1915: Bu Acı Hepimizin Değil

[ A+ ] /[ A- ]

Serhat UYURKULAK
Birdirbir Dergisi

Merhamete değil, adalete ihtiyaç var…

Şükür ki şimdiye kadar yakınımda pek fazla ölüme şahit olmadım. Fakat bulunduğum hemen hemen her taziye evinde benzer bir sahneyle karşılaştım. Evde keder neredeyse elle tutulur hale gelmişken bir anda gözyaşlarına boğulan, merhumu mezarından kaldırıp geri getirmek isteyen, hatta mezara onun yerine girmek istediğini söyleyen bir kişi her zaman vardı. Esas kaybı yaşayan acılı ailenin şaşkın bakışları altında sorup soruşturulduğunda, birkaç kişinin ancak tanıdığı, çok uzak bir akraba, üstünde bir çeşit vicdan yükü taşıyan, kendini merhuma maddi veya manevi borçlu hisseden mahçup biri olduğu anlaşılırdı bu ‘rol çalan’ şahsın. İşin en tuhaf kısmı ise merhumun yakınlarının kendi dertlerini unutup bu şahsı iyi hissetirmeye çalışmaları olurdu. Onlar için asıl azap işte bu vicdanı sızlayan kişiyi avutmak zorunda kaldıklarında başlardı.

Ben alnı ve vicdanı ak biri olmayı, öyle de yaşamayı çok isterim. Bunun için elimden geleni hasbelkader yapıyorum ama bunu ne kadar becerebiliyorum, onu bilemem. 24 Nisan yaklaştıkça sosyal medyada ve daha başka birçok mecrada karşımıza çıkan ‘Bu Acı Hepimizin’ girişiminin metninde geçen bir ifadeydi bu ‘alnı ve vicdanı ak’ insanlar olmak. Girişim, 1915’te Osmanlı tebası olan Ermenilere yapılanların insanlığa karşı işlenmiş bir suç olarak kabul edilmesi gerektiğini söylüyordu. Ayrıca metni kaleme alanlar ‘insanlığın asli değerleri temelinde birleşen’ bizleri, 1915’i bu ülkede yaşayan herkesin ‘ortak acısı’ ilan etmeye çağırıyordu.

Acaba cehenneme giden yol sahiden iyi niyet taşlarıyla mı döşeli? Örneğin ben, hayatımı alnı ve vicdanı ak biri olarak sürdürme gayesiyle 1915’i aynı zamanda kendi acım olarak sahiplensem, Ermenilere ‘sizin yaşadıklarınızın benim de acım olduğunu düşünüyorum’ desem nasıl bir karşılık alırım, hiç kestiremiyorum. Çünkü farkındayım ki, istesem de istemesem de, soykırımı (siz dilerseniz ona tehcir veya Büyük Felaket deyin) gerçekleştiren siyasetten kopmayı değil onu sahiplenmeyi seçmiş bir cumhuriyetin kayırdığı asli unsurun bir mensubuyum. Kendimi böyle hissetmesem dahi tarihsel ve yapısal olarak böyleyim.

Bu durumu kabullenmek elbette zor fakat hadisat bazen iradeyi aşar. Biz ‘hepimiz,’ o dönemin yönetici seçkinlerinden ve hatta sıradan insanlarından ne kadar farklı olduğumuzu düşünürsek düşünelim, bu fazla bir şey değiştirmez. Dahası, ne kadar barışçıl ve ortaklaşmacı olursa olsun, barışın ve ortaklığın ancak adaletle sağlanabileceği bir durumda bireysel iyi niyet ve vicdan esas meseleyi çözmeye yetmez. Niyetlerin ötesinde, olan biteni tanımaya ve adalete ihtiyaç var. İyi yürekli insanların, ‘ötekilerin’ sırtını dostça sıvazlamak dışında fazla bir anlam taşımayan merhametleri ne yazık ki gerçek adaletin yerini tutamaz.

Devasa bir taziye evini andıran bu ülkede kurbanlardan kendilerinden başka herkesi, özellikle de rahatsız vicdanları rahatlatıp avutmaları bekleniyor. Bu yüzden, ‘Bu acı hepimizin değil, Ermenilerin acısı’ demekten kendimi alamıyorum. Böyle söylemek sanmıyorum ki beni duygusuz biri yapsın veya insanlıktan çıkarsın. Aksine, yurttaşı olduğum ülkenin topraklarından sökülüp atılmış, malını mülkünü kullandığım, evlerine yerleştiğim, servetlerinden istifade ettiğim bir halkın hiç değilse acısını da sahiplenmemek daha insani bir tutum bana göre. İhtiyaç duyulan şey moda tabirle empati yapmak değil, ne kadar ağır hatta kabul edilmesi zor da gelse, yaşananların sorumluluğunu üstlenmek ve adaletin yerine gelmesi için çalışmak. Hem madem 1915 hepimizin acısı, niçin bunu hissetmek ve bu kadar yüksek sesle söylemek için Hrant Dink’in katledilmesini bekledik, bunu da çok merak ediyorum.