1908 Grevleri’nden 1909 1 Mayısı’na

[ A+ ] /[ A- ]

Temmuz 1908 devrimini izleyen günlerde ülkenin dört bir tarafında grevler başladı. 1906’da Abdülhamid istibdadının en koyu günlerinde grevler yapmış olan Cibali Tütün Fabrikası işçilerinin Temmuz’un son günlerinde başlattıkları grev 14 Ağustos’ta kazanımla sona erdi. Bu 1908 grev dalgasının ilk habercisiydi. Ağustos’un ilk yarısında Dersaadet Liman, Paşabahçe Şişe Cam, İzmir Liman, İzmir Çarmado Halı Fabrikası, İncir Kutu İmalathanesi, İstanbul Tramvay, Samsun tütün işçileri, İstanbul’da gazete mürettipleri ve Rumeli’de çeşitli işletmelerde çalışan işçiler grevdeydi.

Ağustos ortalarından itibaren, başta ücret artışı ve daha iyi iş koşulları talebiyle başlayan, büyük işletmelerdeki çok sayıda işçiyi kapsayan grevler, grev dalgasının kabararak sürdüğünün habercisi oldu. Anadolu-Bağdat Demiryolu işçileri, İstanbul ve İzmir Tramvay Şirketleri işçileri, Şark Demiryolları Kumpanyası, Sirkeci Şimendifer Fabrikası işçileri, Selanik Dedeağaç Demiryolu işçileri, Yedikule Şimendifer Fabrikası işçileri, Aydın-İzmir Demiryolu işçileri, Selanik Sigara Fabrikası işçileri, yine Selanik’te Sigara Kağıdı, Tütün, Tuğla, Bira Fabrikaları işçileri Ağustos 1908 boyunca grevdeydi.

Eylül başlarında bunlara Selanik Telgraf İdaresi memurlarının, ticarethane ve mağaza çalışanlarının, Kazlıçeşme deri işçilerinin, Havagazı Şirketi işçi ve memurlarının, Kavala’da 12 binden fazla tütün rejisi işçisinin grevleri eklendi. Eylül’ün ikinci yarısında yeni grevler başlarken, şubelerinde süren grevler yaygınlaşarak tüm işletmeyi felce uğrattı.

Ağustos ortalarından beri huzursuzluk içinde istemlerinin kabulünü bekleyen Anadolu-Bağdat Demiryolu işçileri, şirketin istemlerini kabul etmemesi üzerine 14 Eylül’de yeniden greve başladı.

18 Eylül’de Şark Demiryolları grevi patlak verdi. Aydın-İzmir hattında, grev tüm Eylül boyunca ve Ekim başlarında aralıklarla sürdü. Demiryolları grevlerine Eylül sonlarında Beyrut-Şam-Hama Demiryolu Hattı işçileri de katıldı.

Eylül sonlarında kıpırdanmalarının bir patlamayı çoktan haber verdiği kömür ve maden havzalarından peşpeşe grev haberleri gelmeye başladı. Zonguldak Ereğli Kömür Havzası’nda Ergani Bakır İşletmeleri’nde Balya Karaaydın Simli Kurşun İşletmesi’nde işçiler greve gitti ve olaylar patlak verdi.

Yine Eylül sonları ve Ekim başlarında Deniz İşletmesi işçilerinin eylemleri greve dönüştü. Şirket-i Hayriye makinistleri, tayfaları ve memurlarının başlattığı grev, diğer yerlerde görüldüğü gibi üzerlerine asker göndererek zorla dağıtıldı.

Eylül sonlarında Hasköy Tersanesi işçileri ve Şirket-i Hayriye Fabrikaları işçileri greve çıktı. İstanbul, İzmir ve Selanik’te tramvay işçilerinin grevleri Eylül ve Ekim’de de birbirini izledi. Bu önemli ve büyük grevler dışında Eylül ve Ekim 1908’de mağaza çalışanlarından otel garsonlarına, temizlik işçilerinden yazmacı esnafına, mürettiplerden Adana Pamuk Fabrikası, Hereke Dokuma Fabrikası, Varna Ticaret İşletmeleri personeline kadar çeşitli işyerlerinde grevler görüldü.

Temmuz-Ekim 1908 grevlerine katılan işçi sayısını kesin olarak hesaplamak güç olsa da çeşitli kaynaklardan derlenen bilgi ve verilerin değerlendirmesi grevlere katılan işçilerin sayısının 100 bini bulduğunu hatta geçtiğini gösteriyor.

En önemlileri demiryolları, tramvay şirketleri, havagazı ve su şirketleri, tütün rejileri gibi ağırlıklı olarak Alman ve Fransız sermayeli işletmelerde patlak veren, bu özelliği ile doğrudan ve kendiliğinden yabancı sermayeye karşı gelişen 1908 grevleri, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC) özgürlükçülüğü kadar milliciliğinin de denek taşı oldu.

Özgürlükçülüğün, işçilerin hak ve özgürlüklerinde sona ereceği, milliciliğin ise emperyalist baskı ve bağımlılıklıları aşamayacağını gösterdi.

1908 grevleri sırasında, Osmanlı işçileri istibdadı yıkıp hürriyet ilan eden İTC kadrolarına güveniyorlardı. Meşrutiyet’in ilanından sonra İTC’nin siyasal iktidara resmen ve açıkça el koymuş olmaması, işçi kesimlerindeki bu yanılsamayı pekiştirmiş, çoğu eylem sırasında işçiler istem ve şikâyetlerini İTC’ye duyurmaya çalışmışlar, onun müdahalesinden ve desteğinden medet ummuşlardı.

1908 grevleri boyunca, grevci işçilerin kamuoyuna yayınladıkları bildirilerde “istibdat fikirlerinin mahvıyla adaletin icrası İTC Cemiyettim teşekkül esası ve mukaddesi vazifesi olmakla… ali mercilerinden hürriyet, adalet ve müsavatı fiilen hükümran kılmasını talep ve istirham eyleriz” türünden ifadelere sık sık rastlanır. Kimi zaman da, İTC’li aracılara güvenilerek eylemlerin sona erdirildiği görülür.

Ancak, Ağustos’tan itibaren yaygınlaşan grevlerin yarattığı ilk şaşkınlık geçer geçmez. Hükümet, grevcilerin üzerine asker göndererek özellikle yabancı sermayeli büyük şirketlerde patlak veren grevleri emperyalist baskıların da etkisiyle sert bir şekilde bastırma yoluna gidince, işçilerin güven duyduğu ve medet umduğu İTC’nin, işçilerin yanında değil de hükümetin ve yabancı sermayenin yanında yer aldığı ortaya çıkmaya başladı.

Grevlere Karşı Kanun
Ekim başlarında (8 Ekim 1908) alelacele çıkartılan “Tatil-i Eşgal Kanun-u Muvakkati”, can sıkıcı grevleri ve işçi eylemlerini engellemek isteyen yabancı tekellerin ve Hükümetin ortak belgesi olduğu kadar İTC’nin de onayına sahipti. Bir süre sonra bu yasayı daha da ağırlaştıran yine İTC olur.

II. Meşrutiyet’in ilanından sonra kabaran grev dalgasının yerli ve yabancı sermaye çevrelerinde yarattığı şaşkınlık ve huzursuzluk, o güne kadar sürekli küçümsenmiş ve çalışanlar arasında ikinci sınıf işçi olarak kabul edilmiş Müslüman tebaadan işçilerin de grevlere kitlesel katılımıyla perçinlenince, yabancı ve yerli sermayeyi korumanın ve devleti kurtarmanın yolu bir kez daha yasakçılıkta arandı.

O günlerde çeşitli gazetelerde çıkan yazılar, devlet ve hükümet yetkililerinin açıklamaları egemen güçlerin psikolojilerini ortaya çıkartmak açısından ilginçtir. 5 Eylül 1908 tarihli Sabah gazetesinde, Le Temps gazetesi İstanbul muhabirinin bir haberiyle birlikte, gazetenin ilgili yorumu yer almakta, bu yorumda şöyle denmekteydi:

“Kanun-ı Esasî’nin ilanından beri henüz bir ay kadar zaman geçtiği halde, sosyalizm burada da dahil oldu… Sosyalizm fikrinin sirayetini tahsil eden amele grubu, burada büyük bir cemiyet teşkil etmemektedir. Fakat şurası gariptir ki burada Avrupa’nın amele grubu gibi muhtaç ve sefil bir ahali olmadığı halde, sosyalizm fikri amele arasında intişar eylemektedir… Sosyalizm, ihtiyacı çok kazancı az olan Avrupa amelesi arasında taammüm edebilir (umumileşebilir). Kanaatkar Osmanlı amelesi arasında o gibi fikirler taammüm edemez.”

İkdam gazetesinde 16 Eylül’de çıkan bir yazıda da şu görüşler işleniyordu: “İki ay evveline kadar, saahifı matbuata (matbaa sayfaları) geçirilmediği için grev kelimesinin ne olduğu bilinmediği gibi, grev dediğimiz halet, yani terk-i eşgal dahi mecburen gayrı vaki idi. Grevler adeta bir illeti müstevliye halini aldı. Grev yalnızca şirket ile amele arasında tahaddüs eden (meydana gelen) bir ihtilaf olmakla kalmaz. Memleketin ahval-i iktisadiyesi üzerinde tesir yapar…

Bundan maada, memleketimizde mevcut cesim sanayi ecnebi sermayesiyle vücuda gelmiştir. Demek ki grevler, dolayısıyla itibarı malimiz üzerinde tesir icra eder. Şirketlerin hisse senedadı düşer.”

Yine aynı günlerde, İstanbul Ticaret Odası Gazetesi grevlere karşı çıkan bir yazısında “yerli amelenin ecnebi amele seviyesinde olamayacağını” yazıyor, ve “Seviyesi, haklarını müdafaa ve muhafazadaki kudretleri bizimkilere kat kat faik olduğundan, yerli amelenin politika manevracılarına kolaylıkla kapılacakları derkâr (malum) bulunduğundan, ecnebi amele derecelerinde mütalibatta bulunmaları gayrı caizdir” diyordu.

İTC’nin “amele meselesindeki görüşü” ise İttihat ve Terakki Gazetesi’nde yayınlanan, “Patronlar ve Ameleler” yazısında bütün açıklığıyla ortaya konmaktaydı:

“…Fabrika, ticarethane sahipleri hükümete karşı mükellefiyetlerinin fevkinde olarak amelelerine karşı da ağır bir yüke tahammül edecek olurlarsa teşebbüse vazedecekleri sermayenin mutad kazancını temin edemezler. Bu da kendilerine keder ve ümitsizlik anz olmasını, teşebbüslerinin tatilini intaç eyler (sonucunu verir) ve memleketin iktisadî terakkisini durdurur… Halbuki bu gün patronun kuvveti ne derece ise ameleninki de ondan aşağı değildir. Bilakis pek çok hususlarda kanunun gayrı meşru himayesi sayesinde, bazı memleketlerde patronlar amelenin istibdadına mahkûm olmaktadırlar… Biz bu hususta sahip ve salim olan serbesti politikasından sapmamayı hem iktisadî kaideler, hem memleketimizin umumi ahvali nokta-i nazarından daha muvafık gördük… Memleketin iki büyük sınıfı olmak istidadım gösteren sermayedar veya patron sınıfıyla amele sınıfının yanlış mülahazalar neticesi yekdiğerine zararlı addedilen menfaatlerini telif eylemek icab eder. Şu son iki ay zarfında vuku bulan bazı müfrit muamelelerin önünü almak için gerek tatil-i eşgale ve gerekse sendikalara dair neşredeceğimiz misallerle amelelerin selahiyet derecelerinin neden ibaret olacağını göstermekliğimiz iktiza eder ve patron selahiyet hakkını tecavüz edince bu hareketinin cezasını -ki tabii bir tazminattan ibaret olacaktır-göreceği gibi amele de aynı suretle mesul olması lazım gelir. Yoksa bazı kimselerin talep ve iddia ettikleri veçhile sosyalizme adım atacak olursak her vakitten ziyade emniyet bahşetmeye mecbur olduğumuz sermayedarları korkutmuş oluruz.”

8 Ekim 1908’de alelacele hazırlanarak Meclis’e bile sevk edilmeden Heyet-i Vekile (Bakanlar Kurulu) kararıyla iki gün sonra yürürlüğe giren Tatil-i Eşgal Kanun-ı Muvakkati, işçi-işveren ilişkilerini, grev, sendika ve toplu sözleşme sürecini düzenleme görünümü altında “kamu hizmeti gördükleri” gerekçesiyle demiryolları, tramvay ve liman işletmeleri, su ve havagazı şirketleri, Dûyun-u Umumiye ve Reji İdarelerine bağlı işçilerin grev yapmalarını yasaklıyor, yasaklamakla kalmayıp ağır para ve hapis cezaları getiriyordu. Aynı şekilde, bu türden işyerlerinde sendikalaşma yasağı getirildiği gibi yasanın çıkarılmasından önce kurulmuş sendika ve cemiyetlerin dağılması da öngörülüyor, her türlü iş anlaşmazlığında Ticaret ve Nafıa Nezareti zorunlu, hakem ve arabulucu kılınıyordu.

1908 Tatil-i Eşgal Kanun-ı Muvakkati yalnız “umuma müteallik hizmet ve şirketlerde çalışanları” kapsıyorsa da, gerçekte tüm işçi hareketine indirilmiş bir darbeydi. Üstelik 1908 grevlerinin en yoğun yaşandığı, işçi sınıfının görece en bilinçli ve örgütlü kesimlerinin bulunduğu işyerlerinin hemen tümü “umuma müteallik” sayılabilecek nitelikteydi.

Yasanın yürürlüğe girmesinin hemen ardından işçi eylemlerinde ve grevlerde belirgin bir gerileme başladı. Ekim’in ikinci yansında yasa kapsamına girmeyen işyerlerindeki grevler de giderek seyrekleşti, 31 Mart (13 Nisan 1909) olaylarının ardından ilan edilen sıkıyönetim döneminde çıkarılan ve “Kanun-ı Muvakkatin”, yerini alan Tatil-i Eşgal Kanunu’yla “hizmet-i umumiye” kavramının kapsamı genişletilerek ve yasaklar şiddetlendirilerek işçi hareketi ve örgütlenmesi daha ilk adımlarında kıskıvrak bağlanmaya, engellenmeye çalışıldı.

Kaynak: www.1mayis.info