40’lı yaşlar… Hayat, 40’lı yaşlarda bir mola verdirir insana, yavaşlatır ve durdurur. Artık ömrün, geriye dönüp bakma zamanıdır. Geriye, hayata adım atmaya başlandığın günlere, yani çocukluğa…
Baron Hrant Güzelyan… Belki kendi çocuğuna gereken ilgiyi göstermeyip Anadolu’yu karış karış,köy köy gezip unutulmakta, kimliğini unutmakta olan insanların çocuklarını toplayarak İstanbul’a getiren, onlara okul, yatacak, barınacak yer tahsis eden ve arkasından da onlara yazın kalacakları yer bularak kendini topluma feda eden bir insan… Hayatını ıskalayıp kendini topluma adayan bir insan… Nur içinde yatsın.
Hazırlık… Yazdılar bize. “Okul çağı gelmiş çocuklar varmış, gönderin.” dediler. Mamam tuttu elimden mahalle terzisine götürdü. Basmadan pijamalar, gecelikler diktirdi. Ağladığını hatırlıyorum. “Üzülme.” dediler. Üzüldü mamam. Toparlandık.Tanıdık birine emanet edip Kuyriğimle bindirdiler bizi Kurtalan Ekspresi’ne. Ben altı, kuyriğim dokuz yaşında. Kara trenin arkasından sallanan eller… Vita tenekesinde kızarmış patates ve köfte… Artık kanayan tek şey dizlerimin yarası değil.
Haydarpaşa… Soykırımda yüzlercesinin trenlere bindirilip yollara düşürüldüğü, nereye gideceğini, sonunun ne olacağını bilmeden gönderildiği yer Haydarpaşa. Biz gidenlerden değil, gelebilenlerden olduk. Gidenlerden sağ kalanlar unuttu her şeylerini, dillerini, kimliklerini, kültürlerini. İroniktir ama bense bugün dilimi, kültürümü biliyorsam Haydarpaşa’ya adım atmamdandır.
Yetimhane… Hem rahatsız eder hem de ürpertir beni yetimhane kelimesinin soğukluğu. Geldiğim yer yetimhane değil, çok sıcak bir aileydi. İlk gün hadi “Ağotk bidi ınenk. / Dua edeceğiz.” dedikleri zaman “Ben namaz kılmam, ben namaz kılmam.” diye ağlamışım. Dua kelimesi, Diyarbakır’da Hristiyan kimliğimden dolayı ezilmişliğim yüzünden olsa gerek öyle bir çağrışım yaptı. O kadar baskındı baskın kültür hayatlarımızda. Dua deyince başkası akla gelmiyordu.
Artık Rakel kuyriğin kızlarıydık. Tertemiz, çok bakımlı olmalıydık. O zaman Tuzla da bomboş bir yerdi. Her yer bizim gibi… Ufuk çizgisini görür, yıldızları kendimize yorgan ederdik. Her şeyi biz yaptığımız için bir hiyerarşi de yoktu ortada. Herkes hayatın içinde bütün benliğiyle, bütün becerisiyle temizlikten, meyve-sebze toplamaya her işi yapardı. Kampın bahçesinde oynardık. Pazar günleri ailelerle buluşma günüydü. En nefret ettiğim gündü çünkü benim ailem Diyarbakır’daydı. Sonra denize giderdik el ele tutuşup ikinci, üçüncü el mayolarımızı giyip. Dönüşte öğlen yemeği yerdik, sonra da resim, müzik gibi şeylerle uğraşırdık. Ardından da serbest zaman geçirmemize izin verirlerdi. Zağigle beştaş oynardık. Ne zaman bir sahilde yürüsem hala beş tane taş toplarım. Sanki bir şeyler kaldığı yerden devam edecekmiş gibi…
Dönüş… O altı yılın sonunda ailemi görmek üzere çocukluğumu geride bırakırken, Bana verilen ikinci el kıyafetleri hiç unutamıyorum: Siyah-beyaz, pötikare, kırmızı düğmeli bir manto ve kırmızı bir şapka…
Ağlaya ağlaya geldiğim yerden buruk bir sevinçle geri dönüyordum. Ve bir gün, 1980 yılının kasırgası bize de uğradı. “Burada Ermeni militanı yetiştiriyor!” diyerek aldılar Baron’umuzu. Onca yıl geçmesine rağmen gözümün önünde çok net bir karedir gazetelerde çıkan haberler. Diyarbakır’daydım o yıllarda ama ben oradan geliyordum. Bu militan dedikleri ben miydim?
“Ama bir gün elimize bir mahkeme kağıdı tutuşturdular…
‘Siz Azınlık kurumları yer satın alma hakkına sahip değilmişsiniz! Biz zamanında size izin verirken yanlış yapmışız. Artık burası eski sahibinin olacak.’
5 yıl süren direnişimize rağmen yenildik. Ne yapalım ki karşımızda devlet vardı.
Şikayetim var ey insanlık!
Bizi, yarattığımız uygarlığımızdan attılar.”
Böyle demişti Hrant Ahparig. Ama o dozerin Atlantis’e girmesiyle artık şikayet yerini isyana bıraktı. Ne acıdır ki köklerine sarılırken tanımadığı çocuklarla kardeş olanları anlamaz o muktedirler. Kendinden olmayana “hoşgörü” gösterirken rekabetsiz, hırssız, kaybedeninin de kazananın da olmadığı bir Atlantis’i anlamaz. Yok etmek isterler yeryüzünde kalmış son masal diyarlarını.
Kamp Armen’de sevgi, inanç, umut ve kardeşlikten başkasını öğretmediler bize ve bugün biz öğrendiklerimizle yine bir yanımızı yaralamak, çocukluğumuzu da almak isteyenlerin karşısındayız, direniyoruz!