Sayat TEKİR
“Gelin önce birbirimizi anlayalım…
Gelin önce birbirimizin acılarına saygı gösterelim…
Gelin önce birbirimizi yaşatalım.”
Hrant Dink
Hrant Dink yazmaya ilk olarak 90’lı yıllarda Ermenice yayımlanan günlük Nor Marmara gazetesinde ‘Çutak’ (Keman) rumuzuyla, Ermeni tarihine ilişkin Türkiye’de çıkan kitapların eleştirileriyle başladı. Şu anda O’nun yazdığı bir kitabın eleştirisini yazmak bu bağlamda bir taraftan onur verici olurken diğer taraftan 19 Ocak 2007’nin karabasanı altında bir o kadar da can sıkıcı.
Aslına bakarsak Hrant Dink bir gazeteciden farklı olarak fikir ve eylem insanıydı. Her hafta yazdığı köşesinden 100 yıllık kangrenleşmiş sorunları olan iki halka seslenirdi. Her ne kadar “Türkiyeliyim… Ermeniyim… İliklerime kadar da Anadoluluyum” dese de, televizyona her çıkışında konu ne olursa olsun O, Ermenileri temsil eden pozisyonda olurdu. Belki de bu yüzden Ermenilere olan nefretin bizatihi muhatabı oluyordu. Ermenilere karşı olan tüm nefret ‘Ermeni gazeteci’ Hrant Dink’e yöneliyordu. Sonrasını biliyoruz… Koruyamadık onu…
Hrant Dink’in yükü de ağırdı bedeli de. Belki soykırımda ölenlerin, belki “kılıç artıklarının”, belki diaspora Ermenilerinin belki de hepsinin mirasını sırtında taşıyordu. Yükü ağır mı ağırdı ama Hrant ahparig de kafasına koyduğunu yapardı. Onun sözünün bu güçlü etkisi basit bir ikna kabiliyeti ile açıklanamazdı. Karşısındakinin düşüncesine saygı duyan, anlamaya çalışan ve kendini onun yerine koyan bir dili vardı. Anadolu insanının ruhu vardı O’nda, özü bir sözü birdi, coşkuluydu. Hrant ahparigdi işte!
Hrant Dink’in karakteri, hayatı ve fikirleri ayrıca öldürülmesi ve öldürülme şekli, toplumun farklı kesimlerden binlerce kişiyi 23 Ocak 2007’de gerçekleşen cenazesinde buluşturmuştur. Son altı yılda ise, her 19 Ocak farklı kesimlerin birbirleriyle dayanıştığı bir kardeşlik gününe dönüşmüştür. Öte yandan 19 Ocak’larda gösterilen dayanışma ne yazık ki 20 Ocak’larda yerini toplumsal hafızanın yitimine ve duyarsızlığa bırakmıştır. Hrant Dink’in devam eden cinayet davası sürecinde ısrarlı bir kalabalığın çabasına rağmen bu kalabalık sönümlenmiş ve toplumsal duyarlılık birçok davada olduğu gibi azalmıştır. Ülkede azmettiricisinin devlet olduğu birçok cinayet ve zorbalık toplumsal muhalefetin desteğini yeterince kazanamamış ve dayanışma kültürünü yaratamamıştır.
“Kitapsız yazarın” kitabı
Kendini “kitapsız bir yazar” olarak tanımlayan Hrant Dink’in ilk kitabı olan ‘İki Yakın Halk İki Uzak Komşu’ TESEV Dış Politika Programı’nın projelerinden biridir. Kitabın önsözünü yazan Etyen Mahçupyan’ın bize aktardığı; projeye başlarken Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin boyutlarını ele alan, aynı zamanda Türk-Ermeni ilişkisine ve sorunların çözümüne bakan ‘soğukkanlı’ bir metin olması planlanırken, Hrant Dink’in coşkusu ve düşüncelerini eğip bükmeden, olduğu gibi yazması projenin istikametini değiştirmişti. Yine Mahçupyan’ın bize aktardığına göre projedeki bu istikamet değişikliğ, metnin rafa kalkmasına ve yayımlanmasının ertelenmesine neden olmuştu. Bu erteleme, kitabın basılmasını ne yazık ki Hrant Dink’in aramızdan alındığı 19 Ocak 2007’den sonraya, Haziran 2008’e bırakmıştı. Hrant Dink Vakfı’nın yayımladığı kitap vakfın da ilk göz ağrısıdır.
‘İki Yakın Halk İki Uzak Komşu’da Hrant Dink, Agos ve BirGün’deki köşe yazılarına benzer yalın bir dil kullanarak, tarihin, uluslar arası ilişkilerin ve politikanın soğuk terimlerine karşın kendine has samimi dilini kitabına da yansıtmıştır. Okuyanın bam teline değen ‘İki Yakın Halk İki Uzak Komşu’, Türk-Ermeni ilişkilerine giriş niteliğinde bir kitap olmasının yanı sıra Türklere ve Ermenilere barışı ve uzlaşmayı anlatan bir kitaptır. İki tarafın da derdini anlayan, iki tarafa da dert anlatan Hrant Dink, Ermeni Soykırımı gibi tarihin en çetrefilli konusuna bile olanca coşkusu, umudu ve karşısındaki anlayan üslubu ile çözümü sunmaktadır: “Ermeni Soykırımı konusunda şu gerçeği bir kez daha özetlemekte yarar var: Türkiye’nin bugün önündeki problem ne ‘inkâr’ ne de ‘ikrar’ sorunudur. Türkiye’nin temel sorunu ‘idrak’tır. Aslolan, Türk toplumunun tarihsel gerçekliğin farkına varmasıdır. Bu da ancak Türkiye’deki demokrasi mücadelesinin gelişmesiyle mümkün olur. İdrak sürecinde ise Türkiye’nin ciddi bir şekilde alternatif tarih etüdüne ve bunun için de demokratik bir ortama ihtiyacı var. İdrak sürecini yaşamakta olan bir toplumun bireylerine içeriden inkârı ya da dışarıdan ikrarı siyasal baskılarla ya da yasalarla dayatmak, benzer bir işgüzarlıktır. Böylesi bir yöntem, idrak sürecine indirilecek en büyük darbedir. İdrak edilmemiş bir inkârın veya ikrarın hiç kimseye yararı olmaz…”[1]
Üç bölümden oluşan kitap hâlihazırdaki Türkiye-Ermenistan arasındaki ilişkisizlik durumunu, bu ilişkisizliğin tarihi ve ekonomik arka planını anlatmaktadır. Bunun yanı sıra kitapta Türk-Ermeni ilişkisizliği ile Soykırım gibi tarihi konulara Hrant Dink’in önerdiği çözümleri görmekteyiz. Ayrıca kitabın ekler bölümünde Hrant Dink’in “Ermeni Konferansı” diye medyada adlandırılan olaylı ‘İmparatorluğun Çöküş Döneminde Osmanlı Ermenileri: Bilimsel Sorumluluk ve Demokrasi Sorunları’ başlıklı konferanstaki konuşması ile TBMM AB Uyum Komisyonu ile Dışişleri Komisyonu’nun TBMM binasında ortaklaşa gerçekleştirdiği, ‘Ermeni Sorunu’nun ele alındığı toplantıda yaptığı iki konuşma da bulunmaktadır. Özetle ‘İki Yakın Halk İki Uzak Komşu’ Türk-Ermeni ilişkileri üzerine fikir sahibi olmak isteyenler için birebirdir.
Hrant’tan bize kalan
Hrant Dink’ten bize kalan yazılarından ya da Agos’tan daha fazla bir şeydir. Susmamaktır. Herkes sussa bile susmamaktır, hakikati anlatmaktır. Hrant Dink’ten bize kalan mücadeledir. Devlet aynı Hrant Dink cinayetinde olduğu gibi işçilere, halklara, öğrencilere, LGBT’lere yapılan her saldırının faillerini korumak ve semirtmek için tüm imkânlarını seferber etmekte, gücünü devletten alan faşistler ise bu toprakların “ötekilerine” saldırmaktan çekinmemektedir. Öte yandan toplumsal muhalefet güçleri hükümetin bin bir türlü baskısıyla uğraşmakta ve 1980 sonrası daralan muhalefet, toplumsal duyarlılığı yaratamamaktadır. Toplumsal duyarlılığın yaratılmadığı, ülkedeki tüm ezilenlerin kendi dertlerine düştüğü ve birbirleriyle dayanışma kültürünün olmadığı bir toplumda, tüm bu zorbalıklara maruz bırakılanlara kalan tek şey ise yalnızlıktır! Sistemin dayattığı bu yalnızlığın kırılması ve her türlü zorbalık, sömürü ve tahakkümden arındırılmış bir Dünya için tek yolu birlikte mücadele etmektir!
1- A.g.e. Sayfa: 63