Aras Yayıncıktan Yeni Bir Kitap: İstanbul Yolcuları

[ A+ ] /[ A- ]

İSTANBUL YOLCULARI

Esther Heboyan
öykü, 136 sayfa, 22 fotoğraf

Fransızcadan çeviren: Sosi Dolanoğlu

Aras Yayıncılık tarafından yayımlanan İstanbul Yolcula­rı, kır­dan ken­te göç­le ve mo­dern­leş­mey­le ge­len bü­yük de­ği­şi­min he­men ön­ce­sin­de­ki, bu­gün ar­tık sadece soluk izleri kalmış bir İs­tan­bul’a ait öy­kü­lere yer veriyor. 1955’te İs­tan­bul’da do­ğan yazar Est­her He­bo­yan, öykülerinde Er­me­ni­le­rin, Türk­le­rin, Rum­la­rın, Yahudilerin bir ara­da ya­şa­dı­ğı kentin o es­ki ma­hal­le­le­rin­de ge­zi­nir­ken, ai­le­si­nin ve kom­şu­la­rı­nın ya­şa­yı­şı­nı, öz­lem­le­ri­ni, yok­sun­luk­la­r içindeki mutluluklarını , iyi bir fo­toğ­raf­çı­ya has kes­kin sez­gi­ler­le res­me­di­yor.
O fo­toğ­raf­lar­da, her şey­den ön­ce sı­ra­dan, herkes gi­bi et­ten ke­mik­ten ya­pıl­mış in­sa­nın ya­şayışı var. Ka­me­ra­nın ob­jek­ti­fi, kâh el at­tı­ğı hiç­bir iş­te di­kiş tut­tu­ra­ma­yan bir es­na­fa, kâh Eli­za­beth Tay­lor hay­ra­nı bir ev ka­dı­nı­na, kâh he­nüz okul ça­ğı­na bi­le gel­me­miş kü­çük bir kız ço­cu­ğu­na yö­ne­li­yor. Sevdiklerini ek­mek pa­ra­sı uğruna bı­ra­kıp Al­man­ya’ya iş­çi ola­rak gi­denleri, özene bezene hazırladığı çeyizi birdenbire ortadan kaybolan genç kızı, mahalle sütçüsüne borcunu ödeyemediği için evinden çıkamayanları, bir türlü doğru telaffuz edilemeyen Ermenice isimleri, gurbette insanın içini sızım sızım sızlatan İstanbul hasretini yansıtan bu öyküleri okurken, çe­şit­li si­ya­si ger­gin­lik­le­rin ma­hal­le ha­ya­tı­nın ha­va­sı­nı ağır ağır kir­let­me­ye baş­la­dı­ğı­na da ta­nık olu­yoruz.
Henüz se­kiz ya­şın­day­ken ailesiyle birlikte İs­tan­bul’dan ay­rı­lan ve da­ha son­ra Fran­sa’ya yer­leşen Heboyan, kitabının Türk­çe bas­kısı için yaz­dığı ön­söz­de söy­lediği gibi, “bel­ki de an­nesini ve babasını son bir defa konuş­tur­mak için” yaz­dığı öy­küleriy­le, kırk küsur yıl ve binlerce kilometre öteden, İs­tan­bul’a hem dokunaklı hem de muzip bir mektup yazıyor.
Fran­sız­ca ba­sı­mı Pas­sa­gers d’Is­tan­bul adıy­la 2006’da Marsilya’da ya­pı­lan İs­tan­bul Yol­cu­la­rı do­kuz öy­küren oluşuyor. Türk­çe bas­kı­da, yazarın Türkçe olarak kaleme aldığı bir önsöz ve ya­şa­mından çeşitli kesitleri yansıtan bir fotoğraf albümü de yer alıyor.

Sosi Dolanoğlu’nun Türkçeye çevirdiği kitabı yayına Nazan Maksudyan ve Rober Koptaş hazırladı, kapak tasarımını ise Mehmet Sinan Niyazioğlu üstlendi.

Est­her He­bo­yan

Esther He­bo­yan 1955’te İs­tan­bul Har­bi­ye’de bir Er­me­ni ai­le­si­nin ilk ço­cu­ğu ola­rak doğ­du. Sonraki yıllarda oku­la baş­la­ya­ca­ğı Ana­rad Hı­ğut­yun Er­me­ni İl­ko­ku­lu’nun bu­lun­du­ğu Öl­çek So­kak’ta­ki bir evin alt ka­tın­da ki­ra­cı ola­rak ya­şı­yor­lar­dı. Sa­ya­cı­lık ya­pan ba­ba­sı Hovsep 1961’de gäs­tar­be­iter (göç­men işçi) ola­rak Al­man­ya’nın Göp­pin­gen şeh­ri ya­kın­la­rın­da­ki Fa­urn­dau ad­lı kü­çük bir kö­ye yer­leş­ti. Türk, Kürt, İtal­yan, Yu­gos­lav, Yunanlı pek çok göç­men iş­çi­nin ya­şa­dı­ğı bu kö­yün en önem­li ge­çim kay­na­ğı Sa­la­man­der ayak­ka­bı fab­ri­ka­sıy­dı. Esther Heboyan Ana­rad Hı­ğut­yun’un ikin­ci sı­nı­fı­nı bi­tir­dik­ten son­ra an­ne­si Ani ve kız kar­de­şi Nad­ya’yla bir­lik­te Tür­ki­ye’den te­mel­li ay­rı­lıp ba­ba­sı­nın ya­nı­na git­ti­ğin­de yıl 1963’tü. 1965’te ise gö­çün ad­re­si bu kez Fran­sa’ydı. Ba­ba­sı Pa­ris’te sa­ya­cı­lık yap­ma­ya de­vam eder­ken, o gü­ne dek ev dı­şın­da ça­lış­ma­mış olan an­ne­si bir atöl­ye­de ter­zi­lik yap­ma­ya baş­la­dı. Bu ara­da, er­kek kar­de­şi Arto doğ­du.
Pa­ris’te Nan­ter­re Üni­ver­si­te­si’nde İn­gi­liz ve Ame­ri­kan ede­bi­yatı üze­ri­ne öğ­re­nim gö­ren He­bo­yan, hay­ra­nı ol­du­ğu Ame­ri­kan si­ne­ma, mü­zik ve ede­bi­yat dün­ya­sı­na da­ha ya­kın ol­mak için 1980’de ABD’ye git­ti. Io­wa City Üni­ver­si­te­si’nde Fran­sız­ca ders­leri ver­di ve bu­ra­dan ka­zan­dı­ğı pa­ray­la ga­ze­te­ci­lik eği­ti­mi al­dı. Bu­nu iz­le­yen yıl­lar kim­li­ği­ni sor­gu­la­ma ça­ba­la­rıy­la geç­ti. Ame­ri­ka se­rü­ve­ni, ya­şa­mı al­gı­la­yı­şı­nı ye­ni­den bi­çim­len­di­rip kar­şı ko­yamadığı yaz­ma ih­ti­ya­cı­nı güç­len­dir­di. 1980’de, Blu­es ve Folk mü­zi­ği se­ven, Mark Twa­in ve Wil­li­am Sa­ro­yan hay­ra­nı bir Ame­ri­ka­lıy­la ev­len­di. 2001 yı­lın­da bi­ten bu ev­li­lik­ten iki ço­cu­ğu ol­du.
1982’de Fran­sa’ya dön­dük­ten son­ra Pa­ris III -ye­ni Sor­bon­ne- Üni­ver­si­te­si’nde İn­gi­liz di­li üze­ri­ne dok­to­ra­sı­nı ya­pan He­bo­yan, son­ra­ki yıl­lar­da ağır­lı­ğı Ame­ri­kan ede­bi­ya­tı­nı öğ­ret­me­ye ve araş­tır­ma­ya verdi. Çe­şit­li an­to­lo­ji­ler­de ve der­gi­ler­de Fran­sız­ca ve İn­gi­liz­ce öy­kü ve şi­ir­le­ri ya­yım­lan­dı. Ame­ri­ka­lı, Fran­sız, Er­me­ni ve Türk ya­zar­lar hak­kın­da in­ce­le­me ya­zı­la­rı ka­le­me al­dı. Uni­ver­si­té d’Ar­to­is’da Ame­ri­kan ede­bi­ya­tı ders­le­ri ver­mek­te olan He­bo­yan, son yıl­lar­da, baş­ta ün­lü ya­zar Ne­dim Gür­sel’in eser­le­ri ol­mak üze­re, çe­şit­li Türk­çe ki­tap­la­rı Fran­sız­ca­ya çe­vir­di.

Önsöz
Annemin ve Babamın Kelimeleri

ESTHER HEBOYAN

İki dil, iki ki­tap

1963’te İs­tan­bul’dan ay­rıl­dı­ğım­da se­kiz ya­şın­day­dım. Ba­na san­ki bir da­ha ge­ri dön­mek yok gi­bi ge­li­yor­du. Her şe­yi, sev­di­ğim her in­sa­nı ar­dım­da bı­ra­kı­yor­dum. Sa­de­ce bir tek şe­yi ar­dım­da bı­rak­ma­mı­şım, se­ne­ler son­ra eli­me geç­ti ve be­ni çok şa­şırt­tı: Bir Kü­çük Türk­çe Söz­lük. Se­dat Ok­sal adın­da bi­ri ha­zır­la­mış, Ka­na­at Ki­ta­be­vi ya­yın­la­mış. Söz­lük tam 25.000 ke­li­me içe­ri­yor. Ço­cuk­lar be­ra­ber­le­rin­de oyun­cak gö­tü­rür­ler, ben bir söz­lük gö­tür­mü­şüm. Bel­ki de Mü­nih’e gi­den tre­ne bin­di­ği­miz za­man o söz­lük be­nim en iyi ar­ka­da­şım­dı. Bel­ki o söz­lük be­ni gur­bet­te te­sel­li ede­cek­ti. Bel­ki ko­nuş­tu­ğum Türk­çe­yi unut­mak is­te­mi­yor­dum. Bu kü­çü­cük ki­ta­bı ga­li­ba il­ko­kul­da kul­lan­mış­tım. Muh­te­me­len, dil öğ­re­ni­mim ya­rı­da kal­ma­sın di­ye ki­ta­bı ar­dım­da bı­rak­mak is­te­me­miş­tim. Kim bi­lir ak­lım­dan ne­ler geç­miş­ti. Yıl­lar son­ra, bir ev­den bir eve ta­şı­nır­ken, bir baş­ka ki­tap çık­tı or­ta­ya. O da Er­me­ni­ce bir al­fa­be ki­ta­bıy­dı. Onun ner­eden çık­tı­ğı­nı pek anım­sa­mı­yo­rum. Ga­li­ba Hayr (Peder) Kri­kor He­bo­yan ver­miş­ti ba­na. Ola­bi­lir, çün­kü Var­ta­bed (Rahip) ba­na bir İn­gi­liz­ce söz­lük de he­di­ye et­miş­ti.

Dil ar­zu­su, dil has­re­ti

Ya­şa­dı­ğım ye­ni ül­ke­ler­de ye­ni dil­ler öğ­ren­dim ta­bii. Türk­çeyle Er­me­ni­ce­yi öğ­ren­miş ve ne­re­dey­se unut­muş­tum, kul­lan­mak da pek ge­rek­mi­yor­du. Fa­kat bir gün o es­ki dil­le­ri ve es­ki gün­le­ri yi­ne ha­tır­la­mak ve ko­nuş­mak is­te­dim. Di­ye­ce­ğim o ki, bu öy­kü­ler böy­le bir ar­zu­dan ile­ri gel­di­ler. Dil ar­zu­su ge­çen gi­den za­man­da yer alı­yor­du. Fa­kat be­nim ço­cuk­lu­ğu­mu de­ğil, da­ha faz­la an­nem ve ba­ba­mın genç­li­ği­ni anım­sa­mak is­ti­yor­dum. Ba­bam her za­man “Hey gi­di genç­lik!” di­ye­rek de­rin bir ne­fes alır­dı. An­nem hep “Ah, ne ka­dar gü­ler­dik!” der, göz­le­ri ya­şa­rır­dı. İlk ön­ce Al­man­ya’da ve bir­kaç se­ne son­ra Fran­sa’da ha­yat­la­rı de­ğiş­miş­ti, tüm göç­men­ler gi­bi kö­tü ve iyi şey­ler gör­müş­ler­di ve her gün da­ha iyi ol­mak için el­le­rin­den ne ge­lir­se ya­par­lar­dı. Ama ba­na ka­lır­sa, hem Al­ma­nya’da hem Fran­sa’da, yıl­lar­ca ken­di dil­le­ri­ni ko­nu­şa­ma­dık­la­rı için ken­di­le­ri­ni hep ya­ban­cı his­se­di­yor­lar­dı. So­nun­da söy­le­ye­bi­li­rim: Bu öy­kü­le­ri bel­ki de an­ne­mi ve ba­ba­mı son bir de­fa ko­nuş­tur­mak için yaz­dı­ğı­mı fark edi­yo­rum.

Dil ar­zu­su, dil has­re­ti

Ne ka­dar is­ter­dim an­nem ve ba­bam bu öy­kü­le­ri oku­sun­lar. Fa­kat ben yal­nız İn­gi­liz­ce ve Fran­sız­ca ya­za­bi­li­yor­dum, on­lar yal­nız­ca Türk­çe ve Er­me­ni­ce oku­ya­bi­lir­di. İki dil­den dört di­le geç­miş­tik ve bir­bi­ri­mi­zi an­la­mak im­kân­sız gö­rü­nü­yor­du. Yi­ne de an­nem Les Pas­sa­gers d’Is­tan­bul ki­ta­bı­mı oku­mak is­te­di. O an hem se­vin­dim hem üzül­düm, çün­kü onun için Fran­sız­ca oku­ma­nın zor ola­ca­ğı­nı bi­li­yor­dum. O an Wil­li­am Sa­ro­yan* gel­di ak­lı­ma. An­ne­si Ta­ku­hi’ye şöy­le yaz­mış: “El­bet­te bi­ri­le­ri bir gün bu yaz­dık­la­rı­mı se­nin bil­di­ğin di­le çe­vi­rir.” Di­len­ci gi­bi ben ­de bir dil is­te­dim. An­ne­me ve ba­ba­ma he­di­ye ol­sun di­ye. Ba­bam ma­ale­sef 2005’te öl­dü, Fran­sa’da ya­yı­nla­nan ki­ta­bı­mı gör­me­di bi­le. Oy­sa ona söz ver­miş­tim:
“Bir gün oku­ya­bi­le­cek­sin, me­rak et­me.”

Dil ar­zu­su, ba­ba has­re­ti

1961’de ba­bam Al­man­ya’ya git­ti: “Ça­lış­mak, bir lok­ma ek­mek pa­ra­sı çı­kar­mak için.” Ben o gün­ler­de bu söz­le­ri an­la­ma­dım ve­ya an­la­mak is­te­me­dim, çün­kü sof­ra­mız­da ek­mek bol­du. Ba­bam İs­tan­bul’da tre­ne bin­di­ği za­man çok ağ­la­dım. Ay­lar­ca, se­ne­ler­ce ba­ba­mı bek­le­dim. Ba­bam se­ne­ler­ce Al­man­ya’da sa­ya dik­ti. Ona ya­kın­da ka­vuş­mak ümi­diy­le Al­man­ca öğ­ren­me­ye baş­la­dım.

Dil ar­zu­su, an­ne has­re­ti

1980’de ben Ame­ri­ka’ya git­tim. Ça­lış­mak ve oku­mak için. Bir lok­ma ek­mek pa­ra­sı çı­kar­mak için de­ğil. Ama­cım ha­ya­tı­mı, ha­ya­tı­mın bir par­ça­sı bi­le ol­sa, çöz­mekti. Bey­nim dü­ğüm dü­ğüm ol­muş­tu. Dil­ler, in­san­lar, söz­ler, okul­lar, ki­tap­lar, söz­ler. Uçak Paris’ten havalanırken an­nem çok ağ­la­dı. Ay­lar­ca, se­ne­ler­ce be­ni bek­le­di. An­nem se­ne­ler­ce Fransa’da el­bi­se dik­ti. Ben İn­gi­liz­ce ko­nuş­ma­ya ve yaz­ma­ya baş­la­dık­tan son­ra Fransa’ya ge­ri dön­düm.

Kar­deş di­li

Ga­li­ba gur­bette (ya­ni ak­ra­ba­lardan uzakta) bü­yü­dü­ğü­müz için kar­deş­le­rim­le söz ­ver­miş gi­bi bir­bi­ri­mi­ze ya­kın kal­dık, hat­ta bir­bi­ri­mi­ze çok ya­kın­ otur­duk ve ha­len otu­ru­yo­ruz. Her gün gö­rüş­mü­yo­ruz, fa­kat bi­li­yo­ruz ki ya­kın­da­yız ve bir­bi­ri­mi­zin di­li­ni çok ça­buk an­lı­yo­ruz. Se­ne­ler sonra, an­ne­mi­zin ve ba­ba­mı­zın ke­li­me­le­ri­ni tek­rar söy­lü­yo­ruz.

Dilden di­le

İlk başta be­nim için baş­ka dil­le­re geç­mek güç ol­du. Ta­bii, ol­maz­ mı? Son­ra­dan dü­ğüm­ler çö­zül­dü. Ne­den ol­ma­sın? Her dil, bil­me­ce­de­ki söz­ler gi­bi ken­di ye­ri­ni bul­muş­tu. Ora­da Türk­çe, bu­ra­da Er­me­ni­ce, sol ta­raf­ta Al­man­ca, sağ ta­raf­ta İn­gi­liz­ce, ön sı­ra­da Fran­sız­ca. Gün­ler­ce, bit­me­yen se­ne­ler­ce, oku­dum, yaz­dım, yaz­dım, oku­dum. An­ne­me ve ba­ba­ma “Ben ne sa­ya ne el­bi­se di­ke­rim!” di­ye ilan et­tim. Dil­den di­le geç­ti­ği­mi an­la­dı­lar ve hiç­bir za­man ba­na “vak­ti­ni bo­şa har­cı­yor­sun” de­me­di­ler. Bir gün an­ne­an­nem Pa­ris’e zi­ya­re­te gel­miş­ti, ben ya­zıp du­ru­yor ve yaz­dık­la­rı­mı ha bi­re öf­key­le atı­yor­dum. Ya­rı Türk­çe ya­rı Er­me­ni­ce di­liy­le bana “Hay­de! Ba­re, ba­re!”* de­di ve gül­dü. O çok­tan­dır an­la­mış­tı: Dil­le­rin için­de ve et­ra­fın­da ya­şa­mak için öf­ke de­ğil sa­bır la­zım­dı.

Dil ve ön­söz

Aras Yayın­cılık benden kitabımın Türkçe çevirisi için bir ön­söz yazmamı rica et­tiğin­de nasıl yazacağımı, ne yazacağımı bil­miyor­dum. Böy­le bir metin yaz­mak ak­lım­dan hiçbir zaman geç­memiş­ti, geçemez­di. Oğ­lumla ve kızım­la Fran­sız­ca dert­leş­tim, “Ben bunu yapamayacağım! ” dedim. Bil­mem der­dimi on­lara an­latabil­dim mi? Çün­kü beni yal­nız başıma bırakıp ken­di dil­lerine dal­dılar, yani beraber müzik çal­maya başladılar. On­ları din­ledik­çe, ön­sözün söz­leri bana doğ­ru yavaş yavaş gelip gecemi gün­düz yap­tılar.
Nisan 2007