Açılım ve İnkarcılık

[ A+ ] /[ A- ]

Ragıp ZARAKOLU
Evrensel Gazetesi

İnkarcılık ve çözümcülük, yani bir çeşit devekuşu politikası, ne yazık ki Türkiye’de önemli sorunlarda temel davranış biçimi olmuştur. Bu kemikleşmiş tavır sorgulanmadan ve terk edilmeden, bizce hiçbir sorunda gerçek bir “açılım” sağlamak mümkün değil.

I

İnkarcılık ve çözümcülük, yani bir çeşit devekuşu politikası, ne yazık ki Türkiye’de önemli sorunlarda temel davranış biçimi olmuştur. Bu kemikleşmiş tavır sorgulanmadan ve terk edilmeden, bizce hiçbir sorunda gerçek bir “açılım” sağlamak mümkün değil.

Sanki inkar, bir sorunun varlığını ortadan kaldırıyormuş gibi…

Örneğin, Türkiye Cumhuriyeti’nin kıdemli başbakanlarından ve bilmem kaçıncı cumhurbaşkanı olan Süleyman Demirel’e göre 1970’lerde, “milliyetçiler suç işlemez!”di. 1990’larda ise bu söylem, “devlet suç işlemez”e dönüştü.

Ve nihayet 2009 yılında Bay Demirel, “Devlet, devlet politikası olarak adam öldürür, bu cinayet değildir, diğeri cinayettir” diyerek, inkarcı mantığı son derece net bir biçimde sergiledi.

Dolayısıyla, devlet politikası gereği bir halk, binlerce yıl yaşadığı bir coğrafyadan sökülüp atılabilir. Bu “soykırım/jenosid” değildir.

Bir iç savaş ortamında bu söylem kullanılırsa, bu söylem iç savaştaki taraflardan birini cesaretlendirmek anlamına gelir.
Bir soykırım için kullanılan inkarcı söylem, yeni soykırımları cesaretlendirmek demektir.

İç savaş mı, o ne demek? 1975-80 yılları arasında asla bir iç savaş yaşanmadı!

‘90’lı yılların “devlet suç işlemez” söylemi ise 1993-99 yılları arasında yaşanmış olan “Kirli Savaş”ı meşrulaştırmak anlamına geliyordu.

Kararlar ise zaten peşinen verilmişti. 1968-80 yılları arasında yaşananların sorumlusu “sosyalistler”dir (eski TCK 141-42, 312, 159).

1984-99 yılları arasında yaşananların sorumlusu ise Kürtler, özel olarak Kürt sosyalist ve yurtseverleridir (eski TCK 125, 141-42, 312, 159, TMY).

Tıpkı 1915 olayının sorumluğunun Ermenilere ve özellikle Ermeni devrimcilerine yüklenmesi gibi (Bk: Osmanlı hükümetinin 1916 tarihli Fransızca açıklaması).

Bütün bu dönemlerin olgu ve kişilerini anmak, onlarla ilgili yazılar yazmak ise “suçu ve suçluyu” övmektir ya da kurucu babaların anısına hakarettir (yeni TCK 215, 5816 nolu kanun).

Resmi politika, sorunu kabul etmek ve yaraları sarmak yerine, sorunu inkar etmeye ve unutturmaya dayanır.
Bunu zor kullanarak sağlayabilirsiniz, ama dünyayı buna zorlayamazsınız.

Onlar çıkarları gereği ve nezaketen, bunu çok da mesele yapmazlar.

Ama biraz “tuhaf” olduğunuzu da kafalarından geçirirler.
Bu Ermeni soykırımı meselesi için de geçerlidir, ki Türkiye’deki zora dayalı tasfiye politikaların önemli bir başlangıç noktası da zaten bu olgudur.
İnkar, aynı zamanda tasfiyeciliğin potansiyel olarak sürdürülebilirliğini içerir.

II

Çeşitli dünya parlamentolarında alınan Ermeni soykırımı gerçeğini kabul eden kararlar, Türkiye’de soykırım inkarcılığını da yeni adımlar atmaya itti. Özellikle 2000 yılında Fransız Senatosu’nun 1915 Ermeni soykırımı gerçeğini onaylamasından sonra, “agresif inkarcılık” denen bir politika izlenmeye başlandı.

Fransız Senatosu’nun, Ulusal Meclis’in ardından Ermeni soykırımı olgusunu bir yasa ile kabul etmesi, o dönemdeki Ecevit-Bahçeli koalisyon hükümetini bazı yeni karşı adımlar atmaya itti:

a) TBMM’de bazı alternatif yasa teklifleri hazırlandı. Buna göre ‘Ermeni soykırımı bir gerçektir’ demek “suç” olacaktı. Cezayir savaşında yaşananlar “soykırım” olarak nitelenecek, bunun inkarı bir “suç” olacaktı. Dolayısıyla Batı’ya, “Siz bizim ‘kirli geçmişimizi’ açarsanız biz de sizin sömürgeci kirli geçmişinizi açarız” mesajı verilecekti. Bu bir çeşit şantaj politikası idi.

b) Özellikle Almanya’ya karşı, “Türk diasporasını seferber ederiz, sorun yaşarsınız” mesajı verildi. Bu da tehditkar bir mesajdı. Yani “Kendi ülkenizde sorun yaşarsınız” denilmek istendi. Bu zaten daha önceden başlatılan, Doğan Özgüden’in deyimiyle “kriminal lobiciliğin” daha sistematik biçimde sürdürülmesi anlamına geliyordu. Ermeni anıtlarının tahribi (Lyon, Londra vd. yerler), Ermeni ve Kürt işyerlerine ve kurumlarına yönelik saldırılar (Brüksel), Talat Paşa yürüyüşleri (Berlin), provokatif konferanslar (İsviçre) bu politikanın bir parçası idi.

c) En üst düzeyde bir komisyon kuruldu: “Sözde Ermeni Soykırımı İddiaları ile Mücadele Komisyonu.” Bu komisyonun başkanı MHP lideri ve Başbakan Yardımcısı Bahçeli oldu. Bu komisyonda Genelkurmay, İçişleri ve Dışişleri bakanlıkları, MİT temsilcileri de yer aldı. Ve bu komisyon, MGK’ya bağlı olarak çalışacaktı. Böylece, Ermeni soykırımı inkarcılığı, TC’nin milli güvenlik politikalarının temel konulardan biri haline getirildi.

d) Eğitim alanında, genç kuşakların, “kötü etkilerden” korunması için “susku” politikası terk edilerek, ders kitaplarına konuya değinen ve Ermenileri suçlu gösteren kısımlar eklendi.

e) Gerek öğrencilere gerekse devlet çalışanlarına yönelik özel eğitim seminerleri düzenlendi.

f) Genelkurmay’ın hazırlattığı “Sarı Gelin” adlı filmin CD’leri, Milli Eğitim Bakanlığı’na teslim edilerek, öğrencilerin izlemeleri sağlandı. Böylece Ecevit döneminde kurulan özel komisyonun Erdoğan döneminde de devam ettiği anlaşıldı.

g) Üniversiteler peş peşe inkarcı konferanslar düzenlemeye yöneltildi.

h) İnkarcı kitapların basımına destek sağlanarak, bunların kitap raflarını işgal etmesinin önü açıldı. Böylece, gerçeği anlatan az sayıda kitabın dağılması kısmen engellendiği gibi, konuya ilgi duyan okurların Ermeni konusundan yorgun düşmesi, bıkkınlık duyması da sağlanmış olacaktı.

Türkiye’de Ermeni soykırımına ilişkin kitapların çok olmasa da yayınlanmakta olması, tabunun kırılmaya başlaması, aydınların bu konuya değinmeye başlaması, resmi tarih çevrelerinde özellikle 2005 yılında, 90. yıl vesilesiyle bir çeşit panik ve alarm havası yarattı.

Büyük kaynaklar ayrılarak, bir zamanlar Kürt sorununun inkarı ile görevli YÖK elemanları, inkarcı ve intikamcı bir söylemle konferanslar düzenlemeye başladı. Destekli ulusalcı yayınlarla birlikte, İnkarcı yayında bir patlama oldu. Kitapçı rafları adeta işgal edildi. Büyük kitabevlerinde, Ermeni sorunu reyonları bile oluştu.

Agresif inkarcılığın ilk kurbanı Hrant Dink oldu. Onun vurulduğu yıl, aynı zamanda inkarcı yayınların tavana vurduğu yıldı.

Geçmişin eski düşünce suçlusu bir profesör, “kesin çözüm” olarak, nüfus mübadelesinden, yani Kürtlerin kendi yurtlarından zorla göç ettirilmesinden söz edebiliyor.(*)
Ve şimdi, İstanbul’da yine kapılara işaretlerin konduğu günlere geldik.

(*) “Bu tür çözümlerin ilk bakışta ne denli hoyratça, hatta trajik olduğunu en iyi bilen, bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin Balkanlar ve Kafkaslar’daki etnik temizliklerden kopup Anadolu’ya sığınmış olan aileleridir. Eğer bu cumhuriyet de ayakta kalmak için nüfus mübadelesi gibi kökten ve acıklı çözümlere başvurmak zorunda kalırsa, bilinmelidir ki böyle bir trajedinin günahı, etnik kimlik mikrobunu çileli Anadolu halkının içine tekrar sokan ve bölücülük tehdidiyle başka etnik haklar koparıp yeni bölünmelerin kapısını açmaya çalışanların olacaktır. İçtekiler ve dıştakiler bunu böylece bilmelidirler.” (Mümtaz Soysal, http://www.bcp.org.tr/mumtaz-soysal/kesin)