Amandine Gay: Kendine Ait Bir Hikâye

[ A+ ] /[ A- ]

Sibil Çekmen

Amandine Gay, çoklu kimliklerini, çektiği belgesellerin, yazdığı yazıların ve aktivizminin merkezine koyan, anonim doğum uygulaması ile dünyaya gelmiş ve beyaz bir aile tarafından evlat edinilmiş, kendini Afro-Feminist ve panseksüel olarak tanımlayan bir yönetmen. İlk belgeseli Ouvrir la voix (Speak Up, 2017) ile, Fransa ve Belçika’da yaşayan siyah kadınların, çok küçük yaştan itibaren sistematik olarak maruz kaldıkları ırkçılık, ayrımcılık ve şiddet sarmalını, yirmi dört cesur kadının tanıklıkları üzerinden ekrana taşımıştı.

Brezilya, Sri Lanka, Ruanda, Güney Kore ve Avustralya’dan Fransa’ya getirilip evlat edinilen beş insanın hikâyelerinden oluşan Une histoire à soi (A Story of One’s Own, 2021) adlı belgeseliyle ise Gay bu kez, uluslararası evlat edinmenin şeffaf olmayan ve evlat edinilen kişilerin bazı temel haklarını görmezden gelen pratiklerine dikkat çekiyor. Çocukların, ait oldukları kimliklerin dışında bir kimliğe sahip olan aileler tarafından yetiştirilmesinin beraberinde getirdiği zorluklara da değinen belgeseli izlediğimde, dinlediklerim farklı coğrafyaların hikâyeleri olsa da kendimi 1915 sonrası Müslümanlaştırılmış Ermeni çocuklarını ya da Dersim’in kayıp kızlarını düşünürken buldum. Belgeselin ilk bakışta görüldüğünden çok daha yaygın bir soruna yeni bir perspektif açtığını aklımda tutarak Gay ile, ‘Les écrans du doc’ adlı belgesel günleri için geldiği Fransa’nın Lyon şehrinde buluştum ve evlat edinilme, aktivizm ve sinema ilişkisi, iktidar ilişkilerini sorgulayan film çekme pratikleri üzerine söyleştik.

Türkçe’ye “Kendine Ait Bir Hikâye” olarak çevirebileceğimiz Une histoire à soi‘da Amandine Gay, tıpkı kendisi gibi evlat edinilip Fransa’ya getirilmiş beş insanın hikâyesini anlatıyor.

Öncelikle kendi hikâyenize ve tarihinize sahip çıkma isteği ve ihtiyacınızın, yazdığınız yazılar, çektiğiniz filmler ve düzenlediğiniz etkinlikler aracılığıyla politik bir mücadele yürütme ihtiyacına dönüşme sürecinden bahsedebilir misiniz?

Benim için “Şu olay sonrasında aktivizm yapmaya karar verdim,” demek mümkün değil. Ama şunu söyleyebilirim: Annem ve teyzemin sosyal ve sendikal mücadelelerde olduklarını görerek büyüdüm. Beni en çok etkileyen anlardan biri, teyzemi televizyonda, bir grevde elinde mikrofon bağırırken görmek oldu. Onlarla 1 Mayıs başta olmak üzere birçok eyleme katıldım. Herkesin sendikalı olmadığını, sosyal kazanımlar için mücadele yürütmediğini ve mücadelelerde kadınların her zaman en ön saflarda yer almadığını ileriki yaşlarda keşfedecektim. Halbuki bunlar benim için hayatın parçasıydı.

Kendi hikâyemi politik bağlamdan bağımsız düşünmek benim için imkânsız. Kendini sürekli kimliğinden dolayı saldırı altında hissetmenin zorluğundan kaynaklanıyor bu. Sandra Bland’in, George Floyd’un, Adama Traoré’nin ölümleri… Polisten kaçarken saklandıkları trafonun içinde ölen biri siyah biri Arap iki genç, Zyed Benna ve Bouna Traoré… Onlar yeğenlerim olabilirdi.

Beni en çok etkileyen anlardan biri, teyzemi televizyonda, bir grevde elinde mikrofon bağırırken görmek oldu. Herkesin sendikalı olmadığını, mücadelelerde kadınların her zaman en ön saflarda yer almadığını ileriki yaşlarda keşfedecektim.

Çalışmalarımda eylemliliğin (agency) de önemli bir yeri var: Kendim ve Dünya üzerinde bir etki yaratabilme kapasitesi. Evet, dünyada kapitalizm, emperyalizm, beyaz üstünlüğü, patriyarka gibi birçok baskı sistemi mevcut ama eğer örgütlenirsek, bunlara karşı mücadele edebiliriz ve ben, elimden geldiğince, bu sistemleri parçalarına ayırma sürecine katılmak istiyorum.

Son bir noktaya daha değinmek istiyorum: “Bilgi, güçtür.” Bir şeylerin farkına vardığımızda, bunları başkalarına nasıl aktarabiliriz? İşte bu noktada sinema devreye giriyor. Sinema benim için herkesin erişimine açık, halka hitap eden bir sanat dalı. Bazı sosyal ve politik konulara giriş yapmak için alan açabilen bir sanat. Beyaz bir aile tarafından evlat edinilmiş bir siyah olarak, kadın ve panseksüel olarak, toplumun kıyısında yaşadığım, ayrımcılıklara uğradığım bir hayat tecrübem var. Eylemliliği zaman içerisinde akademik araştırma, aktivizm, sinema ve genel olarak yaratıcı süreçler içinde bulabildim. Bugün, benim gibi insanları genel olarak yok etmeye çalışan bir sistemin içinde yaşayabilmemi sağlayan en nihayetinde bu: Kendi hikâyelerimizi anlatabilmemiz için alan açmak ve yaşadıklarımız üzerinden güçlenmek.

Bu yıl yayınlanan ve evlat edinilen kişilerin perspektifinden kimlik, aidiyet ve ebeveynlik konularını irdeleyen otobiyografik deneme kitabınız ‘Une poupée au chocolat’da (A chocolate doll), beyaz aileler tarafından evlat edinilen kişilere, tanıdık-tanımadık insanların sorduğu aile hikâyeleriyle ilgili soruların, kişiler üzerinde yarattığı “anlatımsal yük”ten bahsediyorsunuz. Belgesel projesi kapsamında hikâyelerini paylaşmayı kabul eden insanları bulmanız kolay oldu mu?

Günlük hayat bağlamında kullandığım “anlatımsal yük”, evlat edinilen kişilerin rızası olmadan, kamusal alanlarda, onlara yöneltilen sorularla ilgili. Bir de işin şu boyutu var: Evlat edinilme süreci o kadar şeffaf değil ki, çoğu zaman bu soruların yanıtlarını da bilmiyorsunuz dolayısıyla bu tarz sorular size hem sürekli evlat edinildiğinizi hem de kendi hikâyenizi anlatma şansından yoksun bırakıldığınızı hatırlatıyor.

Belgeselde yer almak için benimle iletişime geçen insanlar, zaten prensipte hikâyelerini paylaşmaya gönüllü insanlardı. Üyesi olduğum farklı oluşumlar üzerinden elimde çokça iletişim bilgisi vardı. Master tezimi hazırlarken yaptığım görüşmeler ve 2016 yılından itibaren düzenlediğim “Evlat edinilenler ayı” etkinlikleri sonrasında, azımsanmayacak sayıda evlat edinilmiş insan beni sosyal medyada takip etmeye başlamıştı. Proje için finansman aramaya başlar başlamaz, kullandığım farklı platformlar üzerinden, belgeselde tanıklıklarını paylaşmak isteyecek, 18-75 yaş arası insanlar aradığıma dair bir çağrı yaptım.

Tek başlangıç kriterimiz, insanların bolca kişisel arşiv görüntülerinin olmasıydı çünkü belgeselin anlatımını sadece bu görüntüler ve katılımcıların dış sesleri üzerinden kurmayı planlıyorduk. Yaptığımız 70 ön görüşmede, beşi gey olmak üzere sadece altı kişi erkekti. Fransa’da sayılara baktığımızda kız-oğlan çocuk evlat edinilme rakamları birbirine çok yakın. Bu rakamlar bize, heteroseksüel erkeklerin, hayat hikâyeleri söz konusu olduğunda kendilerine dönük bir düşünme pratiği sergilemeye, kadınlar ve gey erkeklere göre daha az hazır olduklarını gösterdi. Fakat filmde sadece gey erkeklerin tanıklığını kullanmak, evlat edinilen bütün erkek çocukların gey olacağına dair yanlış bir algı yaratabilirdi. O yüzden, daha fazla erkek ile ön görüşme yapabilmek için, yerel gazetelere ilan verdik. Sonuçta 17’si erkek olmak üzere toplam 93 kişiyle ön görüşme yaptık. Daha sonra seçim sürecinde şunları göz ettik: Kadın-erkek sayısı birbirine yakın olsun. Seçilen kişiler farklı ülkelerden ve farklı yaş aralıklarından olsun. Hikâyeleri birbirinden yeterince farklı olsun ama genel bir anlatım çerçevesi kurabilmemiz için aynı zamanda yer yer kesişsin.

Seçimimizi etkileyen bir başka faktör ise, arşiv belgelerinin çokluğu ve çeşitliliği oldu. İnsanların ve ailelerinin evlerine gidip fotoğraf albümü, video kasetler, çocukken çizilen resimler gibi belgeselde kullanabileceğimiz her türlü arşiv belgesini topladık. Bütün bu sürecin sonunda, belgeselde yer alacak beş kişiyi seçmiş olduk.

Belgeselde Mathieu şöyle diyor: “Neden ailelerimize karşı minnet duymamız gerektiğini anlamıyorum. Biz olmasaydık, onların da çocukları olmayacaktı.”

Bu büyük anlatıyı kurarken hangi konuları ana eksen olarak belirlediniz? Siz hikâyeniz ile filme dahil olmasanız da politik duruşunuzu yansıtabilmeniz için hangi soruların filmde yer alması sizin için kaçınılmazdı?

Filmi baştan sona kat eden birçok büyük soru var. Mesela uluslararası evlat edinme süreçlerinin üstüne kurulu olduğu adaletsiz iktidar ve sınıf ilişkileri. Kimlerin hangi şartlar altında evlat edinmeye erişimi olduğu çok önemli. Genelde üst sınıfa mensup insanlar, güvencesiz hayatları olan ailelerin çocuklarını evlat ediniyorlar. İtalyan arşivlerinde bulduğumuz ve belgeselde kullandığımız 1959 tarihli videoda, kirli, yüzüne sinekler konmuş İtalyan çocukların Amerika’ya evlatlık olarak gönderileceğini öğreniyoruz. Bugün bu tarz görüntüler, ancak Güney ülkeleri çocuklarının temsilinde karşımıza çıkıyor.

Filmde değinilen bir başka konu ise, çocukların rızası, çocukların şeyleştirilmesi. Evlat edinilen insanların statülerini sorgulamak önemli. Mesela Amerikalı bir askerin evlat edindiği küçük kızı basına tanıttığı siyah beyaz arşiv videosunu izlerken, korkmuş bir çocuk görüntüsüyle karşı karşıya kalıyoruz. İnsan kendine sormadan edemiyor: Bu küçük kıza acaba ne oldu? Bu bizi “minnet” konusuna getiriyor. Bu kız o askere kendisine sunacağı hayat için minnet duymalı mı? Belgeselde Mathieu şöyle diyor: “Neden ailelerimize karşı minnet duymamız gerektiğini anlamıyorum. Biz olmasaydık, onların da çocukları olmayacaktı.” Üzerine çalıştığımız konulardan biri aslında bu: Bakış açısını değiştirmek.

Tabii bir de “aile olma” meselesi var. Birden fazla ailemiz olabilir mi? Belgeselin karakterlerinden Anne-Charlotte’un, biyolojik babası kendisini bulduğunda onu hayatına dahil edememesi, duyduğu suçluluk duygusundan kaynaklanıyor çünkü toplumda bir insanın dört ebeveyninin olması kolay kolay kabul edilecek bir şey değil. Benzer bir şekilde, Niyongira da Ruanda’da bir ailesi olduğunu ve dolayısıyla yetim olmadığını, kendisini evlat edinen aileye söyleyemiyor. Ona acı çektiren, genelde evlat edinilen kişiler ile ilgili söylendiği gibi, terk edilmiş olmak değil. Sahip olduğu iki aileyi bir arada var edememek. Soykırımdan kurtulan amcası ise evlat edinme ajansına gittiğinde, kendisine yeğeniyle ilgili hiçbir bilgi verilmiyor. Sistemdeki bu şeffaflık eksikliği, tam bir zulüm.

Kendilerini evlat edinen ailelerle çok kaotik ilişkiler içinde olmuş olan kişilerin tanıklıklarını belgesele bu yüzden de dahil etmedik: Bizim açımızdan daha güçlü olan, çocukları evlat edinen ebeveynlerin onlara verecekleri tüm sevgiye rağmen, farklı güç dengeleri üzerine kurulu, şeffaf olmayan ve kötü yönetilen bir sürecin büyük acılara neden olabileceğini göstermekti. Önemli olan, sürecin politikleşmesi. Kamusal alanda, uluslararası evlat edinme süreçlerinin bu farklı boyutları hiç tartışılmıyor. Kültürel anlamda melez olan bizler için, fakir ailelerden gelip çoğunlukla orta sınıf ailelerde büyümek ne ifade ediyor? Bir gün biyolojik ailelerimizi bulursak, onlarla nasıl bir ilişki kurabiliriz?

Asimilasyon, zorla göç, sınıf meselesi, jeopolitik çıkarlar… Bütün bu konulara, belgeselde tanıklıkları yer alan insanların hikâyeleri üzerinden yer vermeye çalıştık.

Kitabınızda Audre Lorde’dan alıntı yapmış ve “efendilerin evlerini çökertmek” için araçlarımızı ve dilimizi yeniden tanımlamamız, hatta yeni araçlar ve yeni bir dil icat etmemiz gerektiğini, “efendinin araçları” ile kısa süreli kazanımlar olabileceğini fakat gerçek bir değişim elde edilemeyeceğini yazmıştınız. Bu yaklaşımınız, belgeseli çekerken sizi hangi estetik ya da anlatımsal kararlar almaya itti?

Enrico (kurgucu Enrico Bartolucci) ve ben, tanıklıklarını kaydettiğimiz bu beş kişinin hikâyelerini yeniden yorumladığımızın, kurgu aracılığı ile hikâyeleri yeniden kurduğumuzun farkındaydık. Bu yüzden katılımcılara, ilk ön kurguyu dinlettik. Mesela bir katılımcı için çok önemli olan bir noktayı kurguda kesmiş olabilirdik. Ya da söylemek istediği şeylerin, görüşmenin kurgulandığı şekliyle anlaşılmadığını düşünebilirdi. Sinema yapma pratiğimizde, katılımcılara gerçek bir alan açmaya çalışıyoruz çünkü içinde bulunduğumuz iktidar ilişkilerini sürekli sorguluyoruz. Her ne kadar onların filmin yapım sürecine müdahale etme marjının kısıtlı olduğunu bilsek de bu şekilde çalışmayı seviyoruz.

Benim için ‘efendinin araçları’nı reddetmek katılımcılara, olabildiğince, projeye müdahale etme hakkını vermek demek.

Film, aldığımız tüm kararlar doğrultusunda sonuçta bizim vizyonumuzu yansıtacak ama süreç içerisinde katılımcıların rızasını tekrar tekrar almaya özen gösteriyoruz. İnsanlar bize hayatlarını açıyor. Bu, bize büyük bir sorumluluk yüklüyor. Hele ki bu proje kapsamında, sadece kendileri değil, tüm aileleri söz konusu. Kurgu tamamlandığında, onlara kullandığımız bütün kişisel arşiv görüntülerini gösterdik ve belirli bir nedenle, gerçekten kullanılmasını istemedikleri görüntüler varsa söylemelerini istedik. En baştan itibaren düşüncemiz şuydu: “Proje tamamlandığında, kendinizi daha iyi hissedeceğinizi umuyoruz, daha kötü değil.”

İkinci özen gösterdiğimiz nokta da belgesel etrafında bir topluluk oluşmasını sağlamak oldu. Süreçte, tanıklıkları 19’a indirdiğimiz noktaya geldiğimizde, herkesi eve çağırdık. İnsanlar tanıştı. Daha sonra katılımcılar Paris’teki ilk gösterimlerin hepsine katıldılar. Diğer şehirlerdeki gösterimlere de ailelerinden insanlar geldi. Onların filmi sahiplenmesi benim için çok önemliydi.

Kısacası benim için “efendinin araçları”nı reddetmek, özellikle insanlar size hayatlarını açtıklarında, aranızdaki iktidar ilişkilerini sorgulamak ve onlara, olabildiğince, projeye müdahale etme hakkını vermek demek.

Biraz da gösterimlerden bahsedelim mi?

Ouvrir la voix’da zorlu gösterimlere kendimi hazırlamıştım çünkü ırkçılık, ayrımcılık gibi konulardan bahsediyorduk. Katıldığım yüz kadar gösterimden üç tanesi kötü geçti diyebilirim. Une histoire à soi’da oldukça gergin geçen gösterimlerin oranı daha yüksek oldu. Evlat edinen ailelerin bakış açılarının merkezini değiştirmekte bu kadar zorlanacaklarını açıkçası beklemiyordum. Sanırım bu, evlat edinilen kişilerin seslerinin henüz yeni yeni özgürleşmesinden kaynaklanıyor. Beni şaşırtan bir başka şey ise, gösterimlere gelen evlat edinilen kişilerin, hep gösterimin sonuna doğru söz alması oldu. O kadar duygulanıyorlardı ki, konuşmak için zamana ihtiyaçları vardı. Halbuki ilk belgeselin gösterimlerinde, film biter bitmez salondaki siyah kadınlar parmak kaldırıp hissiyatlarını, düşüncelerini paylaşmışlardı. Son olarak şunu ekleyebilirim: Bu film “aile olmak” üzerine ve seyirciler tartışma kısmında bazen çok özel, ağır hatta şiddet dolu hikâyeler paylaşıyorlar. Bunlara hazırlıklı olmak lazım.

İlk belgeseliniz Ouvrir la voix’nın yapım ve dağıtımını kendiniz üstlenmiştiniz. İkinci filminizin yapım sürecine bir ortak yapımcı ve dağıtımcı ile atıldığınızı biliyorum. Gerilla sineması olarak adlandırdığınız film yapma pratiğinden, bütçeli olan, çerçevesi daha net belirlenmiş bir film yapma pratiğine geçmek nasıl oldu?

Film şirketim Bras de fer’in ortağı ve her iki belgeselimin de kurgucusu olan Enrico Bartolucci ile bizi en çok zorlayan, film endüstrisiyle çalışmanın getirdiği bazı kısıtlamalar oldu. Mesela bütçeyi kesinlikle aşmamamız, filmi belirli bir tarihte teslim etmemiz bekleniyordu. İşin “en az ilginç” olan yanı ise, arthouse sinemadan pek de anlamayan yapımcılar karşısında pitching yapmak oldu. Özellikle de senaryo yazma alışkanlığı olmayan bizler için… “Sırf arşiv belgelerine ve görüşeceğimiz insanların dış seslerinin kullanımına dayanan, dolayısıyla dış sesin önceden metin olarak yazılamayacağı bir film yapmak istiyoruz,” dediğimizde sıkça aldığımız cevap, “Yapmak istediğiniz filmi göremiyoruz,” oldu.

Amandine Gay’in ilk filmi Ouvrir la voix‘ın (Speak Up, 2017) afiş çalışmasından.

Onun dışında, genel olarak süreç harikaydı. Filmin çalıştığım her aşamasında, emeğimin karşılığı olan ücreti aldım. Filmin bütçesi olduğu için bir sanat yönetmeni ile çalışabildik. Kurgu sürecinin sonuna doğru, hikâyenin o kadar içindeydik ki, bizim dışımızda birilerinin bakışına ihtiyacımız vardı. Bize anlatım ve arşiv kullanımı ile ilgili işe yarar öneriler getiren iki kurgucu ile üçer hafta çalışma şansını yakaladık.

Ortak yapım sürecine gelirsek: Belgeselin ortak yapımcılarından Charles Gillibert [1], şirketimizi kurarken bize yardım etmişti. İlk belgeselimiz gösterime girdikten sonra bizimle iletişime geçti ve bir ay sonra, Une histoire à soi’yı birlikte yapmak için anlaştık. Anlaşmanın temelinde iki şartımız vardı: Film üzerinde %50 hak sahibi olmak ve sanatsal ifade özgürlüğümüzü korumak. Charles bize hiç karışmadı ama panik anlarında, bizi rahatlatmak için hep yanımızda oldu.

Dağıtımcı konusunda da çok şanslıydık: Les films du losange, Fransa’daki en iyi belgesel dağıtımcılarından biri. Bizimkine çok yakın bir işleyiş tarzları var: Filmin konusuna uygun seyirci kitlesini gidip bulmaya odaklanıyorlar. Şirketin başkanı Régine Vial, süreçte yönetmenlere gerçekten eşlik eden biri. Çünkü çoğu zaman, dağıtımcıları filmin prömiyeri dışında görmezsiniz. Régine hem bizimle gösterimlere geldi hem de katılamadığı gösterimlerin nasıl geçtiğini öğrenmek için bizimle sürekli iletişim halinde kaldı.

Kısaca hem anlatımsal, estetik ve politik anlamda tam da yapmak istediğimiz filmi yapabildik, hem de alanda tecrübe sahibi olan insanlarla çalışma şansını yakaladık.

Bir çocuğun, ait olduğu kimliğin dışında bir kimliğe sahip olan bir aile tarafından yetiştirilmesi konusunu Türkiye bağlamında düşündüğümde aklıma, Ermeni Soykırımı’nda kurtulan ama hayatlarını ancak kendilerini Müslümanlaştıran Türk/Kürt ailelere dahil olarak idame ettirebilen Ermeni çocuklar, bir de 1937-1938 Dersim katliamı sonrası ailelerinden koparılıp subay ailelerine verilen çocuklar geliyor. Bağlamlar çok farklı olsa da bende sizinle Türkiye’den bir sinema dergisi için röportaj yapma isteğini uyandıran bu oldu sanırım.

Pek çok ülkenin tarihinde rastlıyoruz bu tarz uygulamalara. Arjantin’de, diktatörlük döneminde, muhalifleri öldürüp çocuklarını işkencecilerin ailelerine yerleştirmek alışılagelmiş bir uygulamaydı. Guatemala’da da oldu bu, Franco döneminde İspanya’da da. Çocuklar, kendilerini failin ait olduğu toplulukta büyümek zorunda kaldıkları bir durumda buldular. Bu konular son derece tabu olduğu ve hikâyeler aktarılmadığı için, gelecek nesiller kendilerini farklı travmalarla boğuşmak zorunda kaldı. Bu ülkelerde, birkaç nesil sonra, egemen kimliği taşıyan ama aile hikâyelerinde gölgede kalan birçok nokta olan kişilerle karşılaşmak çok olası.

Söyleşi sonrasında Amandine Gay’e önerdiğim, Türkiye’den birkaç belgesel: Nahide’nin Türküsü (Berke Baş, 2008), İki Tutam Saç: Dersim’in Kayıp Kızları (Nezahat Gündoğan, 2012), Hay Way Zaman: Dersim’in Kayıp Kızları (Nezahat Gündoğan, 2013), Diyar (Devrim Akkaya, 2013).

NOTLAR
[1] Yapımcısı olduğu filmler arasında: Aslı Gibidir (Copie Conforme, Yön.: Abbas Kiarostami, 2010), Vénus Noire (Yön.: Abdellatif Kechiche, 2010), Laurence Anyways (Xavier Dolan, 2012), Ve Perde (Clouds of Sils Maria, Yön.: Olivier Assayas, 2014), Mustang (Yön.: Deniz Gamze Ergüven, 2015).

Kaynak: Altyazı Fasikül