Ali Ergin Demirhan
İşçi sınıfı hareketinin ve ezilen halkların yeni enternasyonalist, küresel direnişine Ukrayna savaşının sorumlularından ve emperyalist-kapitalist sistem adına insanlığa karşı açılmış topyekûn savaşın yürütücülerinden biri olan AKP iktidarı karşısındaki mücadeleyi yükselterek katılmalıyız. “Nasıl?” sorusunun yanıtını da kulağa en güzel gelen tezahüratlarda değil sokakları doldurmaya başlayan direnişlerde aramalıyız
Halkların bağımsız çıkarlarını temsil eden bir tarafın bulunmadığı Ukrayna savaşı gibi çatışmalar karşısında somut bir tutum belirlemek, geçmiş tecrübelerde edinilen ezberlerle örtüşen, tribünlerin hoşuna gidecek söylemler üretmek kadar kolay değil.
Evet, halkların çıkarlarını ve iradesini hiçe sayan, yıkımdan başka bir şey getirmeyecek bu savaşa karşıyız; bu savaşın tetikleyici gerekçesini oluşturan NATO’nun genişleme ve silahlanmayı tırmandırma siyasetinin karşısındayız; Ukrayna’nın Zelenski yönetiminin kendi ülkesini ve bölgeyi emperyalist çatışmanın sahası haline getiren işbirlikçi tutumunun karşısındayız[1]; Rusya’nın savunma gerekçesiyle eski nüfuz alanlarındaki devletlerin egemenlik haklarını hiçe sayan, halkları başlarına silah dayalı halde tercih yapmaya zorlayan, ideolojik referanslarını (SSCB’den değil) Rus İmparatorluğu’ndan alan, emperyalist-kapitalist sistem hiyerarşisi içinde yükselmeye odaklanan yayılma ve işgal siyasetinin karşısındayız; Erdoğan iktidarının Ukrayna’yı NATO üyeliğine ve savaşa heveslendiren, silahlandıran, NATO’yu Karadeniz’deki etkinliğini artırmaya çağıran, çatışmalardan medet uman politikalarının karşısındayız… NATO’dan çıkılmasını, bir bağımlılık ilişkisinin bir başka bağımlılık ilişkisi ya da ülkeyi gerilim üssü haline getiren çoklu hibrit-bağımlılıklar ile ikame edilmemesini, barışın tesis edilmesini ve halkların kardeşliğini istiyoruz…
Peki böyle düşünenler somut olarak ne yapacak? Ekrandan izlediğimiz bir filmi mi yorumluyoruz, siyaseten doğruculuk mu yapıyoruz, ahlak dersi mi veriyoruz, yoksa kendi hayatımızda da yansımaları olan bir çatışmanın içinde kendi tarafımızı nasıl örgütleyeceğimizi mi tartışıyoruz?
Çatışmanın içeriği, tarafları ve hayatımızdaki yansımaları doğru tahlil edilmediğinde, doğruları peş peşe sıralamamız ya da soyut ilkelerimiz somut karşılığı olan bir tutum geliştirmeye yetmeyebilir.
Bir göz perdesi olarak “Soğuk Savaş” benzetmeleri
Ukrayna’da savaş daha başlamadan Soğuk Savaş benzetmeleri dolaşıma girdi. Soğuk Savaş, bir yanında ABD liderliğindeki kapitalist kampın diğer yanında Sovyetler Birliği liderliğindeki sosyalist kampın yer aldığı ve taraflardan birinin yıkılışına kadar süren siyasi-askeri-diplomatik-toplumsal bir çatışma olarak savaşın özgün, tarihsel bir biçimiydi. Bu süreçte emperyalist-kapitalist kampın askeri ittifakı olarak kurulan NATO bir savunma aygıtı değil kirli bir emperyalist savaş aygıtı olarak çalıştı. Kurduğu kontrgerilla mekanizmalarıyla Türkiye dahil pek çok ülkenin siyasetini şekillendirdi; “komünizmle mücadele” adına gerici siyasi akımları teşvik etti, katliamlar, darbeler dahil pek çok suça imza attı. Demokrasinin değil askeri-faşist diktatörlüklerin arkasındaydı. “Komünizm tehdidi” ortadan kalktıktan sonra da varlığını sürdürdü; Yugoslavya, Afganistan ve Libya’yı harap eden işgallere girişti ve Rusya’yı kuşatma siyasetinden vazgeçmedi.
Bugünün Soğuk Savaş benzetmesi ise genişleyen NATO ittifakı ile Rusya (ve Çin) arasındaki ihtilafı tanımlamak için kullanılıyor. Kimisi “demokrasi” adına NATO’culuk pazarlarken kimisi de “anti-emperyalizm” adına Rusya’nın saldırganlığını masumlaştırmaya çalışıyor. 1947-1991 arası dünyada benimsenmiş doğru-yanlış kabul ve tutumları geri çağırarak bugünkü gerçekliği perdeleyen Soğuk Savaş benzetmesi, bütün dünyanın ilgili taraflar arasında tercih yapmaya zorlanacağı öngörüsünü de beraberinde getiriyor. Emperyalist sistem hiyerarşisinin hâlâ tepesinde olmakla birlikte, değil bütün dünyaya hükmetmek, NATO içindeki müttefiklerini dahi kendi istediği hizada tutamayan ABD’nin çıkarları böylesi bir tercih zorlamasını gerektiriyor olabilir. Ancak bugünün emperyalist-kapitalist uluslararası düzenine hükmeden ilişki ve çelişkiler, dünyanın 1947-1991 arasındaki gibi birbirinden izole olmaya razı gelecek ve birbirini yıkmaya niyetli iki ayrı kampa ayrışmasına izin vermiyor.
Rusya’nın 2008’deki Gürcistan müdahalesinde de uluslararası alanda yeni bir dönemin başladığı, hatta yeniden bir iki kutuplu düzene geçildiği yönünde değerlendirmeler yapılmıştı.[2] Bu eski Sovyet ülkesinde de Batı ve özel olarak Türkiye’deki AKP iktidarı tarafından NATO’ya katılım için teşvik edilen ve Rusya’ya meydan okuması için cesaretlendirilen bir hükümet vardı. Nihayetinde Rus tankları Gürcistan’da ilerlerken kendisini teşvik edenleri yanında göremeyen dönemin devlet başkanı Mikail Saakaşvili endişe içinde kravatını kemirirken kameralara yakalandığı anlarla hafızalara kazındı.
Savaşın sıcaklığı içinde akla yatkın gelebilen iki kutupluluk değerlendirmeleri, daha sonra yaşananlarca desteklenmedi. Çünkü NATO-Rusya gerilimi, NATO-SSCB geriliminin sürekliliği içinde değil, Soğuk Savaş sonrası yeniden öne çıkan emperyalistler arası rekabet ve ABD emperyalizminin hakimiyet krizi koşulları içinde gelişiyordu. Kapitalist kampı ABD’nin arkasında hizalanmaya mecbur bırakan “komünizm tehdidi” ortadan kalkmıştı ve Rusya ile Çin, dahil oldukları emperyalist-kapitalist sistem içinde eski hasımları ile birbirilerini karşılıklı olarak gözetmek zorunda kalacakları ilişkiler geliştirmeye başlamıştı.
Emperyalist sistem ne Birinci Paylaşım Savaşı öncesi ne iki savaş arası ne de Soğuk Savaş dönemi koşullarına benzeyen yeni bir bunalım dönemine girmişti. Yeni aktörlerin dahil olduğu emperyalistler arası rekabetten, emperyalist saldırganlık ve karşısında gelişen ulusal direnişlerden, emperyalist-kapitalist sistem ile proleterleşmiş insanlık arasındaki çelişkilerden doğan çatışmalar iç içe ilerliyor, yeni çelişkiler ve yeni krizlerden yeni savaşlar gelişiyordu.[3]
ABD emperyalizminin hakimiyet krizi derinleşirken
ABD’nin eski müttefiklerinin kendisinden uzaklaşmasını ve yeni rakiplerin belirmesini engellemek üzere bütün dünyaya gözdağı vermek için 2000’lerin başında başlattığı savaşlar ve askeri müdahale tehditleri ters tepti: Afganistan işgali hezimetle sonuçlandı; Irak işgali bataklığa dönüştü; tehdit edilen Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti nükleer silah geliştirerek dokunulmazlık elde etti; 1967’de bütün Arap dünyasını 6 günde dize getiren İsrail, Hizbullah’la giriştiği 2006 savaşında 33 günlük direniş ile püskürtüldü; hedefteki İran, stratejik derinliği Irak, Suriye, Lübnan, Bahreyn ve Yemen’e uzanan bölgesel bir güce dönüştü; NATO’nun Libya işgali macerası ABD büyükelçisinin linç edilip öldürülmesi ve ABD’nin bu operasyondan çekilmesi ile sonuçlandı; Suriye savaşında Türkiye ve Körfez ülkelerinin aracılığında sürdürülen emperyalizm güdümlü cihatçı istilası Arap ve Kürt halklarının direnişi ile başarısızlığa uğratıldı… ABD’nin gözdağı ve hiza verme amacıyla başlattığı müdahaleler başarısızlığa uğradıkça müttefikler arasındaki özerk hareket etme ve hasımlar arasındaki karşı koyma eğilimleri güçlendi.
NATO üyesi ülkeler arası çıkar farklılaşmaları, Fransa ve Almanya’nın ABD’den özerk hareket etme eğilimleri, özellikle Almanya’nın Rusya ile gelişen ekonomik ilişkileri, Rusya’nın eski nüfuz alanlarının ötesine de uzanan askeri etkinliği bu tablo içinde daha da güçlendi. ABD de askeri hasmı Rusya ile aynı sahada (Suriye) birbirini gözeterek hareket etmeyi kabullenmek zorunda kaldığı, ekonomik hasmı Çin ile de ticari ilişkilerini ilerlettiği (Gürcistan savaşından Ukrayna savaşına gelen süreçte ABD’nin Çin ile ticareti ikiye katlandı: yıllık 151 milyar dolar ihracat, 506 milyar dolar ithalat)[4] bir süreç yaşadı. Putin’le iyi geçinmeye çalışan Donald Trump bunu kendi çalıp kendi oynayan bir deli olduğundan değil, kendisini kuşatan koşulların dayattığı zorunluluklar ve sunduğu imkanlar içinde yapıyordu; eski kurulu düzene geri dönme iddiasındaki Joe Biden’ın elinde de bu zorunluluk ve imkanları ortadan kaldıracak sihirli bir değnek yok. Zaman zaman ABD ile Rusya arasında gidip gelen Tayyip Erdoğan’ın bunu deliliğinden yapmadığı, NATO ekseninde kararlı bir dış politika vadeden Millet İttifakı’nın elinde de bir sihirli değnek olmadığı gibi… Evet Erdoğan bir yandan ABD emperyalizminin hevesli işbirlikçisi olması, bir yandan Türkiye egemen sınıflarının çıkarları doğrultusunda yayılmacı hedefler gütmesi, bir yandan da Rusya’yla geliştirdiği ilişkiler nedeniyle girdiği manevra alanının açmazındadır. Ancak bu manevra alanı ve açmaz, Erdoğan’ın, NATO üyesi bir ülkede sistemin kurallarına uymayışından değil aksine büyük bir hevesle hizmetine soyunduğu ABD emperyalizminin yaşadığı hakimiyet krizinden, emperyalist-kapitalist sistemin Rusya ve Çin’i de kapsayan yeni entegrasyon biçiminden ve Türkiye kapitalizminin ihtiyaçlarından kaynaklanmaktadır. Çözümü NATO eksenine tam biatta gösteren Millet İttifakı’nın yaptığı boş konuşma değilse siyasi körlüktür.
Dünyada iki ayrı kutup olabilecek iki ayrı sistem yok. Rusya ve Çin’in de bir biçimde entegre olduğu; eski süper güçlerin eskisi kadar süper güç olamadığı; ABD hegemonyasının gerilediği ancak bir başka hegemonyanın kurulamadığı; uluslararası ilişkilerde ABD emperyalizminin hakimiyet krizinden, bütün yerküreyi saran toplumsal-ekonomik boyutuyla da neoliberalizmin krizinden kaynaklanan çatışmaların yaşandığı kaotik bir emperyalist-kapitalist sistem tablosu var.
Savaş ve direniş
Uluslararası düzlemde savaşlar, ulusal sınırlar içinde de direnişler eksik olmayacak ve coğrafyası değişse de savaş ve direniş bir kesintisizlik içinde yerküreyi dolanmaya devam edecek.
Sistem, varlığını sürdürebilmek için “savaş” üretmeye mecbur. Çünkü ABD, gerileyen hegemonyasına yönelik meydan okumaları bertaraf etmek, bunu sağlamak için bütün okyanuslarda uçak gemilerini yüzdürmek, doların küresel rezerv para birimi konumunu korumak, silah satmak zorunda; çünkü Rusya, eski nüfuz alanını kendi güvenliği ve bunun ardına sakladığı yayılmacı eğilimleri açısından kontrol altında tutmak, enerji ticaretindeki tekel rolünü korumak, silahlarını pazarlamak zorunda; çünkü Çin, pazarlarını ve hammadde kaynaklarını genişletmek zorunda; çünkü Fransa, Afrika’da kendi payını kapmak zorunda; çünkü Almanya enerji tedariki sorununu çözmek, silah satmak zorunda… Devlet devlet özel gerekçeler daha da ayrıntılandırılabilir ancak bir bütün olarak emperyalist-kapitalist sistem, birikim rejimindeki tıkanmaları aşmak için savaşa muhtaç. Bu sistem içindeki iktidarlar, derinleşen eşitsizliklerden ve yoksullaşmadan mustarip halklarını (milliyetçi-şoven eğilimleri, gelenekleri kışkırtıp köpürterek) yönetebilmek için savaşa muhtaç. Kapitalizmin ihtiyaç duyduğu daha ucuz ve daha güvencesiz bir emek piyasasını garanti alacak süreklileşmiş göçmen akışı için savaşa muhtaç. Mülksüzleştirme ve el koyma için savaşa muhtaç. Yığınların sistemle çelişen taleplerinin ifade edilebileceği en ufak demokratik aralıkları bile tıkayacak olağanüstü hâl ihtiyacı için savaşa muhtaç.
Bugün savaşın herhangi bir tarafı ile değil kriz içindeki emperyalist-kapitalist sistemin ihtiyaçlarından doğan bu savaşın kendisine ve ardındaki sisteme karşı mücadele etmek gerekir.
Dünyanın emekçi halkları ise kapitalist sistem tarafından uçurumun kıyısına itildikleri koşullarda kendi var olma mücadelelerini ancak “direniş” ile ortaya koyabiliyor. Basit bir ücret pazarlığından adil seçim talebine, temel hizmetlere ve ihtiyaç maddelerine yapılan astronomik zamların geri çekilmesi mücadelesinden ezilen kimliklerin yaşam hakkı talebine, kadın özgürlüğünden ekolojiye her şey direnişin konusu. Kapitalist sistemin çalışabilir nüfusun neredeyse tamamını proleterleştirdiği, işçi sınıfını mutlak yoksullaşmaya ittiği ve bugünden daha iyi bir yarın sunamadığı, gezegeni yok oluşa sürüklediği, derinleşen toplumsal çelişkiler karşısında eşitlik ve demokrasi iddiasını bir kenara bırakıp faşist iktidarlara sarıldığı koşullarda başka türlüsü de mümkün olmuyor.
“Savaş” ve “direniş” kapitalist sistemin krizi karşısında iki ayrı sınıfın zorunlu tercihi ve varoluş biçimi olarak, aynı zemin üzerinde yan yana yükseliyor. Sosyalistler açısından da bugünkü savaş karşısında ne taraftarlık ne de orta yolculuk yapmanın bir anlamı var. Elbette yazının başında sıraladığımız ve pek çok sosyalist örgütün açıklamalarında yer alan ilkesel doğruları ifade etmeye devam edeceğiz. Uluslararası alanda sokağa çıkan savaş karşıtı hareket içinde, dünya halklarının çatışan gericiliklerden bağımsız çıkarlarını savunan bir hattı güçlendirmek için hem ideolojik mücadeleyi hem de sokak eylemlerini örgütleyeceğiz. Ancak bunun ötesinde pratik bir yanıt da üretmeli, savaş karşısında işçi sınıfının, emekçi halkın tarafını örgütlemeliyiz. İşçi sınıfı hareketinin ve ezilen halkların yeni enternasyonalist, küresel direnişine Ukrayna savaşının sorumlularından ve emperyalist-kapitalist sistem adına insanlığa karşı açılmış topyekûn savaşın yürütücülerinden biri olan AKP iktidarı karşısındaki mücadeleyi yükselterek katılmalıyız. “Nasıl?” sorusunun yanıtını da kulağa en güzel gelen tezahüratlarda değil sokakları doldurmaya başlayan direnişlerde aramalıyız.
Savaşa karşı mücadele, halkın özgürleşmesi için verilen genel mücadelenin bir parçasıdır. Ülkemiz savaşa doğrudan dahil edilmemiş olsa bile basit protestoculuk ve tutum açıklamalarıyla yetinilemez. Sefalet ücretlerine ve yaşam pahalılığına karşı gelişen direnişlere sahne olan Türkiye, Ukrayna savaşının uzaması halinde enerji ve gıda fiyatlarında tırmanma, turizm gelirlerinde düşüş ve yeni finansal sarsıntılarla karşı karşıya kalacak. Bu, halk içinde halihazırda eyleme geçen hoşnutsuzluğu büyüteceği gibi, enerjide özelleştirmenin, dışa bağımlılığın, gıda güvenliğini ortadan kaldıran neoliberal politikaların sorgulanacağı bir zemin oluşturacak.
Elbette mevcut direnişler kendiliğinden savaş karşıtı, anti-emperyalist, anti-kapitalist bir siyasi tutuma evrilmeyecek. Milliyetçilik, militarizm, mülteci düşmanlığı, kadın düşmanlığı kışkırtılacak ve bütünsel bir yanıt vermek gerekecek. İşte sosyalistlerin rolü, bu direnişleri savaşsız sömürüsüz yeni bir dünya için yürütülecek bütünsel mücadelenin bir parçası olarak kavramak, direnişçileri bu yeni dünyanın kurucuları olarak örgütlemek olacak.
Dipnotlar:
[1] Neo-Nazilerin yönetimdeki etkin varlığı, savaşla birlikte NATO’nun Ukrayna’yı silah deposu haline getirmesi ve paramiliter grupların ülkeye akışının önünün açılması, Ukrayna ile sınırlı kalmayacak savaş aygıtlarının gelişmesi anlamına geliyor.
[2] “Dünya tek kutup değilse iki kutuplu olmak zorunda mı?” başlıklı yazıda Rusya’nın Gürcistan’a müdahalesi ile başlayan tartışmalara değinip, yeni bir “iki kutuplu” düzen iddiası ile günün uluslararası ilişki ve çelişkileri arasındaki uyumsuzluğa dikkat çekmiştik. https://sendika.org/2008/08/dunya-tek-kutuplu-degilse-iki-kutuplu-olmak-zorunda-mi-ali-ergin-demirhan-23424/
[3] Henüz bir haftasını doldurmadan sıcakkanlı öngörüleri çürüte çürüte ilerleyen Ukrayna savaşı da bize yeni bir durumla karşı karşıya olduğumuzu, pek çok şeyi bilmediğimizi kabul ederek kehanet zorlamalarında bulunmamamız gerektiğini gösteriyor. Devrimci siyasetin ihtiyacı da zaten kehanette bulunmak değil, sistemin krizine emekçi halkların bağımsız çıkarları doğrultusunda müdahale kanallarını açığa çıkarabilmek, krizi ve müdahale imkanlarını tahlil etmek.
[4] https://www.census.gov/foreign-trade/balance/c5700.html
Kaynak:sendika.org