Mehmet Emin BOYACIOĞLU
Evrensel
Gözünüzün önüne bir avcı, bir kasap, hayvanlar üzerinde deney yapan bir bilim insanı ya da herhangi bir kurban bayramı sahnesi getirin. Hayvanlara eziyet eden, onları öldüren insanların hepsini kafanızda erkek olarak tasvir ettiniz değil mi? Peki sizce bu yalnızca bir tesadüf mü? Değil.
Ataerki toplumsal yaşamın birçok alanına sirayet ettiği gibi insanın doğayla ve diğer hayvanlarla olan ilişkisine de damgasını vuruyor. İlkel komünel toplumlardaki avcı-toplayıcı ayrımı adeta erkek-kadın anlamına geliyor. Bu steril sınıflandırma günümüzde bile yiyecek seçimlerinde kendini gösteriyor.
Erkekler mangal yaparken kadınlar salata yemeyi tercih ediyor. Mesele yalnızca toplumsal cinsiyet normlarını yapıbozumuna uğratmak olsaydı belki bu alışkanlıkları ters yüz etmek makul bir öneri olabilirdi, ancak eşitlik ve özgürlük mücadelesinin kapsamına insan olmayan hayvanlar da dahil edildiğinde varılan nokta herkesi veganlığa davet etmek oluyor.
Doğa ve kültür arasında ortaya koyulan ayrım ilkini kadınla, ikincisiniyse erkekle özdeşleştirmeye ve pek tabii ikincisini ilkinden üstün görmeye uzanıyor. İnsan merkezci, erkek egemen uygarlık projesi, insanın doğaya uyum sağlamasını değil, doğayı insana uydurmaya çalışmayı salık veriyor. Bunun sonucunda doğa üzerinde kurulan tahakküm ise başarı, ilerleme, gelişme olarak algılanıyor. Ekoloji mücadelelerinin başını, doğayla olan bağlarını inkar etmeyen kadınların çekmesine şaşmamalı.
Bu dolaylı bağlantıların yanı sıra hayvan sömürüsü ile ataerkil şiddet arasında çok daha doğrudan bir ilişki de mevcut. Carol J. Adams’ın 1990’da yazdığı ve feminizm ile hayvan hakları arasında köprü kuran literatürün öncüsü kabul edilen kitap geç de olsa “Etin Cinsel Politikası: Feminist-Vejetaryen Eleştirel Kuram” ismiyle artık Türkçe de erişilebiliyor. Adams’ın ufuk açıcı eserinin okuyucuya sunduğu analizlerin en önemlilerinden biri yaptığı bir ayrım. Adams hayvansal gıda maddelerini “hayvanlaştırılmış protein” ve “dişilleştirilmiş protein” olarak ikiye ayırıyor. Et ilk kategoriye girerken yumurta ve süt ürünleri yalnızca dişi hayvanlardan elde edilebiliyor ve bu endüstriler için sömürülen hayvanlar, eti için öldürülen hayvanlara kıyasla çok daha büyük eziyet çekiyor.
Yumurtanın tavukların üreme döngüsünün bir parçası olduğu ve sütün dişi memeliler tarafından yavrularını beslemek için üretildiği göz önüne alındığında bu hayvanların üreme yetilerinin, kadınlıklarının sömürüldüğü ortaya çıkıyor. Üç çocuk yapılmasını emreden bir adamın zihniyetiyle, tavuklar daha çok yumurtlasın diye onlara yapay ışıklandırmayla günde iki kez gece gündüz yaşatan endüstri sahibinin zihniyeti arasında pek fark olmadığı için kadınları kuluçka makinesi olarak gören, kadınlığı doğurganlığa indirgeyen bu sistemde “vatana, millete hayırlı evlatlar veremeyen” kadınların bir değeri olmadığı gibi süt üretemeyen ineklerle yumurtlayamayan tavukların da yeri yok. Endüstri buna “yapay dölleme” dese de, kolunu ineğin vajinasına sokarak onu avucuna aldığı boğa spermiyle rızası dışında hamile bırakan adamın yaptığı düpedüz tecavüz değil midir? Ünlü hayvan özgürlüğü aktivistlerinden Gary Yourofsky, internetten kolaylıkla bulunabilecek bir konuşmasında izleyicilerine şöyle söylüyor: “Bu konuşmadan sonra bana istediğiniz soruyu sorabilirsiniz, bir şey hariç. Bana ‘Ama inekler zaten biz içelim diye süt üretmiyor mu?’ diye soramazsınız. Çünkü aktivist yaşamım boyunca birçok yerde bulundum. Mezbahalarda, sirklerde, kürk çiftliklerinde, hayvanlar üzerinde deney yapılan laboratuvarlarda… Berbat şeylere şahit oldum. Ama duyduğum en korkunç şey kendisinden çalınan yavrularını geri isteyen anne ineğin günlerce ciğerlerini parçalayarak attığı çığlıklardı.” Anneler evlatlarını yitirmesin diye verilen mücadelenin bir parçası da süt içmemek olmamalı mı? Sütüne el konulabilsin diye yavruları kendisinden çalınan bir ineğin çığlıklarının evladı devlet tarafından katledilen bir annenin yaktığı ağıttan daha az acı olduğunu kim iddia edebilir?
Verdiğimiz tüm özgürlük ve eşitlik mücadelelerinin bir parçası da dilimizi ayrımcılıktan arındırmaya çalışmak oluyor. Zira dil hem toplumdaki tahakkümün tezahürüne ev sahipliği yapıyor, hem de onun yeniden üreticisi işlevi görüyor. Cinsiyetçiliğin ve türcülüğün dilimizdeki yaygınlığını fark ettiğimizde bu ayrımcılıkların toplumumuzun ne kadar derinine işlemiş olduğunu da görebiliyoruz. Bir şeyi “adam gibi” yapmak övülürken “karı gibi” yapmak yeriliyor. “Hayvan” ise bizzat mensubu olduğumuz bir sınıf olmasına rağmen hakaret olmaktan öteye geçemiyor. Bu ayrımcılıkların kesiştiği pek çok örnek de mevcut. Mesela TDK’ya “kancık” kelimesini sorunca “hayvanlarda dişi” ve “dönek, güvenilmez” cevaplarını alıyoruz. Keza “mal” sözcüğü aynı anda “emtia”, “büyükbaş hayvan” ve “seks işçisi” yerine kullanılıyor. Abdullah Gül’ün dediği gibi: “İnsan gerçekten hayret ediyor.”
Kültürümüzün her alanında hegemonik erkeklikle türcülük el ele görülebiliyor. Tavuk butları ve manken bacakları erkek iştahına benzer şekilde servis ediliyor. Bir yanda Playboy tavşancıkları varken diğer yanda birbirinin sırtını “aslansın” diye sıvazlayan adamlar ve maskotu kanarya olan spor kulübünün bile onu eril, yırtıcı bir şekilde sunmaya çalışması duruyor. Bütün iktidar ilişkilerinin ve ayrımcılık türlerinin iç içe olduğu, birbirini desteklediği bu keşmekeşte hepimize kesişme noktalarını afişe etmek, karşı olduğumuz tahakküm biçimlerini farkında olmadan yeniden üretmemek için alışkanlıklarımızı sorgulamak düşüyor.