Levon TARAGCİYAN
Herkes uyudu. Yine sadece daktilom ve ben varız. Daktilomu babam almıştı. Daha yirmi yaşındayken aylarca yalvardıktan sonra aldırabilmiştim. Yine de bu isteğimi garip karşılamıştı. Ama ben inanıyordum, daktiloların da ruhu vardır. Yıllarca daktilom dinlemişti senaryolarımı. Saatlerce tartışmıştık. Beğenmediğimizde baştan yazardık, yazardık ve yazardık.
Guguk kuşu ötüyor. Saat 03.00. En iyisi sert bir kahve yapmak. Elim daktiloya gitmiyor nedense. İçimde bir sıkıntı.
Karım uyumuş. Uyurken ne kadar güzel olduğunu ona fısıldasam duyar mı
beni? İnsanın yalnız olmadığını bilmesi hoş bir duygu. Hele benim gibi bir çok şanslı. Ağzını ve beynini sansürleyemeyen benle koca 8 yıl. Hele bir de çocuk ısrarım. 1 yıl evvel çocuk yapalım dediğimde hiç tartışmadan beni odamıza çekmişti. Kahve daha sıcak. Gazeteye bir göz atmalı. Babam yeni doğan kızımı camekandan izlerken yanıma gelmiş ve bana sarılmıştı. Yine o hüzünlü gözler: Kaç diyen,kurtul diyen.
“Çocuk büyütmek zor iş. Hele böyle bir devirde,böyle bir ülkede.”
“Merak etme baba, her şey düzelecek.”
“27 Nisan 2015 Pazartesi…İstanbul’un Bağcılar ilçesinde çatışmalar devam ediyor. Kürt silahlı güçleri, sivil Türk silahlı güçleriyle çatışmaya devam ediyor. Halk şehri terk ediyor.”
Muhteşem zamanlar devam ediyor. Hrant’ın ölümüyle bir bölüm uyandı. Bir bölüm ise uyandırmamak için kolları sıvadı. Yıllar evvel üniversite ve diğer üniversitelerden arkadaşlarla çatışmanın kaçınılmaz olduğunu konuşmuştuk. Aydınlanmamız gerekiyordu, gerçek demokrasi sürecini yaşamalıydık. Bu uğurda sayısız asker,devrimci, kadın,çocuk,öğretmen,gazeteci,profesör,işçi ölmüştü ve ölmeye devam ediyordu. Bu gerekliydi.
Kahvem biraz soğumuş, artık bu beyin fırtınasından kurtulup daktilomun başına geçebilirim. 10 yıl evvel bu senaryoyu bugün yazacağıma söz vermiştim kendime. Kendime kendimi kanıtlayacağım senaryom: “Karanlığa 3 Kala” Üniversitedeki üç dostumun hayatlarından esinlenerek kurgulamıştım. İçimde bir acı. Artık onlardan haber alamadığım için. Kardeşlik yemini etmiştik. Birbirimize hep destek olmuştuk. Sonra bir anda birbirimizden kopmuştuk. Niye kopmuştuk hatırlamıyorum. Sanki öyle gerekmişti. Vicdan-i redden Avrupa’ya kaçmış, sonra da beni anlayan bir ses zorunlu askerliği kaldırmıştı. Avrupa’daki o dört yılım zindan gibiydi. Anadolu’dan kopmuşluğum, kendimi kaybetmeme neden olmuştu. Aşkımdan habersiz modern-demokrat Avrupa’da yaşam bana sürgündü. Tek dayanağım Mor Güvercin’imin omzuydu göz yaşlarımı tutamadığımda. Anadolu yanıyordu ve ben hiçbir şey yapamıyordum. Gerçi şimdi de bir şey yapamıyorum ya neyse. İçimde yine o anlamsız sıkıntı. Bir şey olacak eminim bir şey olacak. Telefon çalıyor. Hayırdır kim bu saatte ?
“Alo?”
“Oğlum kaç hemen kaç!”
“Baba n’oldu? Dur sakin ol”
“Oğlum kaç hepimizin evlerini tek tek basıyorlar!”
Silah sesleri.
“Baba n’oluyor orada?”
“Oğlum kaç! Karını, çocuğunu kurtar. Bu seferki 6-7 Eylül’e benzemeyecek. Bizler bu topraklardaki son
Millet-i Sadıkalarız. Canını kurtar. Onlar savaşırken akıllarına ilk bizler geldik işte…Seni Seviyorum.”
“Babaaaa!”
Telefon kesildi. Donup kaldım. Bir şey yapamıyordum.
“Levon n’oldu ?”
“Levon bir şey söyle”
O anda bana bir şey oldu. Tıpkı Hrant’ın ölümünü öğrendiğim andaki gibi. Antranik Paşa’ydım artık. Karımı ve çocuğumu ne pahasına olursa olsun korumalıydım. Öc alma daha sonra gerçekleştirilecekti!
“Hazırlan gidiyoruz! 15 dakikan var. Çabuk!”
Daktilomu, yazılarımı, pasaportlarımızı, hisse senedlerini, tapuları, paraları, laptop’ımı çantama tıktım.Hepsi bu kadar. Ve babamla fotoğrafımız. İkimizde kravatlı bisiklete binerken tam 24 yıl evvelsi. Arabaya atladık.
Tarabya yat limanındaki kaptanımı aradım. Hemen hazırlanmasını söyledim. Karım soru sormuyordu. Böyle anlarda işime karışılmayacağını bilirdi. Resmen cadı kazanına atmışlardı bizi. Biz n’apmıştık. Susup oturmaktan, katledilmekten, ne isterlerse yapmaktan başka n’apmıştık biz Türkiyeliler. Sokaklar boştu. Leven’ten Tarabya’ya kolay giderdim. Gitmek! Nereye ? Geçmişimi, anılarımı çocukluğumu,toprağımı ve babamı bırakarak nereye gidecektim. Gittiğim yerde ben ben olarak kalabilecek miydim ?! Kimlerle Kürtçe, Ermenice, Türkçe, Lazca söyleyecektim rakı masasında. Yıllardır siyaset konuşurum. Şimdi ne konuşacaktım ? Ya arkadaşlarım, dostlarım. Neredesiniz ? Kaptan orada hazır bekliyordu.
“Bunların olacağını biliyordum. Haftalardır, onun için burada yatıp kalkıyorum. Kimim, kimsem yok, siz bana kucak açtınız. Ailem oldunuz. Şimdi sizi korumak benim görevim.”
“Bunları sonra konuşuruz Ali Efendi. Hemen gitmeliyiz.”
“Peki efendim.”
“Ali Efendi bana efendim deme. Lütfen.”
“O zaman sen de bana efendi deme.”
“Peki.” Yüzüme tatlı bir gülümseme gelmişti. Her şeye rağmen karım ve çocuğumlaydım.
“Nereye ?”
“Bilmem.”
“Yunanistan ?”
“Peki.”
100 yıl evvel atalarım kaçarken nasıl bir ruh halindeydiyseler, ben de öyleydim. Şimdiden gözümün önüne geliyor gümrük memurunun pasaportuma damgalayacağı “VATANSIZ”ı.
Boğazı son kez selamlarken karımla anılarımızı gözden geçirdik. Ev partilerini; Beşiktaş-Kadıköy vapurunda gazete okuyup, eleştiriler yapışımızı; ciğerlerimiz patlayana kadar sigara içişimizi; Kadıköy ve Taxim’de buluşmalarımızı; Kadife’de bira içip sarhoş oluşlarımızı; 24 Kasım Lorenzi’nin Kazları gününü daha neler neler. Bana bir sigara uzattı.
“Son kez boğaz keyfine.”
Ağlamaya başladım. Bu son değil. Bu son değil! Sıkıca karıma ve çocuğuma sarıldım. Arkama bile bakmadım. Çünkü döneceğimi biliyorum…