karalamak değil, sadece farkındalık yaratmak. Çünkü bunu bir rapor olarak açıkladığımızda insanlar hiç öyle bir kasıtları dahi olmadığı halde nasıl da başka bir etnik veya dini grup için incitici ifade kullandıklarını görecek.
RK: Ki bu durum sadece Türkiye toplumuna özgü de değil, bu tip ifadelere dünyanın tüm toplumlarında ve medya kuruluşlarında rastlanıyor. Bizim tek isteğimiz böyle bir hatanın olduğu fark edilmesi ve bir tür idrak içselleştirmesi…

– Peki siz “Eğer medyadaki nefret söylemi 19 Ocak’tan önce mercek altına alınmış olsaydı, bir şeylere engel olunabilirdi” diyor musunuz?
DD: Ben “O olmasaydı bu sonuç olmazdı” varsayımları üzerinden düşünmüyorum hiçbir şeyi, ama şunu düşünüyorum: Herkes dönüp kendi sorumluluğuna eleştirel olarak şöyle bir bakmalı. Babamın nasıl ciddi bir şekilde hedef gösterildiğinin örnekleri Kemal Göktaş’ın kitabında da var. Sonuçta babamın bir kurulu düzenek sonucu öldürüldüğü çok açık. Ama bu yine de babamın yalnızlaşma ve hedef haline getirilme sürecindeki sorumlulukları ortadan kaldırmıyor.

Cenazeye Gelenler ”Biz Böyle Değiliz”i Gösterdi

– Sizce 19 Ocak bu dili değiştirmiş, herkese bir iç muhasebe yaptırmış olabilir mi?
RK: Kesinlikle değiştirdi ve zaten o kurulu düzeneği başarısız yapan da bu oldu. Bir kere bence birbirinden farklı on binlerce insanın Hrant Dink’in cenazesine gelmesi aslında tam da bunun haykırışıydı. O cenaze bir tür vicdanların temizlenmesi ihtiyacının dışa vurumuydu. Büyük bir özeleştiriydi. Bu özeleştiri basından değişik toplumsal katmanlara kadar her yerde var. Artık çok daha fazla sayıda insan çok daha hassas bakıyor bu meselelere.

Zaten bu yüzden biz Hrant Dink’i öldürmekle her ne plan yapıldıysa aslında çok başarısız oldu, diyoruz. Tam tersine Türkiye’de 19 Ocak’tan sonra demokratikleşme mücadelesi çok daha geniş bir tabana yayıldı ve ciddi bir farkındalık oluştu.

– Siz cenazeye baktığınızda ne gördünüz?
DD: Bence insanlar 19 Ocak günü kimi kaybettiklerinin farkına vardılar, ama tabii şu da beni çok rahatsız ediyor: Ölüm üzerinden iyi bir şeyler anlatmak. Bir amaç için ölmek. Bir ölümün iyi bir şeylere sebep olması. Bence artık ölüm değil de yaşam üzerinden konuşmak lazım. Nasıl söylesem… Yani insanlar yaşarken ve bu mücadeleleri verirken onlara biraz destek olmak lazım. Yaşarken yani… Çünkü hiçbir ölüm iyi şeylere sebep olmaz. Yaşam iyi şeylere sebep olur. Yaşarken iyi şeyler yapılıyor. Tıpkı o cenazeye gelenlerin yaptıkları gibi…
foto2
– Ne yaptı cenazeye gelenler?
DD: Kocaman bir çığlık attılar. O bir “Yeter” çığlığıydı. “Biz bu değiliz”i göstermekti. Ama işte bizim “Biz bu değiliz”i her gün göstermemiz gerekiyor, her gün yüksek sesle haykırmamız gerekiyor. Ölüm üzerinden değil; birilerinin kurban olmasını beklemeden söylemek gerekiyor. O yüzden de günlük yaşamı buna dönüştürmek gerekiyor. Hani hep sessiz çoğunluklardan bahsediyoruz ya; artık o çoğunluğun sesli olması lazım ve o sesi çıkarmak için her gün çaba göstermek gerekiyor.

Bu Ülke, Bu İnsanlar Bana Babamdan Emanet

– Babanızın davasının görüldüğü birkaç yüz kişilik mahkeme salonuna baktığınızda hiç içinizden “Biz bu kadar mıyız”, “İnsanlar nerede” diyor musunuz?
DD: İnsani olarak bazen diyorum, ama gerçekte o kadar olmadığımızı, çok çok daha fazla olduğumuzu da biliyorum. Bir kere bunu şundan biliyorum, babamın bu topraklardaki insanlara müthiş bir güveni vardı ve bizi de öyle yetiştirdi. Ben de aynı babam gibi bu ülkedeki insanlara güveniyorum. Bu ülkede iyi insanların olduğunu biliyorum.

– Peki hiç gün içinde karşılaşıyor musunuz o iyi insanlarla, sizdeki bu güven hissini pekiştiren herhangi biriyle?
DD: İki buçuk yıldır böyle yüzlerce iyi insanla karşılaştım ben. Daha önce hayatımda hiç tanımadığım, babamı hiç tanımayan, hiçbir bağımızın olmadığı, ama bize o güveni vermek isteyen yüzlerce insan geliyor buraya (Agos’a). Sadece buraya gelip bu durumla ilgili kendilerini kötü hissettiklerini, bir şeylerin değişmesini istediklerini söylüyorlar ve sarılıp acıyı paylaşıyorlar.

– Hangi kesimden insanlar bu gelenler?
DD: Her kesimden, her türlü insan… Kaç telefon aldım ben, “Kızımın adını Delal koydum” veya “Hrant koyuyorum çocuğumun adını” diye. Ve bu kişiler Ermeni değil ya da illa Kürt değil. Buraya geliyorlar, sadece bir uğrayıp, gözlerimize bakıp gidiyorlar.

– Bir yerlerde soyadınızı duyup da kafasını kaldırıp size sadece göz göze gelerek bir şeyler anlatmaya çalışanlar oluyor mu?
DD: Neredeyse her gün oluyor. İlk defa tanıştığım birine ismimi söylemem yeterli, anında bunlar yaşanıyor. Sokakta bir problem yok zaten. Kişisel, birebir ilişkilerde insanlarımız acıyı paylaşmayı biliyorlar, yan yana geldiğimiz zaman onu en iyi şekilde gösterebiliyorlar.

– Problem nerede?
DD: Problem bir araya gelemememizde, bire bir ilişki kuramamamızda. Yoksa tek tek ilişkilerde bu ülkenin insanları acıyı da sevinci de paylaşmayı çok iyi biliyor ve her yaptığını çok doğru yapıyor.

– Bunu şimdi nasıl sorsak tam kestiremiyoruz, ama şöyle diyelim; Acaba size hiç “Rahmetlinin emaneti” gibi bakıldığını hissettiğiniz oluyor mu?
DD: O “emanet”i sevmiyorum ben. O lafı sevmiyorum. Ben kimseye emanet falan değilim. Devam eden bir demokratikleşme mücadelesi var ve ben de onun içindeki biriyim.

Ama tabii diğer yandan ne demek istediğinizi de anlıyorum. Ve evet, bazen bana öyle bakıldığını hissediyorum. O bizim Anadolu insanının bir sahiplenme şekli ve o anlamıyla ben de diyorum ki: Onlar da bana babamdan emanet! Babam bu ülkeyi, bu insanları çok sevmişti, onlara çok inanmıştı. O yüzden onların her biri de bana babamdan emanet…
(Delal Dink bunları söylediğinde ona öyle bir sarılmak istedik ki… Ve bir de hemen içimizden şunu demek geçti: “Rakel-Hrant Dink; siz ne yürekli bir kız yetiştirmişsiniz…”)

Bizim için Türkiye’den Gitmek Yok Olmak Demektir

– 19 Ocak’tan sonra Türkiye’den gitmeyi hiç düşündünüz mü?
DD: Kendi adıma yanıtlayayım; ben 19 Ocak olduğunda zaten Belçika’da çalışıyordum. 19 Ocak’tan sonra aylarca burada kaldım. Sonraları iki haftada bir gittim geldim. Ve o gitme gelmeler sırasında fark ettim ki insana elinde olmadan bir “Ben ne yapıyorum bu ülkede” hissi geliyor; Belçika’da kaldıkça yüreğim Türkiye’ye karşı sertleşiyor. Ancak ne zaman Türkiye’ye gelsem, buradaki insanlarla temas etsem, bu sefer de durum tersi yönde değişiyor.

O zaman aynı bana babamın söylediğini düşündüm: Türklerle birlikte olmak aslında Ermeniler için panzehir. Türkler için de Ermenilerle olmak panzehir. Kesinlikle bu iki halkın birlikte yaşaması, hayatı birlikte paylaşması gerekiyor.

– Eğer içlerinin öfkeyle dolmasını istemiyorlarsa?..
Aynen öyle, çünkü ben bunu hissettim. Dışarıdayken öfkem büyüyordu, buradayken daha sağlıklı oluyordum. Ve ben öfkeli bir insan olmak istemiyordum.

– Peki gitme fikri tamamen silindi mi?
DD: Evet, ama yine de eğer bir gün gitmem gerekirse –aynısını babam demişti- aynı atalarımın gittiği gibi gideceğim, o kesin. Yani sadece mecbur bırakıldığım için. Çünkü böyle bir istek yok bizim içimizde. Yani eğer biz gidersek gitmiş olmayız, “zorla koparılmış” oluruz.

– Sizce böyle bir şeyin olasılığı var mı?
DD: Hep birlikte çalışıyoruz, bu ülke herkesin özgür ve adil yaşayabileceği bir ülke olsun diye, ama doğrusu ben hâlâ bilmiyorum ülkemizin nereye gideceğini. Umarım olmaz. Çünkü eğer bu olursa bizim için, şuraya gidelim yerleşelim gitmesi olmaz, aynı babamın dediği gibi, bu bir çeşit yaşamın sonu olur.

Ben Hükümetten 3-5 Katili Değil, Teşkilatı İstiyorum

– Dink davasının çok ilerlemediği yönünde kaygılar var, ama asıl siz ne düşünüyorsunuz?
DD: Ben bu konuda şu kadarını söyleyeyim: Şimdi sokağa çıkalım, kime isterseniz soralım, bu cinayeti planlayanlar sadece o üç beş kişi miydi diye, “Evet” diyecek olan yoktur. Kime isterseniz soralım.

– Sizce?
RK: Davanın rölantide gidiyor olmasının ben şu ihtimali içinde barındırıyor olduğunu düşünmek istiyorum; eğer dava üç beş kişiyle kapatılacaksa bu çoktan yapılabilirdi, çünkü tetikçi ve azmettiriciler yakalandı. Kapatılmağına göre bence bir top çevirme durumu devam ediyor. Belki bizim vakıf olmadığımız birtakım pazarlıklar veya birtakım mücadelelerin sonucu bekleniyor.

Ama tabii sanırım şöyle bir şey de söylemek yanlış olmaz: Neticede bir Ermeni öldürüldü. Bir Ermeni için belli siyasi mücadelelere girmek belki hala bazılarının çok kolay sindirebileceği bir şey değildir. Ben mutlaka bunun da bir payı vardır diye düşünüyorum.

– Siz Hükümetin Dink’le sınavına not verecek olsanız kaç verirsiniz?
DD: AK Parti evet hükümet, ama aynı zamanda hala bir iktidar mücadelesi veriyor, ben bunu görüyorum. Ama AK Parti’nin de şunu görmesi lazım: Eğer bugün bu olayın üzerine gitmezse ileride bu yaptığını hiç kimseye açıklayamaz. O nedenle bir notum yok. Çünkü not vermem için önce performans görmem gerekiyor, henüz görmedim.

– Ama ya Hükümet de size “Bu ülkede faili meçhul kalma olasılığı çok yüksekti, ama ben ertesi gün yakaladım vuranı” derse?
DD: Yakaladığı kim? Ben teşkilatı istiyorum.
foto3
– Sizce Rober?
RK: Ben de sadece şunu söyleyeyim; Türkiye’de AK Parti’yi herhalde Etyen Mahçupyan kadar savunan bir gazeteci yoktur. Bu çok aşikâr. Ama bundan iki üç hafta önce Adalarda Başbakan gayrimüslim cemaati temsilcileriyle buluşuyor gibi bir toplantı yapıldı, Mahçupyan, “Hrant Dink davasındaki performansı ortadayken ben bu toplantıya gitmeyi çok içime sindiremiyorum” dedi. Sanırım bunun üzerine başka bir şey demeye gerek yok.

14 Ekim’de Sahaya Çıkacak Olanlar Yabancı Değil

– Sizce Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan 14 Ekim’deki Türkiye-Ermenistan maçına gelecek mi?
DD ve RK: Artık gelmesi lazım, gelsin yani…

– Ama bundan 15 gün öncesine kadar Ermenistan’da “Milli Takım maçı iptal etsin” formülü dahi konuşuluyordu?
RK: Yok canım artık… Görülüyor ki, iki ülke dışişler zaten aylardır bu protokoller üzerinde çalışıyormuş ve şimdi anlaşılıyor ki onların hepsi Ermenistan’daki ve diasporadaki muhalefeti biraz sakinleştirmeye yönelik açıklamalarmış.

– Delal, siz Hrazdan stadına gitmiştiniz; bu sefer de Bursa’ya gidecek misiniz?

DD: Evet, tabii ki.

– Hrazdan tribünlerindeki hava nasıldı? “Ezin geçin Türkleri” gibi sloganlar duydunuz muydu hiç?

DD: Hayır, hiç öyle bir şey yoktu. Evet, taraftar olarak takımlarını destekliyorlardı, ama hiç böyle milliyetçi-ırkçı bir söylem ya da başka sert bir söylem yoktu. Aksine neşe vardı statta. “Artık bir şeyler değişebilir, birlikte daha güzel bir gelecek kurulabilir umudu” vardı.

– Sizce buradaki maç da öyle neşeli olur mu?
DD: Eğer tribünleri hani benim sokakta karşılaştığım o iyi insanlar doldururlarsa, olur tabii, niye olmasın… İnşallah Anadolu misafirperverliğini hep birlikte gösteririz.
RK: Üstelik gelenler de yabancı değil ki… Yüz yıl önce nineleri bu topraklar üzerinde hamur açan insanlar olacak sahada…

– Peki hazırlanan bir protokole göre bir tarih komisyonu kurulacak; sizce bu olumlu bir adım mı?
RK: Bence kimse bu komisyondan bir sonuç bekliyor olmayacak. Bence maksat zaman kazanıp o arada diğer sorunları çözmek. Bu açıdan olumlu bir adım tabii ki…
DD: Komisyon benim umurumda değil. Komisyon isterse kurulmasın, isterse yüz yıl daha oturup tartışsınlar aralarında. Benim için önemli olan tek şey bu iki halkın artık birbirleriyle konuşmaya başlaması. Herkes zaten kendi geçmişini kendi dedelerinden biliyor. Onlar kendi aralarında zaten doğru diyalogu kuracaklardır. Sınır açılsın, bu insanlar gidip gelmeye başlasınlar ve birbirlerine kavuşsunlar artık.

– Bir de bakıyorsunuz sınırın açılma tarihi 19 Ocak 2010 oluyormuş?
DD: ( Kocaman gülüyor birden ve anında gözleri yaşla doluyor. Sonra çok yavaş bir sesle diyor ki…) Süper olur.

– Hani siz bir yazı yazmıştınız; “Babam hâlâ o kaldırımda yatıyor, bir el verin de kalksın” demiştiniz… (Bu arada Delal Dink konuşmakta çok zorlanıyor, ama bunları Delal’le konuşabilmesi de çok zor) 19 Ocak’ta sınır açılırsa kalkar mı sizce kaldırımdan?
DD: (Önce başını sallıyor çocuk gibi, sonra yine yavaş bir şekilde…) Kalkar… Bu insanları kırmaz, kimseyi kırmaz, hiç nazlanmaz, hemen kalkar kaldırımdan.

– O zaman en geç 19 Kasım’a kadar yasayı her iki Meclis’in de kabul etmesi lazım?
DD: Etsinler… Biz de gidip hep beraber sınırda toplanırız. Hepimiz geliriz.

Babamın En Önemli Özelliği Anadolulu Olmaktı

– Cemaatte başka Hrant Dink yok mu?
RK: Yok, Hrant Dink bir taneydi. Belki onun gibisi de bir daha gelmez. Zaten eğer beş kişi daha Türkiye-Ermeni meseleleri hakkında söz söylüyor olsaydı, yükü paylaşılsaydı Hrant Dink belki bu kadar hedef haline gelmeyecekti. Bütün programlara çağrılan, bütün savunmaları yapmak zorunda kalan ve bilinen tek Ermeni olmayacaktı. Yüzü bu kadar tanınmayacaktı. Ve belki de birisinin Ermeniler hakkında değil de, Ermenilerin kendileri hakkında konuşuyor olması çok daha normal gelecekti insanlara.

– Sizce neydi Hrant Dink olmanın sırrı?
RK: Bence devleti de diasporayı da Ermenileri de Türkleri de Kürtleri de kimi eleştirmesi gerektiğini düşünüyorsa, taraf tutmadan, doğru bildiğini söyleyebilmesiydi. Bu konuda çok samimi olduğunu artık herkes anlamıştı ve bence bu onu farklı yapıyordu.
DD: Bence en önemli özelliği Anadolulu olması. Evet düşünüyordu, ama her zaman aklıyla yüreğini de birleştiriyordu. Hissederek ve karşısındaki insanın bu konuyla ilgili ne hissettiğini de düşünerek…

– Okuduğumuz birbirinden farklı pek çok yazıda babanızla ilgili hep “kocaman kollar” ifadesi kullanılmış; o neden sizce?
DD: Bir kere direkt yüreğinin kocaman olmasıyla ilgili. İkincisi de benim babam gerçekten fiziksel olarak da kucaklardı insanları. Sıkı sıkı kucaklardı, pervasızca sarılırdı insanlara.

Eskiden ”Nereden Geldiniz” Derlerdi, Şimdi ”Nasıl Yaşıyorsunuz” Diyorlar

– 19 Ocak cemaatte neyi değiştirdi?
RK: Hep söylediğim bir şey var benim, cemaat yekpare bir şey değil. Belli bir merkezden yönetilmiyor. Bireylerden ve ailelerden oluşuyor. Dolayısıyla birkaç farklı eğilim var. Genç kuşağın çoğu siyaseten ya da kültürel alanda çalışıp, yeni bir şeyler söylemek istiyor. Çevresi cemaatle sınırlı kalmayan insanlar çoğaldı.

Ayrıca eskisi gibi kapalı yaşamak isteyen, “Bakın neler oldu, birisi konuştu ve başına neler geldi. Dolayısıyla bizim eskisi gibi sessiz kalmamız lazım. Biz zaten Ermeniyiz. Bizim adımız bize kabahat. Bu ülkede bize konuşmak yaraşmaz, biz sadece yaşamaya bakalım” diyen bir kesim de var. Gerçi bu yeni bir şey değil, 10 yıllardır varolan bir hissiyat.

– Hatta Agos Türkçe yayınlanmasın diyenler var değil mi?
RK: Evet, bunu söyleyen bir zihniyet hala devam ediyor.

– 19 Ocak’tan sonra bile Agos almayan Ermeniler var mı?

RK: Sayıca çok değiller, ama ölüm ilanının dahi Agos’ta yayınlanmasını istemeyen insanlar hala var. Düşünsenize, hala Ermenilerin apartman kapıları işaretleniyor diye söylentiler dönüyor. Bunun gerçekliği çok da önemli değil, böyle bir söylentinin çıkıyor dahi olması insanları tedirgin ediyor. Neticede çok küçük ve korkuyla yaşamayı hep içselleştirilmiş bir cemaat.

19 Ocak’tan sonra bazı insanlar bu kabuğu kırmak gerektiğine daha çok inandılar. 19 Ocak kimi Ermeniler sarsıp, onlara “Bizim de artık konuşmamız lazım” dedirtti.

– Ama kabuk tam kırılamadı mı?
RK: O bence her zaman aşılmaz bir ikilik olarak kalacak. Türkiye’nin doğasında nasıl başka bazı ikilikler var, onlar nasıl sürekli mücadele içindeler, Ermeni cemaatinde de aynı dinamikler var.
DD: Kaldı ki kabuğun kırılması için bu insanların bu ülkenin demokratik bir yer olduğunu görmesi gerekiyor. Bu ülkenin demokratikleşmesi gerekiyor ki o kalıp ve diğer kalıplar kırılabilsin.

– Peki, Türklerin cemaate bakışı nasıl, onda bir değişiklik oldu mu?
RK: Bir örnek vereyim; beni iyi kötü tanıyan arkadaşlarım eskiden “Siz nereden geldiniz, Ermenistan’dan mı?” gibi sorular sorarlardı. Fakat bu ilgisiz sorular şimdi daha üzüle kırıla sorulan sorulara dönüştü. Mesela şimdi daha çok “Nasıl olup da burada yaşayabiliyorsunuz?” diyorlar. Demek ki çok da kolay olmayan bir yaşam sürüldüğüne dair bir bilinç oldu. Hala tabii çok milliyetçi düşünen insanlar var ama çok sayıda insan da bu anlamda uyandı.

– Gitme fikri 19 Ocak’tan sonra cemaat içinde çok konuşulur oldu mu?
RK: Hayır, olmadı. Ama şunu gördük: Mesela ben hayatım boyunca Türkiye’den gidebileceğimi düşünmedim. Ama ilk kez 19 Ocak’tan hemen sonra aklıma düştü. O zaman dedim ki, demek böyle bir ihtimal benim için de varmış. Nasıl öncekiler dayanamayıp gitmişler, demek ki ben de bir gün gidebilirmişim.

Güvercin gibi imgeler beni babamdan uzaklaştırıyor

– Delal Dink, Rakel-Hrant Dink çiftinin ilk çocukları. 31 yaşında. Kimya mühendisi. Doktorasını ABD’de yaptı, bir süre Belçika’da bir şirkette çalıştı. Son iki yıldır ise sadece Hrant Dink Vakfı için çalışıyor.

– Rakel Dink Ermeni Varto aşiretinden. Kürtçe isimlerin de kullanıldığı bölgede annesinin adı Delal’miş. Delal’in adı da anneannesinden geliyor. Anlamı “Güzel” demek.

– Rober Koptaş 32 yaşında. Marmara Üniversitesi’nde Çalışma Ekonomisi okudu. Boğaziçi’nde tarih yüksek lisansı yaptı. Halen Aras yayıncılıkta editör ve Agos gazetesi yazarı.

– Fotoğraf çekilirken “Acaba güvercinlerin olduğu bir yere mi gitsek” dediğimizde Delal Dink şöyle bir yanıt verdi: “Yapmayalım, çünkü imgeler işin içine girdiğinde sanki babamdan uzaklaşıyormuşum gibi geliyor.”

– Yarın akşam Cemal Reşit Rey’de düzenlenecek ödül törenine davetiyesi olanlar alınacak, ama Vakfı veya Agos’u arayıp biz gelmek istiyoruz diyenlere de bir çare bulanacak. NTV’den Banu Güven’in sunacağı gecede Kardeş Türküler ve Arto Tunçboyacıyan sahne alacak. Ödülün üç dilde hazırlanan logosu tasarımcı Bülent Erkmen’in, heykel de sanatçı Erdağ Aksel’in eseri.