An olur otuz yıllık keder

[ A+ ] /[ A- ]

Doksanlı yılların sonu,

bir Çukurova yazında, damarlarımdan serin Munzur suyunun aktığı yaşlardaydım. Küfrün ayıplanmadığı o coğrafyada büyümüş de olsak, dilimizde coşkun ve edebi sözler ile özgür yarınlara şarkılar söylemeyi seçmiş ve tam da bu yüzden nicesi gibi bileklerine kelepçeler geçirilmiş esmer yabancılardandım.

Özgürlük ve düş imgesine hakaret edercesine maviye boyadıkları bir cezaevi ring aracının kokuşmuş odasında, ak saçlı ve ince boylu Apê Dedo’ylaydım. Beraber hastaneye götürülürken, sıcaktan, pis kokudan ve havasızlıktan dolayı bu aracı tenekeden bir canavara benzetiyordum. Ancak gençliğin o kendine has coşkun ve asi tasviriyle kendimizi de, bu canavarın bozulmuş midesinde bir türlü ‘’sindirilemeyen’’ dağ keçileri olarak görüyordum. Doğrusu, bu tasvire Çukurova’da büyüyen benden ziyade, Lice dağlarında büyüyen Apê Dedo uyuyordu. Ben, O’nun dil, beden ve ruh uyumundan oluşan duru güzelliğinin yanında, tek boynuzlu, tüysüz ve beyaz derili çirkin bir bağ keçisi gibiydim… -Çukurova sıcağında Munzur’un serinliği, kelepçeliyken küfür etmek yerine yüksek sesle söylenen şarkılar ve mavi canavarın kokuşmuş midesinde yaşayan dağ keçileri… Doksanlı yılların bu oksimoronik metaforları hem varlığı besleyen hem de varoluşun sonuçlarıydı-

Ringin küçük penceresinden dışarıya heyecanla bakıyordum. Zira ring, büyüdüğüm mahallenin önünden geçiyordu. Gözlerimin her bir parçasını, ringin demir elekli küçük karelerine dağıtarak bir tanıdığı görmeyi umuyordum. Belki çıplak ayaklarla top koşturduğumuz bir çocukluk arkadaşımı görürdüm. -Çıplak ayaklarla top oynamak, yoksul çocuk dünyamızın eşitlikçi rekabet formülüydü. Biz ayakkabısız, sadece terliği olanların herkese zorunlu kıldığı bir eşitlik yasası. Hava atmak için ayakkabılarıyla oynamak isteyenleri ayıplayan ve dışlayan bir yoksulluk kültürü. Çünkü tarlalardan oluşan o oyun sahalarından öğrenmiştik ki, eğer terlikliler ve ayakkabılılar olarak beraber top oynasaydık, eşitsizliği ve yaralanmaları sadece fiziksel olarak yaşamayacaktık. Biz yoksul çocuklar, zengin büyüklerin zehirli oklarını birbirimizin kalbine saplamış olacaktık-

Hiçbir arkadaşımı görememiştim…Ama belki annemi, artık çiçek açmayan yalnız bir portakal ağacına benzettiğim o güzel kadını görürdüm. Ya da ciğer kelimesinin Kürtçe karşılığı olan kezeb’i ‘’kezeeeeb’’ diye uzatarak söyleyen ve bu uzatış içindeki dalgalı vurguda bütün anaç duyguları hissettiğim yaşlı Siirt’li kadınlardan birini görürdüm. Lakin yol boyu, peşin sıra dikilmiş büyük fabrikalar, mahallenin önünde uzun bir bariyer gibi durduğundan hiç bir şey göremiyordum. İçinde olduğumuz ring hızla mahallemizin olduğu bölgeden uzaklaştıkça sadece bir kaç santimlik görüş alanına sahip olduğumu unutarak, ayak parmaklarımın üzerinde durmaya çalışıyor, boynumu en dip boşluğa sokarcasına uzatıyordum.

Mahalle içini ve tanıdık birilerini göremeyince, tutuklanmış on binlerce insanın mutlaka yaşadığı o sarsıcı
duygunun ben de etkisine giriyordum. Cezaevi ringinden dışarıya bakan birinin, aslında dışardakilerin kendisini görmediğini fark ettiğinde, hissettiği o ıssızlık ile yalnızlık arası sarsıcı duygu hali…İşte bu şekilde erken büyüyordu öyküler ve körpe ruh ile bedenlerde kök salıyordu hüzünler…

Tam öylesi bir anımda, ağaran saçlarının aksine çok canlı ve parlayan gözlerini bana yöneltmiş olan Apê Dedo’yu fark ettim. Adeta yüzündeki tebessümle, gözlerimdeki hüznü silmeye çalışıyordu. ’’Çi heye li derve, li kuderê dineri?-Ne var dışarda, nereye bakıyorsun?’’ diye sormuştu bana.

’’ Ew der-orası’’ demiştim yutkunarak, ‘’ew der taxa me bû-orası mahallemizdi…’’ Daha yirmisine varmadan geçmiş zaman kipleriyle konuşmaya başlamıştım. O an olmazsa da ilerleyen yaşımda anlayacaktım ki aslında geçmiş, biriken yılların toplamından değil yaşanmış – bazen de yaşanamamış- bir kaç özgün andan oluşuyordu… Yüzünü bir hüzün kapladı Apê Dedo’nun ve ringin penceresinden dışarıya bakarak ‘’Ma ev bajar û tax warê me ye? -Bu şehir ve mahalle memleketimiz midir ki?’’ diye sordu. Bana moral vermeye, girdiğim duygusal türbülanstan uzaklaştırmaya dönük sonrasında sarf ettiği sözlerden ziyada bu sorusuna takılmıştım.

O’na bu soruyu sordurtan haklı sebepleri vardı elbette. Köyü yakılmış, dilini bilmediği bir coğrafyaya göç etmek zorunda kalmış, en sonunda da beyaz bir bayrak gibi görülmesi gereken ak saçlarından tutulup, ‘’derin bir kumpas’’ sonucu dört duvarın arasına konulmuştu.

’Ma ev bajar û tax warê me ye?’’

Onlarca askerin içinde hastahane koridoruna girdiğimizde, etraftaki kalabalığın, özellikle şalvarıyla önümde genç bir filinta gibi yürüyen Apê Dedo’ya yönelen sorgulayıcı ve dışlayıcı bakışlarından çok etkilenmiştim. O an, biz insanların ‘‘yargılayan hayvanlar’’ olduğunu, buzdan sarkıta dönüşmüş haliyle görmüş ve çatık kaşlarda gerilip üzerimize fırlatılışına tanıklık etmiştim.

Dönüş yolunda, sessizdim ve ‘’Ma ev bajar û tax warê me ye?’’ sorusunu düşünüyordum. Çalıştığımız pamuk tarlaları, portakal bahçeleri ile çırçır, kereste, yağ ve demir fabrikaları geçiyordu gözümün önünden. Çıplak çocuk ayaklarının, her maç sonu kanayışları. Sadece tek bir koğuşta beraber kaldığımız 80 kişi ile neredeyse her şehirde doldurulduğumuz zindanlar. Ve elbette bağrımızı delip geçen keskin-soğuk bakışlar. Evet, bir coğrafyada doğup büyümek oralı olmaya yetmiyordu anlaşılan, aidiyet için biraz sevgi ve biraz da eşitlik gerekiyordu…

Kürkçüler cezaevine dönüş yolunda, ringin küçük penceresinden dışarıya bakan ama aslında gözlerindeki hareketsizlikten bambaşka bir diyara odaklandığını anladığım Apê Dedo da sessizdi. Belki Dicle’yi, Hewsel’i ya da Sur kûçelerini düşünüyordu. Belki de Lice’ye, yurduna gidiyor Xosor’da, Sisê’de, Licok’ta, Dêrxust’ta atıyla dolaşıyordu…

Bir ara aniden dönüp bana baktı ve ‘’Ez bi bavê te re li zîndanê mam, anha jî bi te re me, rojek ezê bi kurê te re jî bimînim- Ben babanla zindanda kaldım, şimdi ise seninle kalıyorum. Bir gün senin oğlunla da kalacağım’’ Bunu söyledikten sonra tekrar pencereye yöneldi ve sessizleşti. Ben, afallamış ve tam bir şeyler söylemeye yeltenirken O, tekrar dönüp bana baktı ve ‘’Na, na. Emê di demek nêz de bihevre derbikevin-Hayır, hayır. Yakın bir zamanda beraber çıkacağız’’ dedi. O an Apê Dedo’nun içinde fırtınalar koptuğu belliydi ancak bana, bu yeni yetme gence, içindeki fırtınayı yansıtmak da istemiyordu. ‘’Na Hevalê Dedo, emê bihevre derkevin û biçin Amedê-Hayır Dedo yoldaş beraber çıkacağız ve Amed’e gideceğiz’’ demiştim boğazım düğümlenerek.

Sözün, teselli etmek için sarf edildiğinde ağırlığı fark edilmiyordu. Zira öylesi anlarda acı, bu ağırlığı gölgede bırakıyordu…

12 yıl sonra,

kavurucu bir Amed yazında, küçük koğuş ya da yeni adıyla ‘’oda’’mızdaki aynadan sakalıma düşmüş bir kaç beyaza bakıyordum. Yirmisini hapishanede karşılamanın, dışarıya çıktıktan yıllar sonra tekrar tutuklanıp otuzunda da hapishanede bulunmanın hem öfkesi hem de hüznü vardı üzerimde. Lakin memlekette kalıp ısrarla konuşmaya devam etmek, temel olan hakların peşine düşmek , en iyi haliye cezaevinde sonuçlanıyordu. Kendini cumhuriyetin koruyucusu ve tek sahibi görenler ile onların hışmına uğrayan tarikatlar ve cemaatler, zulümden şikayet edip iktidara gelince zalimleşenler, taht sevdalısı zümrüt yüzüklüler, çetelesiz çeteler, muasır ile medeniyeti dilinde pelesenk edenler, birbirine selam dahi vermez ama söz konusu biz Kürtler olunca aynı sofrada buluşup yiyenler…

Adeta bize ‘’Ma ev bajar û tax ware me ye’’ sorusunu, bütün bir coğrafyada sordurtmak için canla başla çalışıyorlardı. Dolayısıyla yaptığımız her şey suç sayılıyordu. Eğer hiç bir şey yapmadan duruyorsak, bu da
son derece şüpheli bir duruma delalet ediyordu. Gardiyan, hastaneye götürülmek üzere beni çağırdığında, koğuş arkadaşım olan Karacadağ’lı genç Xebat, sakalıma bakarak ‘’spî li te hatiye-beyaz sana yakışmış’’ diye beni teselli ediyordu.

Rollerin artık değişmeye başladığını, gençlerin teselli ve övgü sözleriyle moral vermeye çalıştıkları orta yaş grubuna ilk adımımı attığımı o an anlamıştı. Hastanedeki sürecimiz bittikten sonra ring aracına alındık. Kavurucu sıcağın altında hareket etmeden bekletilince rahatsızlığımızı dile getirdik. Bir askeri yetkili, getirilecek başka bir mahkum daha olduğunu ve bu yüzden beklediklerini söylüyordu. Bir süre sonra kapılar art arda açılmaya başladı ve tam karşıma, yaşlı bir arkadaş oturtuldu. Daha da zayıflamış bedeni ve artık kamburlaşmaya başlamış beliyle bu yaşlı arkadaş bizim Apê Dedo’ muzdu!..

Yıllar sonra O’nu tekrar gördüğüm için sevinmemiş, kan ağlamıştım. Hem bunca yıldır bu lanet soğuk duvarların ardında kaldığını bilmek hem de o ince bedeninin artık yıpranıyor olduğuna tanıklık etmek çok ağır gelmişti. Hemen ellerini tutup nasıl olduğunu sormuş, O da yüzüme belli-belirsiz bakıp hastanedeki prosedürlerden ve rahatsızlıklarından söz etmeye başlamıştı. Beni artık hatırlamıyordu, sadece ellerini avucuna almış bir arkadaşa derdini anlatıyordu.…

Diyarbakır cezaevine dönerken hiç ayağa kalkmadığını ve pencereden dışarıya artık bakmadığını fark etmiştim. Oysaki burası O’nun war’ı-memleketiydi. Anlıyordum ki İnsan sınırlanınca, kilitli bir kapı ardında sayılı adımlarla yaşamaya zorlanınca, kendini ait hissettiği ve avucu gibi bildiği bir diyarda bile kayboluyordu…

Koğuşa döndüğümde gözüme çarpan aynayı duvardan indirmiştim. Birkaç beyaz telin verdiği hüzünden utanmış, Apê Dedo’nun canlılığını kaybetmiş yüzünü ve bükülmeye başlamış belini düşünür olmuştum. Onu ve onun gibi yüzlerce yaşlı-hasta insanı dışarı çıkaramamış olmaya, yıllarca, sanki cezaevlerinde hala binlerce insan yokmuşçasına, duvarın ardındaki yalancı maviliğe aldanışımıza kızmıştım. Oysaki aldanış ve unutuş, hiçliğe sürüklüyordu…Ardımızda kalanlara bakmadan ileriye attığımızı sandığımız her adım, bizi kendimizden uzaklaştırıyordu.

22 yıl sonra,

bir yaz arefesi ve sürgün ayazında, Egîdê Cimo’nun kavalının sesiyle Murat nehrinde yüzüyor, bir süre sonra Küçük Nemrut’a oradan da Sipan’a tırmanıp yüzümü Wan gölüne çeviriyorum. Ancak plak durup kavalın sesi kesilince, oturduğum pencere kenarından 17. Yüzyıl mimarisi binalarla sıralanmış taşlı sokağa baş aşağı düşüyorum. Vakitsiz ve gönülsüz ülkesinden ayrılmış her bir sürgün gibi memleketi kalbimde, geldiğim ülkeyi ise sırtımda taşıyorum. Bunun için girdiğim her kanalda batıyor, yürüdüğüm her kaldırımı çatlatıp ayaklarımı kanatıyorum….

Memleketten uzak ellere savrulmak için 40’lı yaşların pek de uygun olmadığını kendi kendime mırıldanıyorum. ‘’Biraz daha genç olsaydım, toprakla bu kadar yoğun bir bağ kurmasaydım, süsün, abartının ve statünün iticiliğini henüz keşfetmeseydim, kendi bahçemdeki otun aslında çok tatlı olduğunu henüz bilmeseydim belki yeni bir başlangıç yapabilirdim…’’

Yeni bir başlangıç… Sahipsiz kemikler, doğunun hüzünlü bakışları ve sınır telleri ile dalgalara takılmış düşler üzerine bina edilmiş soğuk bir diyarda, yeni bir başlangıç… Neredeyse her gün tekrarlanan ve özellikle de yastık altına konulan monologlar sonrası internetten havadislere bakıyorum. Telefonun ekranından bir parmak ucuyla sayfalarını çevirdiğim köşe yazıları ve özetler halinde sunulan haber akışına. Ve derken buzuldan ve volkandan iki dağı göğümde bir araya getiren o haber ile görüntüye denk geliyorum.

Askerler arasında, artık yürümekte zorlanan ve tümüyle bükülmüş beliyle Apê Dedo’nun haberine. Söz hükmünü yitiriyor, bulunduğum coğrafya, şikayet ettiğim koşullar, vicdan ve insaniyete dair ne varsa ruhumun üşüyen tarafında parçalanıyor. Anlam, Apê Dedo’nun atmaya çalıştığı adımlar altında eziliyor.

Yaşam, zamanın kırık ve keskin parçaları üzerinden yürütülerek barbarca kanatılıyor. İnsan görebildiği kadardır…Apê Dedo’ya bakıp bir suçlu görenler, kulağını kötü sözlere açık tutanlardır. Zira böyleleri hakikat ve güzelliği artık göremeyenler ve vicdanları kuruyanlardır!

Apê Dodo ve Sisê Ana’nın koluna kelepçe vuranlar, keyifleri istediğinde bir çete lideri ve onun kirli avenesini dışarı çıkarmak için meclisi seferber edenler, ancak sırf siyasi kimliklerinden dolayı sağlık sorunu olan nice mahpusa ise bu zulmü reva görecek kadar kin besleyenler, bilmeliler ki acının belleği vardır. Yaşanan her acı, geleceğe giden yolun siyah taşlarıdır. Ve o taşlar, asırlar ve nesiller de değişse durmaksızın kendi öykülerini anlatır…

Kaynak: Gazete Karınca