Ağrı’dan Ararat’a Ses Gider mi?

[ A+ ] /[ A- ]

Sezai Ozan ZEYBEK
BİA Haber Merkezi

Bize hikayeler gerekiyor, yüreğimizi yumuşatacak, vicdanımızı canlandıracak hikayeler. Galiplerin şişindiği mağlupların nefret biriktirdiği dilin dışında, olanların acısını paylaşabileceğimiz hikayeler. Aşırı nefret/ aşırı gururdan bizi sakınacak hikayeler.

Bu yazıyı 2009 Ağustos’unda Ermenistan’a yaptığım gezinin ardından yazdım. Sınırın açılması tartışmalarının en yoğun olduğu dönemde…
Daha Erivan haritasına baktığınız anda bir acının izlerine rastlıyorsunuz. Haritadaki mahalle isimleri Arabkir, Malatya, Maraş… Evini, yurdunu zorla bırakmak zorunda kalan bu insanlar yanlarına sadece eskiden yaşadıkları toprakların isimlerini ve kendi hikayelerini alabilmişler. Bize herkesin ailesinde oradan gelme birilerinin olduğu söylendi, herkesin anlatacak bir hikayesi var.

Türk olduğumuzu söyleyince önce şaşırıyorlar. Bir süre duraksıyorlar. Ardından sözleri dikkatle seçerek konuşmaya başlıyorlar, bizim kim olduğumuzu, bu konuda ne düşündüğümüzü anlamak istiyorlar. İşte en zor an bu belki de: Vatan, şeref, haysiyet, yüce ulus diye bağıranların arasından, yalanların arasından, kinin ve nefretin arasından, dağın bir yanından öte yanına kendi sesinizi duyurmaya çalışmak. Konuşmaya çalışıyorsunuz; ama kelimeler o kadar yüklü ki… Anlar o kadar kırılgan ki… O kadar çok bağıran var ki, siz ne kadar bağırırsanız bağırın o sesleri bastıramayacağınızı biliyorsunuz. Başka bir ses çıkarmak gerekiyor; bağırmadan, çağırmadan, bildiklerinizden emin olmadan, kibirlenmeden, beyanat vermeden karşıdakine değebilmenin bir yolunu bulmanız gerekiyor.

Kimi zaman bunu başarıyorsunuz. Kimi zaman devlet eksenli konuşmaların, koca cümlelerin, karşılıklı suçlamaların, inkarların, kalıplaşmış tekrarların dışında başka bir dilde konuşabilmek mümkün oluyor. Bunlardan bahsedeceğim. Ama çoğunlukla “devlet gibi konuşmak” etimiz-kemiğimiz haline gelmiş, ne yazık. İnsanları birbirinden uzak düşüren o dilden çıkılamadığı zamanlar kimse kimseyi anlamaya çalışmıyor. Acıların siyasetçilerin diline düşmesi ne kötü. Öyle olduğunda konuşmak acı veriyor, karşıdakini anlamaya değil, karşıdakinin sesini bastırmaya yarıyor anlatılanlar sadece.

“Dinlemeye geldik,” diyoruz. Sizi dinlemeye geldik. Basmakalıp cümlelerimiz yok, biz bize anlatılan yalanlardan sıkıldık da geldik. Biz, bizi zalimleştiren gururumuzdan, kahramanlıklarımızdan, kibirimizden sıyrılmak için geldik. Biz sizi dinlemeye geldik. Biliyoruz neler olduğunu, biliyoruz ulus devlet kuracağız diye bu toprağın bağrından milyonlarca insanın sökülüp atıldığını, biliyoruz Ermeniler’e yapılanın haksızlık olduğunu, biliyoruz bir buçuk milyon insanın bile bile ölüme yollandığını, biliyoruz yüz binlercesinin yollarda telef olduğunu, katledildiğini, biliyoruz bu kıyımın son derece sistematik şekilde tatbik edildiğini, sonuçlarının öngörüldüğünü, biliyoruz kızların, kadınların “paylaşıldığını”, kız çocuklarını “besleme” olarak (ya da isterseniz “kurtarmak için” diyelim), yanlarına alan Türk-Kürt ailelerin olduğunu, biliyoruz Ermeni namına ne varsa bu topraklardan kazınmak istendiğini… Hrant yeni öldü, acısı taze.

Birsürü sebep uydurmuşuz bunların neden olduğuna dair: “önce onlar başlattı; onlar daha çok öldürdü; onlar Ruslar’la birleşip bizi arkamızdan vurdu; yanlışlıkla oldu; çöle bir buçuk milyon insan sürdük ama orada hastane yapmıştık, iyi niyetliydik; bu bir askeri manevraydı, savaş koşulları altında mecbur kalındı vs.” Siz bu açıklamalardan istediğinize inanın; ama sebepler ne olursa olsun hiçbir şey bana ölenleri açıklamıyor.

“Devlet gibi konuşmayı bırakmak” derken de tam bunu kastediyorum işte. “Zalim Türk, hain Ermeni” demeyi belki bir an için bırakıp, başka bir şekilde temas edebilmemiz gerekiyor. Biz bunu size nasıl yaptık? Türkiye’de de milyonlarca can Kafkaslar’dan, Balkanlar’dan kaçtı da geldi, bunu bize nasıl yaptılar? Bunu birbirimize nasıl yaptık? “Nasıl?” diye sorarken sosyo-politik açıklamalar peşinde değilim. Nasıl? Nasıl yapabildik? Nasıl oldu da düşmanlıktan beslendik, besleniyoruz.

Bize de yapıldı sonuçta, diye var olanı hafifletmek için söylemiyorum bunları. Ermenistan’da cümleye böyle başlayamıyorsunuz zaten, böyle başlanmaması gerekiyor. Önce Ermeniler’e hakkını vermemiz gerekiyor: “Siz hala bizim başsağlığımıza gelmediniz.” diyor Vartges. Gözlerimiz doluyor. Masadaki 5 kişi karşılıklı ağlamaya başlıyoruz. Koca koca insanları tek bir cümle birleştiriyor, tarih araştırma komisyonlarından, belgelerden, münazaralardan çok daha etkili bir şekilde bir diğerinin rahmetine bırakıveriyoruz kendimizi. “Dedelerinizin tüm yaptıklarını sırtlanamazsınız siz,” diyorlar; sırtımızı sıvazlıyorlar. Onlar da bizi üzdüklerine üzülüyorlar. Ayrılırken sıkı sıkı sarılıyoruz. Gözlerimiz kırmızı. Her şeye rağmen buruk bir sevinç var içimde. Biz, yani bu topraklarda oradan oraya kaçmak zorunda kalmış, telef olmuş insanların torunları, biz, yani hepimiz, olan bitenlerle başka türlü halleşmenin yollarını bulabiliriz, buna gücümüz var. Benim acımda senden bir parça var, senin acında benden…

Fakat ne yazık ki Türkiye’de zihnimiz Orta Asya ile başlayan kahramanlık hikayeleri ile bulanmış, 3 kıtaya hükmetmekten başımız dönmüş, toprak fethetmekten, dünyaya barış götürdüğümüzü tekrarlamaktan gözümüz kararmış. Hala Ermeniler’e yaptığımıza üzülemiyoruz, yüreğimizi zehirlemişler, hala ama hala Kürtler’i kovmaktan, kesmekten bahsedenler var. Ermeni demek bir küfür bu topraklarda, siyasi muhterisler mesela Abdullah Gül’e saldırmak için bunu kullanmadılar mı yakın zamanda? Abdullah Gül “katiyen” deyip Türklüğünü ispata çalışmadı mı?
Nasıl konuşuruz? Nasıl anlarız karşıdakini? Nasıl anlarız kendimizi? Açık konuşayım: Biri bana o dönemin siyasi olaylarını, koşulları, zorunlulukları terennüm etmeye başladığında içim sıkılıyor. “Biz yapmasaydık onlar yapacaktı.” deniyor temel olarak. Zalimliğin açıklaması var yani. Akıl yürütüyoruz olanlar hakkında. Olmamış olanlar üstünden, olabilecek olanlar üstünden sonuçlara varıyoruz. Ne diyelim, doğrudur, onların milliyetçiliği kötüdür, bizimki iyidir. Açıklamalar vicdanları karartıyor. Sebep düzmekten olan bitenin dehşetini düşünecek vaktimiz oluyor. Durmadan izah ediyoruz. Bir durabilsek üzülmeyi başaracağız belki de. Sağı solu, onu bunu, dünyayı suçlamayı bırakıp Türk-Alman ortak yapımı bir soykırımın sorumluluğunu üstlenebileceğiz.

Bize hikayeler gerekiyor, yüreğimizi yumuşatacak, vicdanımızı canlandıracak hikayeler. Galiplerin şişindiği mağlupların nefret biriktirdiği dilin dışında, olanların acısını paylaşabileceğimiz hikayeler. Aşırı nefret/ aşırı gururdan bizi sakınacak hikayeler. Burada hissettiklerini sese dönüştüremeyen insanlar var; büyük tarihsel tezleri olmayan; ancak bu işte bir terslik olduğunu sezen insanların sesleri. Ermenistan’dan duyulmayan sesler. Kayserili Leyla Abla’nın zamanında yukarı mahallesinde Türklerin, aşağı mahallesinde Ermenilerin yaşadığı taş evlerle dolu köyü Tavlusun’da dediği sözler var mesela. Yukarı mahallenin dağa bayıra doğru serpilmesine karşın aşağı mahalledeki evlere neden kimsenin yerleşmemiş olduğu sorulunca: “Hamile kadınların saçlarından sürüklenerek çıkartıldıkları evler, sonra kimi nasıl kabul etsin?” diye cevap veren Leyla Abla’nın sesi.

Mesela Fethiye Çetin’in anneannesi var. “O günler gitsin, bir daha geri gelmesin”, diyen anneanne Heranuş, diğer adıyla Seher. Küçük bir kızken kaçırılıyor. Kaçırılmasa yollarda ölecek, ailesinin hemen hepsi yollarda ölüyor. Yıllarca bir başka kimlikte, bir başka isimde yaşayan anneannesinin hikayesini torunu Fethiye Çetin anlatıyor.

İnsana başka bir yerinden değiyor bu sesler, bu hikayeler. Vicdanımızı canlandıramazsak hem bizler hem Ermeniler içimizdeki zehirden kurtulmayı başaramayacağız. Sınırı açmakla, milli maç yapmakla, gençlerin yan yana fotoğraf çektirmesiyle bu pislikten arınamayacağız.

Pislik, zehir, kir derken aklıma Hrant geliyor. “Kirli kan” meselesine bozulup Hrant Dink’i vuran o cahili, o katili geçtim; okuduğunu anlamayı başaramayan, anlamamayı seçen savcılar, hakimler geliyor aklıma. Tuhaf ülke burası, karşıdakini anlamaya çalışmaktan vazgeçmişlerin ülkesi. Yıllarca 20 kelime Kürtçe konuşmayı öğrenememiş milyonlarca “Türk’ün” yaşadığı bir ülke. Hitler’in kitabını çok satanlar listesinde görebileceğin; ama Abdullah Öcalan gibi son 30 senedir Türkiye siyasetinin öyle ya da böyle parçası olmuş bir adamın tek cümlesini okumamışların ülkesi. Karşıdakine değmekten korkanların, karşıdakini bilmeye tenezzül etmeyenlerin ülkesi. Özür dilemeyenlerin, üzülemeyenlerin, üzüntülerini sadece öfke olarak ifade edebilenlerin ülkesi.

Sadece biz böyle değiliz, bilirim.