Sarkis HATSPANİAN
Mayıs ayı başlarında Pontus asıllı bir dostumdan gelen mektupta “Atina’da yayınlanan Yol adlı sol görüşlü gazete 20 Mayıs 2011 tarihli baskısında, 1915-1923 döneminde Rumlar ve Ermenilerin durumu ile ilgili Türkiyeli yazarların görüşlerinden bir ek yapıyor. Bu toprağın insanı olarak bu eke bir yazı ile görüşlerini bildirerek katılman mümkün mü?” diyen iletisinde yer alan üç öğe yüreğimi acıyla dağlayanlardan olduğundan önerisini hemen kabul etmem, konudan çok daha fazla asıl bu üç neden yüzünden olduğundan, o öğeler hakkında yazmayı istedim. Bu nedenlerden ilki, yazının yayınlanacağı Yol adlı gazetenin sol görüşlü olmasıydı, ben de solcuydum, okuyucularla politik aynılığım, isterseniz yakınlığım da diyebilirim, beni manen hem rahatlatıyor, hem de kendimi daha insani, sıcak ve samimi bir ortamda hissetmemi sağlıyordu demem doğru olur.
İkinci neden, konunun “1915-1923 döneminde Rumlar ve Ermenilerin durumu ile ilgili” olmasıydı. Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük imparatoru, Makedonyalı Alexandre’ın(1) adını taşıyan ve Elenler tarafından M.Ö. 333’te ilk kurulan şehir Alexandrette(2) doğumlu bir Ermeni olmam dahi, irdelenmesi önerilen konu için yeterli bir sebep sayılırdı, yani konu tam da benim konumdu desem yalan söylememiş olurum, inanın.
Ancak üçüncü ve belki de benim açımdan en önemli sayılan neden, “gazete Türkiyeli yazarların görüşlerinden bir ek yapıyor” temelinde bana öneriyi ulaştıran dostumun “Sen de bu toprağın insanı olarak” demesiyle, aslında “demek isteyip de söylemediğinin” benim değil onun bilinçaltında yatan nedenlerin çok ciddi yaşamsallıkta olmasıydı bitabii!.. Bu ise bana yeter de artardı bile, “söz uçar, yazı kalır” sözüne verdiğim değerle kalemi elime aldım.
Doğup büyüdüğüm topraklardan henüz rüştümü ispat etmemişken, 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesinin mağduru olarak terk-i vatana zorlanmamla başlayan «heimatloss» yaşamım itibariyle, Avrupa’da politik mültecilik yıllarımdan bugüne dek, yani tam 31 yıldır ‘Türkiyeli’ değilim. Elenlerle Ermenilerin mezarları bile olmayan milyonlarca şehidinin kanları üzerinde 1923 yılı 29 Ekiminde kurulduğu varsayılan “T.C.”yi de meşru değil, kesinlikle gayr-ı meşru sayanlardanım. Ailem Batı Ermenistan, benim Kilikialı oluşum, vücudumun ve beynimin her hücresiyle duyup-hissettiğim ve bu dünyada hiç ama hiçbir gücün benden zorla alıp-çalamayacağı, paha biçilmez bu değerlerin pek zengin ve tertemiz dünyasında kendi ideallerim uğruna ölmeye hazır olarak yaşamaya çalışan bir insan oğlu insanım işte!
Her şeyden önce insan, ama bir de feleğin tokadını yemiş Ermeni halkının evladı olma halim itibariyle, içimde hep bir kavrukluk, hep dışlanmış, hakir görülmüş, ezilmiş olmamın verdiği dayanılmaz acıyı sessizce yüreğine gömerek “yaşamayı” yeğleyen soydaşlarımdan farklı olarak, adalet, özgürlük, eşitlik, demokrasi, yani insanı insan yapan erdemlerden benim payıma düşeni de, her ne pahasına olursa olsun mutlaka elde etmeye yeminli, düşüncelerim uğruna mücadele etmekle amaçlarıma ulaşmaya kararlı olan inatçılardanım. Onun için de, hemcinslerimden farklı olarak, becerilmesi zor sanılan nosyon ve anlam yüklü bir görevi üstlenmek zorunda olduğumun bilincindeyim ve bu “ateşten gömleği” derimi yakıp-acıtsa da giymeye, haçımı gönüllü olarak omuzlayıp yoluma devam etmeye çabalıyorum. Varoluşçuluğa inanan bir aydınım ve ‘kimileri’ istemese de bu dünyada var olduğum için kendimi “çağımdan sorumluyum”(3) diyen azınlıktan sayıyor ve insanca, yani ben ben olarak yaşamak istiyorum!
Komünist ve dramaturg Bertolt Brecht’in, ne bağlamda söylediğini bilmediğim, ama yürekten katıldığım tanımında «Sanat boktur!» diyebilme medeni cesaretini göstermişliğine duyduğum hayranlık, söylenenin insanoğlu tarafından yapılmış en kısa tanımlama olması dışında, bu denli az ama öz, bu kadar doğru bir söz olması nedeniyle, önünde şapka çıkarılması gereken bu olguyu aklımdan hiç çıkarmadan “yaşamak güzel şey be kardeşim!” diye düşünenlerden biri olduğum iddiasındayım. Bu böyle olduğu için de “1915-1923 döneminde Rumlar ve Ermenilerin durumu ile ilgili” yazmak-yazabilmek sorunsalına B.Brechtvari “bomboktur” diyerek işin içinden çıkmayı yeğlemek dururken, benim söyleyebileceklerimden eminim çok daha isabetli bir doğrulukla yetinmek pek cazibeli bile olsa, ben sol ideolojinin değerlerini taşıma iddiasında olan “Türkiyeli” insanların beyin ve yüreğinden geçen nedir tam olarak bilemediğim halde, gözlemlerim temelinde onlarca “gözardı edilen” en önemli mesele hakkında, coğrafik adı Elence “Doğu” veya “Güneşin doğduğu yer” anlamını taşıyan Anatole’nin çok barbarca bir medeniyetsizleştirmeye uğratılmasıyla ilgili birkaç tesbitte bulunmak istiyorum. Ancak, ilkin gelin Arapçası medeniyet olan, Türkçede uygarlık şekliyle kullanılan kelimenin «bir toplumun, bir ülkenin, maddi ve manevi varlıklarının, fikir, sanat çalışmalarıyla ilgili niteliklerinin tümüne verilen ad» olduğunu hatırlamak, nesne ile özneyi, nesnel ile özneli tanımlamayı denemekle sözümüze başlayalım. Konunun öznesini oluşturan Elenlerle, onların Anatole olarak adlandırdığı “doğu”nun en doğu sınırlarında yaşayan Ermeni halkının bu coğrafyada bilinmez zamanlardan günümüze ulaşan eşine az rastlanır uygarlıklar kurmuş olduğu insanlık tarihi tarafından en ince ayrıntılarıyla kaydedilmiş ve bilinmektedir. Anatole, yani bu iki uygarlığın, Elen ve Ermeni halklarının ülkeleri arasında yer alan genişçe bölgede yaratılan bu çok zengin uygarlık, günümüzde 21. yüzyıl insanını bile hayran bırakmakta olup, uygarlık tarihinin birçok ilkinin bu toprakların nüfus kütüğüne kayıtlı olmasını da sağlamıştır.
Söz konusu edilen özne Elen ve Ermeniyken, nesne de onlarca yaratılan bu uygarlıktır işte! Bu coğrafyanın doğusunda Ermeni yüksek platosuyla, güney-batısında Akdeniz kıyılarındaki Kilikia’da Ermenistan krallıkları İpek Yolu’nun kuzey-güney-doğu ve batısında insanı ve toprağı işleyip, geliştirerek biri birinden ileri süreğen uygarlıklar yaratıp-yaşatırken, Elenler başta Atina merkezli anavatan Ellada(4) olmak üzere, Ege’nin doğusunda Smyrnia(5) merkezli İonia, kuzey-doğuda Konstantinopolis(6) merkezli Bizans ve kuzey-doğuda Trapezunt(7) merkezli Pontus İmparatorluğu’yla beraber insanlık adına medeniyet yaratıyor, geliştiriyor ve yayıyordu. Tarihin, her tür bireysel görüşten bağımsız olan, yani gerçeğe varmak amacıyla, taraf tutmadan yapılan incelemeleri bu nesnel hükmün doğru olduğu fikrini bütünüyle desteklemektedir.
11. yüzyıl sonlarında Orta Asya steplerini geri dönmemek üzere terkederek Ermenistan üzerinden Anatole’ye ulaşan çeşitli Türk boylarının, o zamana dek bilip-belledikleri ortaçağ karanlıklarından kalma “at-avrat-silah” dışında bir yaşam biçimiyle ilk defaya mahsus olmak üzere karşılaşmaları sonrası Ermeni ve Elen uygarlıklarıyla tanışma şansına çok uzun zaman sahip olmalarına, onların içine girip yaşamalarına rağmen, bir türlü göçebelikten yerleşik yaşam biçimine geçmeyi, bir başka tabirle medenileşme evresini 900 küsur sene zarfında bile tamamlayabilmeyi beceremeyişleri belirgin olduğu kadar, bu olgunun anlaşılması için gerekli nesnelciliğin gözler önüne serilmesini sağladığı için bir o kadar da kayda değerdir. Bu yüzyıllar onlar tarafından gerçekleştirilen akınlar, yakma, yıkma, yok etme, yağmalama, işgal, iğfal, katliam ve zulümlerin en barbar yöntemlerle uygulanmasını bir varoluş hali, yani yaşam, hatta geçim biçimi olarak özümsemelerini getirdiğinden, aslında insanlık, insani değerler adına kaybedilmiş yıllar olmuş, bu ciddi kayıp da onun reel taşıyıcısı olan toplum insanlarının bu topraklara hep yabancı kalması, işgalci, sömürgeci karakterinin giderek daha da katılaşmasının temelini oluşturmuştur. Osmanlı İmparatorluğu dönemi hanedanlığının birçok sultanının, herhangi bir ihtiyacı gidermeyen, anlaşılır bir amaca hizmet etmeyen ve askeri güç kullanmayı sırf erkinin varlığı için gerekli bir vasıf veya araç sayıp, geri, ilkel niyetlerini hayata geçirmesi yüzünden, onlarca uygarlığın beli kırılmış, yüzyıllar boyu yaratılmış değerlerden çokları yok edilmiş, günahsız milyonlarca insanın mağduriyetine sebep olunmuştur.
Onlar, çağlar boyunca, ayak bastıkları her yerde ne duyulmuş ne de görülmüş bir medeniyetsizleştirmeyi gerçekleştirmiş oldukları içindir ki «Her şey harap-virane ve yas, buradan Türkler geçmiş»(8) gerçeğini tarihe not düşen Victor Hugo’nun kalemine ait unutulmaz sözleri günümüze dek ulaşmıştır!
Osmanlı’da erkin temsilcisi olan Türklerin tarihini, medeniyetlere karşı yürütülen bitmek bilmez savaşların, sınırları içerisinde bulunan toprakların birkaç binyıllık yerli halklarından birçoklarının yok edilmesinin tarihi olarak özetleyebilir, bir anti-uygarlık suçuyla karşı karşıya olduğumuzu görür, işlenmiş affedilmez suçlarla yetinmezcesine, onlara bugün de yenilerini ekleyerek gayr-ı meşru varlığını sürdüren, birçok insanlık suçlarının failleri olduklarını dünyaya gösterip, teşhir ve mahküm etmeyi bir insanlık görevi olarak görenlerdenim. Bu böyle olduğu için de zaten, İsveç parlamentosu 2010 yılında aldığı bir kararla Pontus Elenlerine yapılan Soykırımı’nı Ermeni ve Süryani halklarının uğratıldığı Soykırımlar ile birlikte tanımış ve böylece üç soykırımın birlikte tanınıp, birarada anılması anlamında da bir ilke imza atmıştır. 19 Mayıs günü, 1994’ten beri Pontus katliamı günü olarak ilan edilmiş olup, ABD’nin birçok eyaleti tarafından da tanınmış ve mahküm edilmiştir. “1915-1923 döneminde Rumlar ve Ermenilerin durumu ile ilgili” söylenebilecek pek etkili sözler istemediğiniz kadar söylenmiş ve söylenmektedir de, ben kendini “T.C.” sol kültürüne ait görenlerden binlerce kişi ve kuruluşun varolan gerçekler hakkında asıl «söylenmesi gerekeni» söylememesiyle ilgili çok bariz tesbitlerde bulunmak ve herkesten önce o insanları düşünmeye davet etmek istiyorum.
Bilinçli olarak tırnak içerisine alarak yazdığım «T.C.» ve onun varlığını ilan edişinden bugüne kadar, aynı devletin ‘varoluş bildirgesi’ olarak kullanılan ırkçı-faşist İstiklâl Marşı’ndaki “…Bastığın yerleri «toprak» diyerek geçme, tanı! Düşün, altındaki binlerce kefensiz yatanı” sözleri aslında bu toprakların asıl yerlisi ve sahibi günahsız Elen, Ermeni, Süryani şehitlerini anlattığı halde, mezarı bile olmayan milyonlarca insana edilen böylesi hakaretle bile söylenebilecek en kuyruklu yalanın temellendirilmesi uğruna uydurulan sözümona “istiklâl” uğruna canını yitiren Türklere atfedilmesi bile, o “solcular” tarafından neden hiçbir zaman eleştirilerek mahküm edilmemiştir mutlaka sorgulanmalıdır. 1. Dünya Savaşı sırasında İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin gizli örgütü Teşkilât-ı Mahsusa’nın üyesi olarak Berlin’de görevli bulunan Mehmet Akif ERSOY gibi bir insanlık düşmanının yazdığı marşın sözleriyle yatıp-uyanan bir devletin vatandaşı olan bu ‘solcular’ bu asılsız yalan her gün tekrarlanıp, toplum bilincini zehirlerken neredeler, ne eder, nice ederler bilmek gerekiyor diye düşünüyorum!
Aynı marşın sözlerinde varolan “… «Medeniyet!» dediğin tek dişi kalmış canavar?” itirafının dahi Türk solcularınca sorgulanmamış olmasının nedenleri, bence tüm dünya gençliğini ayağa kaldıran 1968 devrimci hareketinin “T.C.” cephesinde onların ellerinde Türk bayraklarıyla sokaklara düşüp yeniçeri(9) marşları söyleyerek, “Bağımsız Türkiye” isteminde bulunmalarında aranmalıdır. Bu insanların, 50 senede bir her yerinden kalkan akıl veya bilgi fakiri yalancının ortaya attığı asılsız uydurmaları sorgulamayla ilgili üzerlerine düşen görevi yapmamakta ısrar etmeleri anlaşılmazdır. Ne 1923’lerde elde edilen bir “istiklâl”, ne de 1968’lerde arzulandığı sanılan “bağımsızlığın” gerçekle hiçbir ilgisi bulunmadığıyla ilgili açık ve net bir görüşün sol gelenekte ‘Kuvay-ı Milliye, Kurtuluş Savaşı, Vatan-Millet-Sakarya’ yalanlarını mahkûm etmeden hayat bulma şansının bulunmayışını körlerin bile gördüğü durumda sessizliğini sürdürmesini anlayıp-algılamak kesinlikle mümkün değildir.
Halbuki sol, okuma, düşünme, eğitim sonucu bilgilenme, sorgulama, analiz ve tesbit etme, görüş sahibi olma ve onu bildirme demektir. Bu bağlamda, tutucu, liberal, sağ kültürden olanlarla, sol kültür içerisinde yoğrulanların, kendi yaşadıkları toprağı tanımaları için ille de Jöntürk çöplüğü artığı M.A.Ersoy faşistinin sözlerine istinaden biribirinden pek farklı olmayan bir duruş sergilemeleri benim için hakikaten de bir muamma, anlaşılmazların en anlaşılmazıdır. Bu böyle olduğundandır herhalde ki, bir Elen, Ermeni ya da Süryani enternasyonalist solcusu, aynı fikirlere gönül verdiği varsayılan bir Türk (ve maalesef buna eklemek durumunda kaldığımız “bu cumhuriyeti Türklerle birlikte kurduk, bu topraklar için kanımız ortak aktı” söylemcisi Kürt) solcusundan çok ama çok farklıdır.
Oysa, Batı’da eğitilmiş oldukları iddiasında, fakat gerçekte entellektüelleşmeyi bir türlü beceremeyen, toplumun itici gücü olmaları gerekirken hayli gerilerde kalan ve toplumlarını eğiterek ilerleme, aydınlanma görevini yerine getirme, yalanlara karşı mücadele ederek doğruların toplumsal bilince çıkarılması için ter dökme görevi olduğu halde, öğrenme dürtüsünü harekete geçirip sekülerleşerek, içinde bulundukları toplumlarını eğitemeyen sözkonusu Türk ve Kürt solunun çoğalmak şöyle dursun, giderek azalmasının nedenlerini bence 24 saat üzerinde yaşadıkları toprakları “ne idüğü belirsiz veya sahipsizmişcesine” sanki “gökten zembille inmiş” bir hediye gibi kabullenip, kendilerini mirasçı yerine koyup ‘bedavadan hazıra konma’ reel halinin sorgulanıp da, acı gerçeklerle aydınca -yani korkusuzca demek istiyorum- yüzleşmekten bilinçli olarak kaçmaya, kaçınmaya çalışmasında aramak gerekir. 1920 yılında Bakû’de kurulan TKP (Türkiye Komünist Partisi)-nin henüz var olmayan bir devletin “Türkiye” ibaresini adında kullanmasından başlamak üzere, komünistliğini zaten sadece adına iliştirdiği terimle sınırlı olarak algılayanların kurucu sıralarında bulunan kaşarlı ırkçı-faşist İttihadçıların orada ne aradığından tutun da, faşistler dışında başka hiç kimsenin söylemediği ya da söylemeye utandığını “Dört nala gelip Orta-Asya’dan, Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizim!” dizelerinde özetleyen Nâzım Hikmet’e kadar, oradan sonrasına, daha sonrasından da bugünlere varlığını sürdüren bu solun tarihini de Anatole’nin medeniyetsizleşmesinde çok ciddi bir sorumluluğa sahip tüm insan ve örgütlerin gerçek tarihini sorgulamak sayesinde karanlıktan aydınlığa çıkarma görevi ivedi bir sorumluluk gerektirdiğinden, bu görev o solun sıralarında bulunmuş ve bulunanların insanlığa olan vicdan borcu olarak kabul edilmeli ve mutlaka ödenmelidir.
Medeniyetsizleştirme suçuna ortak olduklarını iddia ettiğim ve “Günahı da, vebali de onların boynuna” diye düşünme hakkımı söz konusu bu sol için ille de kullanmayı tercih etmekteyken, niçin böyle düşündüğümün temellerini göstermek için, bu dizeleri okuduğunuz günlerde Anatole’de vuku bulan ve görülmemiş bir insaniyet örneği olarak adlandırdığım bir olay, daha doğrusu hareket hakkında duygu ve düşüncelerimi samimi olarak sizinle paylaşmak istiyorum.
«10 ayrı koldan yola çıkan kervanlar, geçtikleri güzergâhlardan katılımlarla büyüyerek yürüyorlar.» «Kervanda yürüyen insanlara at, eşek, deve, köpek gibi hayvanlar da eşlik ediyor.» «Kervanlar her gün yaklaşık 20 kilometre yürüyor.» Hayır, hayır… bu kervanların şu an aklınızdan geçtiğini tahmin ettiğim büyük facia, 1915’ten 1923’e kadar süren soykırımların kurbanı Elenler, Ermeniler, Süryanilerin ölüme yürüyen kervanlarıyla doğrudan bir ilişkisi yok. BÜYÜK ANADOLU YÜRÜYÜŞÜ adı verilen bir hareketin gönüllü katılımcılarından oluşan bu kervanlar, Elenler, Ermeniler ve Süryanilerin ata topraklarında, oraların sahiplerine olduğu gibi şimdi de masum doğalarına yapılmakta olan bir başka katliama dur demek için yürüyen insanların kervanlarıdır. Gelin tüm basının ilgi odağı olan bu yürüyüşlerle ilgili haberleri okumaya ve okurken de bu kervanlarla, az önce elinizde olmadan düşündüğünüz yazımın konusu “1915-1923 döneminde Rumlar ve Ermenilerin durumu ile ilgili” paralellerde bulunma özgürlüğümüzden olabildiğince yararlanmaya da devam edelim isterseniz! «Tümüyle bireysel ve gönüllü çabalarla gerçekleşen yürüyüş herkesin katılımına açıktır.» «Kervanlar çoğunlukla konakladıkları köylerde, illerde yaşayanlar tarafından misafir ediliyorlar.» «Kimi bölgelerde kervanlara güvenlik amacıyla jandarma ya da ambulans eşlik ediyor.» «Yürüyüşçüler, rota boyunca geçtikleri köylerde çeşitli etkinlikler yaparak yörenin kültürel ve doğal zenginliği hakkında bilgi ediniyorlar.» «En uzun yürüyecek Doğu Karadeniz kervanı 50 günde, en kısa yürüyecek İç Anadolu kervanı ise 17 günde Ankara’ya ulaşacak.» «Kervanlar Ankara’da kamp kuracak ve taleplerini elde edinceye kadar Ankara’dan ayrılmayacak.» «Amaç, Anadolu doğasının katliamına dur demek !»… Ve tüm bu kervanlar renkli veya renksiz Türk ve Kürt basınında hemen her gün aynı yorumlarla yer alıyor, her yerde «Anadolu doğasının son yıllarda uğradığı büyük yıkıma karşı başlayan Büyük Anadolu Yürüyüşü vadilerden, köylerden, kasabalardan, şehirlerden yola çıkan kervanlarla Ankara’ya doğru ilerliyor… Kervanlar yürüyor» yorumlu anonslar büyük puntolarla, boy-boy fotoğraflar eşliğinde basılıp yayılmaktalar. Bunları okuduktan sonra şaşırıp da kendi kendinize “Bak hele, 900 sene boyunca Anadolu’nun yerli insanlarını bir türlü sevmeyi beceremeyen bu adamları hangi sinek soktu da böylesi dayanılmaz bir doğa sevgisiyle uyanıverdiler böyle?” diye düşünmeyin sakın, çünkü ondan da çok ötesi var, “bak hele şu Allah’ın işine” demek için biraz daha sabredin lütfen!
Bugünlerde, biri birine sıra vermeden içinde belki de hep saklı tuttuğu bu Anadolu doğası sevgisini açıklama ihtiyacı duyup, düşüncelerini topluma iletmek isteyen aydın eksikliği hissedilmese de ben, onlardan sadece birinin sözlerini size yorumsuz olarak aktararak, bu satırları okuyan düşünme yetisi olan her insanı Anatole’nin medeniyetsizleştirilmesinin asıl nedenlerini anlamak ve sorumlularını tanımak için çaba sarfetmeye davet etmek istiyorum.
Gazetelerden birinde «Büyük Anadolu Yürüyüşü’ne, yazar Yaşar Kemal(10) duygularını kaleme alarak destek verdi» diye onun kalemine ait «Anadolu babamızın çiftliği değil» başlıklı yazıyı okuyunca, okuduklarımın bende uyandırdığı çok çelişkili duyguların etkisi altında, yazarın samimiyetine inanmakta bayağı zorluk çektim. O yazının önemli bulduğum bölümlerinin altını çizerek buraya kaydediyor, Yaşar Kemal yazın adıyla tanınmış, soydaşım olduğunu son yıllarda öğrendiğim insana şu anda yazmakta olduğum “Açık Mektubum” pek yakında basında yayımlanacağından, buraya aktardığım yazısının içeriğiyle ilgili herhangi bir yorumda bulunmayacağımı da peşinen bildirmek istiyorum. Öyleki, söz Yaşar Kemal’in : «Doğaya düşman olan bir ülke olduk. Toros dağları bizim dağlarımızdı. Yaylalar çok güzeldi. Ormanlarda çiçeklerin kokusundan geçilmezdi. Bugüne geldik. Bu günler, o günler değil. Bu ağaçlar o ağaçlar değil. Yaylalara girildi, ormanlar kesildi, ağaçlar gece gündüz ovalara, şehirlere, kasabalara, köylere taşındı, ceviz ağaçları da başka ülkelere. Ormanlarda ceviz ağaçları tükendi. Bu, kazançlarından başka dünyayı görmeyen, bilmeyen yöneticilerin marifetidir. Bizde barajların ne olduğunu bilmeyenler gitsinler Rusya’yı, Mısır’ı görsünler, gelsinler bizi görsünler. Adana’yı, Urfa’yı görsünler, bir de Allianoi’yi, Hasankeyf’i görsünler. Allianoi’nin ne olduğunu bilmeyenler üstüne çakıl taşı dökmüşler. Oysa burası insanlığın sağlık merkezidir, insanlığın kutsal bir yeridir. Bize gelince, Anadolu babamızın çiftliği değildir. Size ben söylüyorum. Ben bir Anadolu köylüsüyüm. Bu halkı iyi biliyorum. Anadolu’yu keyfiniz için bu hallere sokuyorsanız yanlışsınız. Belki siz de Anadolulusunuz da başınız dönmüştür. Öyledir herhalde, bilemiyorum, başınız dönüyorsa Allianoi’ye gidin, belki size bir ilaç bulunur. Bugün varsınız yarın yoksunuz. Bu Anadolu insanları kolay bağışlamaz. Anadolu, topraklarının üstüne titrer, Kurtuluş Savaşımıza bakın. Bugün bir kez daha “Anadolu’yu Vermeyeceğiz” diyerek yola çıkanların yolu açık olsun.»
Kadim Elen topraklarının sadece küçük bir kısmında bugün varolan Yunanistan Cumhuriyeti’nin devlet sloganı “Özgürlük ya da Ölüm”, Ulusal Marşı’nın adı ise Özgürlük Marşı diye biliyorum ve bu değerlerin Elenler için ne kadar anlam yüklü olduğunu tüm hücrelerimle hissediyorum. Ata topraklarının sadece onda biri üzerinde bugün mini minnacık bir Ermenistan devletine sahip olan halkımın ulusal devrimci hareketinin de sloganı “Özgürlük ya da Ölüm”, Ulusal Marşı ise “Vatanımız” olarak adlandırılıdır. Ermeniler için de bu yüce değerlerin ne kadar paha biçilmez olduğunu belirtmemin hiç de kolay olmadığını sanıyorum.
Elen ve Ermeni toprakları üzerinde eşi görülmemiş bir soykırım gerçekleştirenlerin 1923’te ilan ettikleri “T.C.”-nin devlet sloganı “Yurtta Barış, Cihanda Barış”, Ulusal Marşının adı ise “İstiklâl Marşı”dır. Eğer gezegenimizde bu değerlerin Türkler için ne anlam taşıdığı veya “T.C.” ile ne ilgisi olduğu hakkında akla yatan, mantıklı bir açıklamada bulunabilen biri olabilse fena olmaz ama, 11. yüzyıldan beri işgal edip, yaşadığı yerlerin asıl yerlisi olan hemen tüm halklara karşı anlatılmaz düşmanlıklar, katliamlar yapanların, ne yurtta, ne de dünyada barıştan dem vurmasına ve uğruna siparişle yazdırdığı marşla bağırıp-çağırdığı bağımsızlığını kimden elde ettiğini bilen birinin bulunabileceğine inanasım gelmiyor doğrusu!?…
Kendisinden bağımsızlaşan halklar tarafından kurulan devlet sayısı 28, kurulamayanlar 5 iken, bugün bu 5 millete ait topraklarda askeri işgali varlığını sürdürmekte olan “T.C.” devletinin resmi marşının «… Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır atanı; Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı» sözleriyle doğmuş-büyümüş bilmem kaçıncı nesil insana asılsız yalanı, yanlışı şırıngalayan bu devletin insani hangi değerlere saygı duyup-duymadığını çok düşündüğüm halde bir türlü anlayamadığım vatandaşlarının sol yelpazesinde yer alanları tarafından İstiklâl marşının dizelerini hatırlatan aynılıkta «Anadolu’yu Vermeyeceğiz» diye tam 9 koldan (Trakya, Ege ve Güney Ege, Doğu ve Batı Karadeniz, Mezopotamya, Doğu ve Batı Akdeniz ve İç Anadolu) kervanlarına katılıp da yola düşen Büyük Anadolu Yürüyüşü katılımcılarından kaçı bu yolculuk sırasında ayak bastığı her yerde, şöyle etraf tarafına bir bakıp da bir defalığına bile olsa “1915-1923 döneminde Rumlar ve Ermenilerin durumu ile ilgili” düşünmüştür acaba diye merak etmiş olduğumu itiraf ediyorum.
Bu böyle olduğu halde, aman ha «Adam sen de, ne kaybetmişsin ne arıyorsun?» demeyin sakın, yaklaşık bin yıllık bilfiil bir medeniyetsizleştirme sonrası, Anatole insanlarının hakları yerine, doğasını savunmak için bile olsa bu topraklarda şimdi yola düşenler bulunabiliyorsa eğer, bugün olası bir katliamdan doğasını korumaya kalktıkları Anatole’de uygarlıklar yaratmış Ermeni ve Elen halklarının duyduğu acıları paylaşmayı da bir gün becerir ve belki de 2015’in 24 Nisanından 19 Mayısına kadar, dokuz yerine belki de 29 koldan “T.C.”nin başkenti Ankara’ya yürümeyi akıl eden insanlar da çıkabilir diye düşünmek, iyimserliğimi korumak istiyorum.
Hele bir de o zaman “Soykırım mağduru tüm Anatole halklarının ulusal hakları tanınsın, acıları kendi ata topraklarına geri dönüp yerleşmekle tazmin edilsin” istemiyle Ankara’ya varacak olan «Kervanlar Ankara’da kamp kuracak ve taleplerini elde edinceye kadar Ankara’dan ayrılmayacak» olsalar ne olur biliyor musunuz?
Hayır… tahmin ettiğinizi sandığım gibi herhangi bir deprem veya devrim falan olmaz. Olsa olsa “bin tanrılar ili, güneşin doğduğu yer” uygarlıklar beşiği Anatole’nin medeniyetsizleştirilmesi durdurulur… ve… beklenen adalet de yerini bulur sadece, hepsi o kadar!
“Vardaşen” Mahpusanesi
Dipnotlar:
(*): Türkçede Anadolu olarak telafuz edilen coğrafyanın asıl adı Elence Anatole’dir. Eşyaları kendi isimleriyle adlandırma kuralına olan saygım gereği yazı dilim ne olursa olsun gerçekte varolanın aslına uygun şeklini kullanmayı bilimsel bir prensip olarak kabul edenlerdenim.
(1): Türkçede Alexandre özel ismi İskender olarak söylenmektedir.
(2): Türkçede Alexandrette şehir ismi İskenderun şekliyle kullanılmaktadır.
(3): Fransız düşünür Jean-Paul Sartre’ın “L’intellectuel(le) est responsable de son siècle” sözünün Türkçesi “Entellektüel çağından sorumludur”.
(4): Türkçede Yunanistan olarak kullanılan Elen ülkesinin asıl adı Ellada’dır.
(5): Türkçede İzmir olarak kullanılan Elen şehrinin asıl adı Smyrnia’dır.
(6): Türkçede İstanbul olarak kullanılan Elen şehrinin asıl adı Konstantinopolis’dir.
(7): Türkçede Trabzon olarak kullanılan Elen şehrinin asıl adı Trapezunt’dur.
(8): Victor Hugo’nun Elen Özgürlük mücadelelerini anlattığı Les Orientales (Doğular) eserinde geçen küçük Elen çocuğun acısına atfettiği L’Enfant Grec şiirinin dizelerindendir : Les Turcs sont passé là, tout est ruine et deuil…
(9): Yeniçeri, Osmanlı’da çoğunlukla Elen, Ermeni ve diğer bazı hristiyan halkların küçük yaştaki erkek çocuklarının ailelerinden zorla koparılarak “devşirilmesi” sonucu oluşturulan Saray’ın en güçlü kuvvet ocağına verilen addır.
(10): Nüfustaki adı Kemal Sadık Gökçeli olan Yaşar Kemal yazın adıyla bilinen roman yazarı, 1916’da Van yöresinden kaçıp Kilikia’nın Ermeni köylerinden Amuda’ya (şimdiki adı Gökçedam) gelip sığınan çok çocuklu bir Ermeni ailesinin çocuğu olarak 1923 yılında dünyaya gelmiştir. Doğumundan yıllar önce islam dinine geçmeye zorlanan ailesi, aslen şimdiki adı Gevaş (Ermenice aslıyla Vosdan) olan kasabaya bağlı Sarik (şimdiki adı Yuva) köyündendir. Yaşar Kemal ailesinin izini sürmek için gazetecilik yaptığı yıllarda birçok kez Van yöresini ziyaret etmiş, bu ziyaretlerinden birinde, 1951 yılında Ağtamar adasındaki Surp Khaç Ermeni kilisesinde yıkım işlemleri başlanacakken, resmi kararın geçersiz kılınması için pek ciddi çalışmalarda bulunmuş ve çabaları başarıyla sonuçlanınca da, Anadolu’yu birlikte gezdiği yol arkadaşı Misak Cevahirciyan’a “muhtedi babamın kemikleri sızlamaz artık, onun vaftiz olduğu kiliseyi yıkımdan oğlu kurtardı” diyerek sevincini dile getirmiştir.