Muhafazakârlığın Gösterisi

[ A+ ] /[ A- ]

Metin ÇULHAOĞLU
BirGün Gazetesi

İçerdiği kimi motifler çok daha eskilere dayansa bile, siyasal bir ideoloji olarak muhafazakârlığın 19. yüzyıl başlarında şekillendiği söylenebilir.

Muhafazakârlığı, bir tepki ideolojisi olarak tanımlamak mümkündür. Tepki, 18. yüzyıl aydınlanmasının tümüne olmasa bile getirdiği ‘değişim’ anlayışına, kilise karşıtlığına, 1789 Fransız Devrimi’ne ve özellikle onun Jakoben ucuna yöneliktir. 18. yüzyıl başlarında ortaya çıkan, ayrı ve geçici bir dal sayılabilecek ‘romantik muhafazakârlık’ bir yana bırakılırsa, muhafazakâr ideolojinin kapitalizmin getirdiği üretim tarzı ve ilişkileriyle, serbest piyasayla ve metalaşmayla özsel bir sorunu olmamıştır. Dahası, muhafazakârlık, burjuva devrimlerin ardından gelen restorasyonda, kapitalizmin emperyalizme evrilmesinde ve daha sonra kapitalist sistemin sosyalist sistem karşısında savunulup berkitilmesinde, özellikle dinsel kimi referanslarıyla ve örneklere göre değişmek üzere milliyetçi vurgularla birlikte başat ideoloji olarak işlev görmüştür.

Muhafazakâr ideolojinin özünü iki noktada ortaya koymak mümkündür. Birincisi, muhafazakâr ideoloji, insanların eşit olmadıkları ve olamayacakları anlayışına sahiptir. “Ayakların baş olamayacağı” muhafazakâr ideolojinin temel ilkeleri arasındadır. Dolayısıyla, insanların eşitliği adına değiştiricilik çabaları beyhudedir; toplumları ve insanlığı yıkıma götürür.

İkincisi, gerçi muhafazakâr ideoloji geçmişe fazla öykünmez, ama ekonominin ve toplum düzeninin o gün için bulunduğu durumu ‘olabileceklerin en iyisi’ sayar. İşler aynı düzen içinde görece iyileşecek, mükemmele varılmasa bile kimi aksaklıklar zamanla, süreç içinde giderilecektir. Dolayısıyla, ekonominin işleyişine ve verili toplum düzenine getirilen radikal eleştirilerin, hele hele dönüştürücü köklü müdahalelerin de ne yeri ne de anlamı vardır. Tam da bu noktada, anti-entelektüelliği ve teori düşmanlığını, muhafazakârlığın içrek özelliklerinden biri olarak göstermek mümkündür. Muhafazakârlık, bir ideoloji olarak ilk şekillenişinden bu yana her zaman anti-entelektüel ve anti-teorici olmuştur. Çünkü eleştirel düşünceyi olsun, tarihsel süreç kurgularıyla radikal değişim/dönüşüm gerekliliğine de işaret edebilecek potansiyel taşıyan teoriyi olsun, ‘olabileceklerin en iyisi’ olan bugünkü düzen karşısında bir tehdit saymıştır.

Bu noktaya kadar geldikten sonra, dikkate alınması gereken önemli nokta şudur:
Yukarıda söylenenlerin ötesinde, muhafazakâr ideolojiye, kapitalizmin tarihsel dönemlerinden ve bu dönemlerdeki şekillenişinden bağımsız, değişmez ve mutlak özsellikler atfedilmesi doğru olmayacaktır. Örneğin, bir dönem liberalizmin bireyciliğini (bir tür radikalizme de varabileceği için) eleştiren eski muhafazakârlık, günümüzde böyle bir ideolojiyle eklemlenebilmiştir. Dün, ‘refah devleti’ döneminde bu döneme özgü kimi öğeleri de içselleştirebilen muhafazakârlık, bugün tam boy piyasacılık yapmaktadır. Sonuçta muhafazakârlık, insanların eşitliği ve köklü değişim/dönüşüm fikirlerine karşı duran özünü, kapitalizmin farklı dönemlerine göre kendisine içsel sayılamayacak öğeler ve motiflerle süsleyebilmiştir.

Günümüz söz konusu olduğunda ise, özellikle piyasacılık temelinden hareketle muhafazakârlığın ‘Yeni Sağ’ olarak tanımlanmasında bir sakınca yoktur.

Kapitalist toplumda muhafazakârlığı, düzenin vazgeçilmez ve başat ideolojik-siyasal üstyapısı yapan, kitlelerle belirli bir rezonans kurabilmesidir. Sınıf mücadelesi tek yönlü değildir. Başka bir deyişle, alttaki sınıfın üsttekine karşı tepkisi ve hareketlenmesi kadar, üstteki (egemen) sınıfın toplumun çeşitli kesimlerinden bulduğu destekle geniş kitleler üzerindeki ideolojik ve siyasal baskı girişimleri de sınıf mücadelesinin bir parçasıdır. Egemen sınıf ve onun temsilcileri, “başka bir düzen arayışının insanlığı gelinen noktanın da gerisine taşıyacağını”, “kaos ve yıkım getireceğini”, “insanlığın değerlerini ve kurumlarını yerle bir edeceğini”, “kelleler alacağını” vb. yaymak zorunda olduğu ölçüde muhafazakârlığa sarılacaktır. Ancak, madalyonun bir de öteki yüzü vardır:
Kapitalist toplumun ideolojik ve kültürel hegemonyası altındaki koşullanmış kitlelerde de ‘değişim’, ‘dönüşüm’, ‘kaos’, ‘yıkım’ ürküntüsü olduğu açıktır.

Muhafazakârlık, insanın doğasında olmasa bile, kapitalist toplumun koşulladığı geniş kitlelerde şu veya bu ölçüde, ama mutlaka vardır. Bu nedenle, örneğin serbest piyasacılık yanıyla liberalizmin, kapitalist toplumun ideolojik yapısını domine etmesi, geniş kitleler üzerinde “bırakınız yapsınlar” felsefesiyle bağlayıcı olması mümkün değilken, onunla eklemlenen muhafazakârlık ortadaki boşluğu doldurmaktadır.

Bu anlamda bir ideoloji olarak muhafazakârlık, kapitalist düzenin olmazsa olmazıdır.

Türkiye’ye gelirsek, AKP’nin ‘özellikle son dönemde’ ve ‘seçim kaygısıyla’ muhafazakâr söylemlere kaydığı, liberallerin icat ettiği bir galatı meşhurdur.

AKP, başından bu yana hep muhafazakâr bir siyasal parti olmuştur.

Liberal kesimin başlıca yanılgısı ise şuradadır:
Serbest piyasacı, devleti küçültücü, asker-sivil bürokrasiye karşı, dışa açılmacı, küreselleşmeci, girişimci ve teknolojide yenilikçi buldukları AKP’nin, bu hasletleriyle ideolojide de liberal olması gerektiğini varsaymaktadırlar.

Yanlıştır ve işin aslı tam tersinedir. Çünkü bu sayılanları ideoloji planında bütünleyecek bir liberalliğin aynı zamanda kitlesel olma, kitlelere hitap etme, onları sürükleme şansı yoktur. Ekonomide liberallik, ideoloji alanına gelindiğinde her yerde ve her durumda muhafazakârlıkla (milliyetçi ve dinci öğeler dahil) eklemlenmek zorundadır. Liberal bir aydının piyasacılığı içine sindirmesi normaldir; ama kitle desteği peşindeki piyasacı bir siyasal partinin ve iktidarın ideolojik planda tam boy liberal olması mümkün değildir.

Muhafazakârlık, mutlaka gerekecektir; hem de başat ideoloji olarak.

Nüveleri ve kendisi tarihsel ve evrensel olarak da saptanabilecek bu eşleşme, günümüzde bir kural haline gelmiştir; AKP’nin ötesinde, kapitalist dünyanın tüm iktidarları için geçerlidir. Kayıt dışı sektörde boğaz tokluğuna çalışanı, asgari ücretliyi, işsizi, işini kaybetme korkusuyla yaşayanı, ürünü para etmeyen çiftçiyi, şu veya bu düzenleme sonucu ektiğini artık ekemeyen köylüyü vb. “bunlar serbest piyasanın ve küreselleşmenin kaçınılmaz sonuçlarıdır” diye avutmak, hiçbir burjuva iktidarın cüret edemeyeceği bir yaklaşımdır. Yapılması gereken, ‘daha beterini’ göstererek onları avutmaktır:
Ya değerlerimizi yitirirsek; ya aile kurumu çökerse, ya alkol yüzünden yaşamlar sönerse, ya bölünürsek, ya başımıza ‘iki kaz bile güdemeyenler’ gelirse, ya kızın kötü yola düşerse, ya oğlun okuldan atılırsa, ya ‘enteller’ ve ‘marjinaller’ huzur bozarsa, ya yarın ahrette hesabını veremeyeceğin işler yaparsan…

Günümüzde ‘Yeni Sağ’ olarak şekillenen muhafazakârlık, piyasacılığını gelenekler ve yerleşik/kurumlar değerlerle nasıl eklemlemek zorundaysa, aynı zamanda ekonomide terk ettiği ‘popülizmin’ daniskasını da ideoloji ve siyaset alanında yapmak zorundadır.

Bu anlayışın en yırtık örneklerinden birini, AKP destekçisi ve profesör titri taşıyan biri vermiştir. Bu kişiye göre, Başbakan’ın Kars’taki anıtı beğenmemesi ve yıkılmasını istemesi kendi kişisel beğenmezliğinin ötesinde halkın tercih ve isteklerini de yansıtmaktadır. Çünkü Başbakan halkın oylarıyla iktidara gelen bir partinin başkanıdır!

Günümüz muhafazakârlığının demokrasi anlayışı şöyle özetlenebilir:
Birbiriyle rekabet eden siyasal partiler halkın oyunu isterler; halkın oy verip iktidara getirdiği parti ise halk tarafından her şey, ama her şey için yetkilendirilmiş demektir… Bunlara, seçim sırasında hiç gündeme gelmeyen, tartışılmayan, verilen oyla ilişkilendirilmesi mümkün olmayan gündemler, konular ve sorunlar da dahildir.

Halkın oy verip iktidara getirdiği partinin yaptığı işlere karşı çıkanlar ise, her durumda ‘halkın dışında’, ‘elit’, ‘entel’, ‘marjinal’, ‘iki kaz bile güdemeyecek’ kişilerdir.

Dolayısıyla, günümüzün muhafazakârlığı, karşıtını karşıtın ötesinde ‘anomali’ sayan bir totaliterliğe doğru evrilmektedir.