Murad Mıhçı
“Ölenlerin kaybettiği yaşamlar, yaşayanların ölümü haline gelir.“ Augustinus
Şimdiye kadar çeşitli mecralarda panellere katıldım ve yazılarım yayımlandı. Fakat ilk defa Çerkes halklarının bana göre ”AGOS’u olan JINEPS gazetesinde yazımın çıkacak olması beni çok heyecanlandırıyor. Bu ilk sefer benim için her zaman hatırlamaktan mutluluk duyacağım önemli bir tarih olacak.
İsmimi ilk kez duyanlar için kendimden bahsederek başlamak isterim. 1960’ların başında ailesi Konya Ereğli’den İstanbul’a göç etmiş bir ailenin evladıyım. Yani bir yandan Ermeni toplumu içinde dahi az olan bir yerden göç etmiş ailem. Fakat başka bir şehirde 1975 yılında doğmuş bir kişi olarak atalarımın yaşadığı topraklardaki bir çeşmenin suyunun tadını bilecek kadar Ereğliliyim aslında.
Bilinen tarihimiz 700 yıl öncesine dayanıyor. Elimizde kalan tek şey ise mezarlığımızın 1950’li yıllarda istimlak edilmesinden sonra dedemin aldığı mezarlık alanı ve orada yatan 100 civarında insanın doğaya geri verdiği ruhları…
Biz Ereğlililer 1909 ve 1915’ten yana şanslı olan insanlarız. Hem 1909 olaylarından az zarar görmüşüz ve 1915 tehcirinde şans eseri Şam’a sürülmüşüz. Evet, Şam çöllerinde yolda kafilede ölenler olmuş ama yine de Der Zor’a tehcir edilenler gibi bir kıyıma uğramamışlar.
Bir gece Ereğlililer kafiledeki diğer Ermeniler gibi o acı yürüyüşe başlar. Kafile Ulukışla denilen yere gelir. Kafilelerin nereye gideceği belirlenen yerdir burası. Şans eseri zamanında dedemin babasının yanında çalışmış bir asker bizleri tanır. “Usta, ben sizlerden çok şey öğrendim. Sizi Şam’a göndereyim” der. Aslında şu an var olmamı ve aldığım nefesi Ulukışla’da yaşanan tesadüfe borçlu olduğum gerçeğini unutmam elbette mümkün değil.
Ailem Ereğli kafilesiyle Şam’a gider. Kafiledekilerin ve sonrasında bu insanların çocuklarından bir bölümü Lübnan ve Suriye’ye gider ve memleketlerine dönmezler. Bizimkiler ve bazı hemşerilerimiz yeniden Ereğli’ye döner. Döndüklerinde aslında hep var oldukları topraklarda artık hiçbir mülkleri kalmadığını görürler. Yeniden mücadele ederek ve zanaatkârlıklarının avantajını da kullanarak hayatlarına bağlanır, sürdürürler. Yani benim aile hikâyem en şanslı olanlarından…
Peki, ya Der Zor’a gidenler? İşte özellikle o insanların ruhları Araf’ta ne yazık ki. Ruhları hâlâ bu coğrafyada ve esas göçmesi gereken yere gidemediler. Mezarlarının yerleri bile belli değil. Buna sebep olanlar da inkârcı siyasetleriyle günümüzde söylemlerine devam ederek duruma sahip çıkıyor…
Belki de Ermeni toplumunun yaşadıklarını en iyi anlayanlar belli bir bilince kavuşan ve asimile edilemeyen Çerkes halkları. Tehcirin ve kırımın en büyük acısını Ermenilerden önce onlar yaşadı. Özellikle Çerkes halklarından olan arkadaşlarımın ARAF’TA KALAN atalarının ruhlarının ağırlığını bugün nasıl taşıdıklarını en iyi anlayanın bizler olduğundan eminim. Bu duygunun ve acının hüznü ne yazık ki henüz sonlanmış değil.
Bu nedenle özellikle bu topraklarda yüzleşme, yani 24 Nisan 1915’le yüzleşme olmadıkça bu coğrafyada yaşarken fotoğraftan koparılan atalarımızın ruhlarından gelen ve üzerimizde dolaşan kara bulutlardan kurtulamayacağız. Her zaman acaba bir daha olur mu kaygısını belki yaşamaya devam edeceğiz. Bu kaygıyı da iktidarları, halkları ve inançları birbirinden uzaklaştırarak sürdürecekler.
Yazımı katledilen Çerkes halklarını ve Ermenileri saygıyla anarak bitirmek istiyorum. Saygıyı hak eden bir diğer önemli insanlar ise o gün tehcire giderken bizleri korumak için çaba veren yan komşularımız. Tarih onların onurlu duruşları sayesinde biraz olsun kapkara değil…
Աստուած հոգին լուսաորէ լոյսէրու. (Yaradan ruhlarını aydınlatsın…)
Sabiyır nepsıme, dunayir meğı. (Bir çocuk ağladığında, dünya da ağlar.) Ğ. Nurbiy’in “Hayatın Acıları” kitabından…
Kaynak: Jineps