Selim SEZER
Nor Radyo
2009 başlarındaki Davos zirvesinde Türkiye Başbakanı Tayyip Erdoğan’ın İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Perez’e karşı aldığı tavır, beklenmedik bir gelişme olmakla birlikte münferit bir olaydan fazlasıydı. Türkiye, dış politika çizgisinde bir değişikliğe gidiyordu ve bazı kesimlerin beklentisi, dış politikanın önceliğinin Arap-Müslüman halklara verileceği, geleneksel müttefiklere sırt çevrileceği yönündeydi. Oysa durum farklıydı.
“Eksen kayması” olduğu iddia edilen strateji değişikliğinin birkaç nedeni vardı. Bir yandan, yıllardır kapısında beklediği Avrupa Birliği’nden ümidini kesen Türkiye, bu bloğun bir parçası olarak kalmayı istemekle birlikte bunu “bölge liderliği” konumuna yükselmiş bir şekilde yapmayı, kendini bu şekilde kabul ettirmeyi deniyordu. Diğer yandan 2008 yılında patlak veren ve finans-kapitalin Batı’daki tüm merkezlerini sarsan Mortgage krizi, Türkiye kapitalizmini yeni pazarlar aramaya itmişti. Öncelikli hedef bir süredir nüfuz edilmeye başlanmış olan, fakat hâlâ bakir denebilecek olan Ortadoğu ve Körfez pazarıydı.
Aynı süreçte uluslararası arenada bir başka önemli gelişme yaşandı: ABD Başkanlığı’na seçilen Barack Obama, selefi George Bush’un sürekli savaş konseptinin yerine bölgedeki müttefikleri üzerinden, “sivil” hegemonyaya dayalı yeni bir emperyal siyaseti seçti. Bu doğrultuda Mısır ve Türkiye’ye özel bir rol biçildi; Obama’nın Müslüman dünyada ilk ziyaretlerini bu iki ülkeye yapması tesadüf değildi.
On yıllardır Arap dünyasına sırtını dönmüş Türkiye’nin böyle bir misyon üstlenmesi kolay olmayacaktı. Bunun ilk ve vazgeçilmez unsuru, İsrail’e meydan okumaktı. Erdoğan’ın Davos’taki “one minute” çıkışıyla Obama’nın Başkanlık yeminini etmesinin hemen hemen aynı günlere denk gelmesi tesadüf değildi. Türk hükümeti bir yandan İsrail’le en azından görüntüde didişme içine girerken, diğer yandan Müslüman komşularıyla ilişkilerini yeniden yapılandırdı.
Bu yeni dönem politikasının en iyi somutlandığı yer, Suriye’yle olan ilişkilerdi. Bir biri ardınca gelen ticaret anlaşmalarıyla ikili ticaret hacminde patlama yaşandı, sınırlar fiilen kalktı ve Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Anlaşması’yla Türkiye ve Suriye’nin bölgedeki en yakın dostlar arasında yer aldığı tescillendi.
İlişkilerin hayli gelişkin bir noktada olduğu bir anda, Mart 2011’de Deraa kasabasında çocuklara işkence yapılmasının ortaya çıkmasıyla başlayan muhalefet hareketi Ankara’da şok etkisi yarattı. Mısır ve Tunus’taki hareketleri söylemsel düzeyde desteklemekte bir beis görmeyen hükümet, yakın dostu Esad rejiminin sarsılmaya başlaması karşısında önce sessiz kaldı, arkasından bir süre ikili oynadı. Sonrasında ise, Esad’ın kısa süre içinde devrileceğine kanaat getirerek, bölgesel hegemonya politikasına uygun bir şekilde, Esad’ın yerine geçeceğini düşündüğü muhalefeti destekleme kararı aldı. Böylece geri dönüşü olmayan bir yola girdi.
Bununla birlikte içinde solun, çeşitli seküler grupların ve PYD dâhil Kürt partilerinin bulunduğu demokratik muhalefetin Türkiye tarafından desteklenmesi imkansızdı. Bu nedenle Türk Dışişleri, muhalefetin içinde kendisine yakın olan grupları desteklemeye ve onları muhalefetin “tek temsilcisi” konumuna getirmeye çalışmaya başladı.
Yıllardır Suriye dışında yaşayan, Türkiye’de ve Körfez ülkelerinde ticaretle uğraşan, Müslüman Kardeşler’e yakın orta burjuvaziden tüccarlardan oluşan “Suriye Ulusal Meclisi” bu yüzden “İstanbul Meclisi” olarak anılır oldu. Bir sonraki aşama ise, içinde Katar ve Suudi Arabistan’ın yerel uzantılarının da bulunduğu silahlı gruplara para, silah ve lojistik desteği sağlamak oldu.
Türkiye hükümeti artık bu yoldan geri dönemezdi ve bölgesel planlarını hayata geçirebilmesinin yegane yolu, rejimin düşmesi ve kendisine yakın bir iktidarın kurulmasıydı. Bunun için tüm yollar denendi. Kofi Annan’ın başarısız olacak olan barış planından en fazla rahatsız olanlardan birisi Türk hükümetiydi, zira rejim değişikliğinden başka herhangi bir sürecin yaşanması, Türkiye’nin kaybetmesi demek olacaktı.
3 Ekim akşamı Akçakale’ye düşen top mermilerinin halktan 5 kişinin ölümüne neden olmasının arkasından Suriye’ye karşılık verilmesi ve ertesi sabah yetki tezkeresinin TBMM’den alelacele geçirilmesi, bu süreçte gelinen son noktadır. Ancak tezkerenin geçmiş olması, kapsamlı bir savaşa giriliyor olmasıyla aynı anlama gelmez. Türkiye, son 25 yıl içinde pek çok defa, diğer komşularıyla da benzer süreçleri yaşamıştır. Diğer yandan böyle bir girişim pek kolay da olmayacaktır. Pentagon’un “sıcak çatışma beklemiyoruz” açıklaması, “bizden destek beklemeyin” diye okunabilir – ki Amerika’nın Suriye’yle savaşa hevesli olmadığı giderek netlik kazanmaktadır. Dünyanın dört bir yanından “itidal” çağrıları arka arkaya gelmektedir. Keza pek çok AKP kurmayı, Türkiye içinde de böyle bir girişimin arkasında ciddi bir toplumsal destek bulamayacaklarının, hatta bu maceranın hükümetin sonunu getirebileceğinin farkındadır.
Kanımızca tezkerenin pratikteki amacı ve uygulaması, sınırın diğer tarafında bir tampon bölgenin kurulması olacaktır. Böylelikle, “sınır güvenliği” ve “insani yardım koridoru” adı altında bir yandan rejime karşı savaşan gruplara daha geniş bir alan verilebilecek, diğer yandan kuzeydeki fiili Kürt oluşumunun önü alınmaya çalışılacaktır. Konjonktür Türkiye’nin böyle bir girişimde bulunmasına da izin vermeyebilir. Ancak tezkerenin hayli geniş tutulan kapsamı göz önüne alındığında hiçbir ihtimal sıfır değildir ve Türkiye hükümetinin “gemileri yakmayacağının” garantisi yoktur. Her durumda ve amaçlanan ne olursa olsun, tezkereyi fiilen devre dışı bırakacak bir toplumsal muhalefet hareketi hayata geçirilmelidir.
Bitirirken bir şerh de düşelim. “Suriye krizi”nden bahsederken, onlarca aktörün içinde olduğu son derece karmaşık bir meseleden söz ediyoruz ve içinde bulunduğumuz bu anda bile, özü itibariyle enternasyonal bir nitelik taşıyan bu meseleye “iç politika” penceresinden bakmaktan imtina etmemiz gerekir. Elbette Ankara’nın politikaları kapsamlı bir eleştiri ve teşhirin parçası olmalıdır. Ancak Washington, Paris, Doha, Riyad, beraberinde Moskova, Pekin, Tahran ve nihayet, bütün bu olup bitenlerde birinci derecede sorumluluğu olan Şam’ın politikaları da benzeri şekilde eleştiri ve teşhirin parçası olmalıdır. “Suriye’yle savaşa hayır” sloganının yanına “Suriye’de iç savaşı durdurun” sloganı da eklenmek zorundadır. İç savaşın durdurulması ise, savaşan taraflardan sadece birini kınayarak yapılamaz.