Sesil Artuç
Yolcu Tiyatro’nun ‘Gomidas’ oyununu birçok açıdan son derece kıymetli ve başarılı bulmakla beraber, salondan çıktığımda oyunu nerede konumlandıracağıma bir türlü emin olamadım. Ekibe evvela Gomidas’ın hayatına dair çok sıkı bir çalışma yürüttükleri, daha da önemlisi, yaşananları gizlemeden ortaya koyan bir metin yazdıkları için müteşekkirim. Suskunluğuyla bilinen Gomidas’a konuşması için bir alan sağlamışlar âdeta. Kafamı kurcalayan mesele, Gomidas’ın hayatının akıl hastanesinde geçirdiği son günlerin perspektifinden, geriye dönerek aktarılması ve bunun neticesinde o sanki hep deliymiş gibi bir anlatı kurulması. Sanki hep deli olmuş bir Gomidas’ın dilinden takip ediyoruz, doğumundan akıl hastanesine ve ölüme uzanan hayatını. Bu da 24 Nisan ve sonrasında yaşadığı olayların onun zihninde yarattığı kırılmanın yumuşamasına mı sebep oluyor acaba diye düşünmeden edemiyorum.
Gomidas’ın hayatına dair üç aşağı beş yukarı hepimizin duyduğu –veya duyduğunu umduğum– hikâye, hem Ermeni halk müziği, hem de Ermeni dinî müziği alanında çok önemli çalışmalar yürüten bir rahip olduğu, 24 Nisan 1915’te tutuklanıp Çankırı’ya götürüldüğü, nüfuzlu birileri tarafından kurtarıldığı, ömrünün geri kalanını Fransa’daki akıl hastanelerinde geçirip öldüğüdür. Gomidas’la ilgili en güçlü rivayetlerden biri, 1915’ten sonra hiç ama hiç konuşmadığı olsa gerek. Gomidas’ın özellikle hastaneye kapatılmasına sebep olan eski arkadaşlarıyla görüşmeyi kestiğini ve nadiren konuştuğunu neredeyse kesin olarak biliyoruz. Ancak Gomidas’ın hiç konuşmadığı doğru değil. Peki, bu anlatı neden bu kadar kanıksanmış olabilir? Zannediyorum konuşmak, sembolize etmek ve yaşananları dile getirmek, travmayla öyle veya böyle başa çıktığımız anlamına geliyor; konuşmamak ise travmayla başa çıkılamadığının göstergesi olmakla beraber aynı zamanda bir direncin işareti. Gomidas az da konuşsa, çok da konuşsa, aslında soykırım sonrasında hayata dönebilmenin mümkün olduğu fikrine bir reddiyeyi temsil ediyor, ve belki de bu reddiye hiç ama hiç konuşmadığı rivayetinde vücut buluyor.
Rita Soulahian Kuyumjian’ın ‘Deliliğin Arkeolojisi: Gomidas’ başlıklı kitabından anladığım kadarıyla Gomidas’ın psikozunu tetikleyen birden çok olay var. Psikanaliz bize, psikotik mental yapıda olup, psikotik semptomlar göstermeden yaşamanın mümkün olduğunu söylüyor. Zannediyorum Gomidas da annesini ve babasını çok erken yaşta kaybetmesinin onda yarattığı etki neticesinde mental açıdan psikoza yatkınlığı olmakla beraber, müziği ve çalışmaları sayesinde kendine stabil bir evren kurmuştu. Kuyumjian’a göre, psikozu yeryüzüne çıkaran olay, bir jandarmanın Çankırı yolunda bitap düşmüş Gomidas’ın su içtiğini fark edip su kovasını başından aşağı boşaltmasıydı. Suratına çarpılan su, Gomidas’ın, içinde kendini görece güvende hissettiği dünyasını tuzla buz etmiş, ayağını bastığı zemini altından kaydırıvermişti. Böylece yolculuğun başından itibaren ötekilere moral vermeye, güçlü bir duruş sergilemeye çalışan Gomidas’ın evreni çöküvermişti. Fakat Gomidas hayatını akıl hastanelerinde geçirmek zorunda mıydı? Cevaplanması zor bir soru. Kuyumjian, Gomidas’ın psikiyatrinin ellerine bırakılmasını da soykırımın bir etkisi olarak okuyor.
Yazının başında, Gomidas’ın Fransa’da akıl hastanesine kapatıldığını belirtmiştim. Bu doğru ama eksik bir bilgi. Gomidas Fransa’ya gönderilmeden önce İstanbul’daki Lape Hastanesi’nde, meşhur Mazhar Osman’ın gözetimi ve denetimi altında iki yıl geçirir. Hastaneye götürülme biçimi son derece hazindir. Nasıl ki 24 Nisan’da evlerinden çeşitli yalanlar eşliğinde alındılarsa, Gomidas hastaneye götürülürken de bir nazırın kendisine bir şarkıyla ilgili sorular sormak istediği bahanesiyle subaylar tarafından götürülecek, hastanede kaldığı süre boyunca da müzikle uğraşmasına izin verilmeyecektir. Üstelik bu sürecin yürütücüsü, 24 Nisan’da Gomidas’la birlikte alınıp Çankırı’ya sürülen Dr. Vahram Torkomyan’dan başkası değildir. Ordunun elinden kurtulup devletin bir başka kurumu olarak gördüğü akıl hastanesine kapatılan Gomidas’ın durumu Lape’de iyiye gitmeyecek, sonunda arkadaşları bir konferansa davet edildiğini müjdeleyip onu bir kez daha yalanlara sarmalayarak Paris’e gönderecektir. Önce kilisede kalır, fakat iyiye doğru gittiğine dair bir işaret vermeyince tekrar hastaneye kapatılır.
Gomidas, hayatı boyunca para sıkıntısı çekmiştir, onunla ilgilenen bir ailesi de olmamıştır. Hem ailesinin, hem de ona sahip çıkan, değer veren insanların ölümüyle defalarca sarsılmış, 24 Nisan sonrasında ise kayıpların içinden inşa ettiği dünyasının yıkıntılarının altında kalmıştır. Soykırım, önceden nefes aldığı her yer ve her şeyi ezip geçmiş, geriye hiçbir şey bırakmamıştır. En yakınları iyi niyetlerle de olsa neticede onu kandırıp Türk psikiyatrlarına emanet etmiş, hastane masraflarını karşılayabilmek için rızasını almadan eşyalarının bir kısmını satmış, kalan eşyalarını, kişisel mektuplarını ve notlarını kaldırırken de mühürlemeyi unutuvermişlerdir. Gomidas’ın çöken evreni, varlığının bir parçası olan eşyalarından, evinden, mahremiyetten ve dostlarına duyduğu güvenden yoksun bırakılması neticesinde daha da sarsılacaktır.
Gomidas, Paris’teki hastaneye onu ziyarete gelen eski ev arkadaşı, ressam Panos Terlemezyan’la ölüm üzerine konuşurken, odanın kapısını açıp “Bu bir mezarlık değilse nedir?” diye sorar. Hayatın içindeki ölüme itildiğinin farkında gibidir. Reddiyesini “Delirdi, sustu ve öldü”den ibaret görmeden, sessizliğinin ve hayattan çekilişinin sebeplerini sadece 24 Nisan 1915 gecesine indirgemeden anlamak, Gomidas’ı ne salt suskunluğuyla, ne de salt deliliğiyle hatırlamak ise bizim ona borcumuzdur. Onu belki de, Çankırı yolunda bozulmaya başlayan, ölümün, yalanların ve güvensizliğin yavaş yavaş parçalayıp kırdığı bir dille anlatmak gerekir.